Popülizm (VIII): Halk Egemenliği
Aybars Yanık

(…) tarih hiçbir zaman arkaplan değildir –tarih, sahnenin ta kendisidir![1]

Kim bu halk? Elle tutulur, gözle görülür, nicel bir kategori, yani bir nüfus olabilir: X şehrinin halkı gibi. Anarşist Proudhon yarı-alaycı sormuş: “Halkın nerede olduğunu biri bana söylese.” Tarihçi Rosanvallon egemen halka, “bulunamayan halk” yakıştırması yapmış.[2] Görüldüğü gibi, gösterilebilir/görülebilir bir kategori olarak halk, bir somutluk olarak, belki bir beden tarafından temsil edilebilir olana (hükümdar, kral, lider vb.) referansla aranır genelde. Benim sekter bulduğum bu arayışın mantıksal sonuçları, halkın ancak “nüfus” veya “nüfuz” gibi özdeşleşmelerle var olabileceğini varsayar.

Liberal siyaset kuramının halk egemenliği ilkesinin kavrayışı, halk kavrayışıyla paralellik gösterir. Halk, demokratik anlamda misyonunu, egemenliğini temsil vasıtasıyla icra ederek tamamlar. Halkın egemenliği, bu durumda, evvelden olduğu gibi bir figür yerine, bir kurumla, örneğin bir meclisle varlık kazanır. Burada bir aracılamadan ötesi vardır: Halk egemenliği, demokratik bir ilkeden pratik bir kurumsallığa evrilir. Yönetsel bir faaliyete, bir idare mantığına dönüşür. Demokrasinin var kalmasını garanti eden gerilim, tam da bu pratik edilen uğrakta belirgin hale gelir. İlkelerin yaşamsal hale gelmesini, yani siyasallaşmasını, toplumsallaşmasını sağlayan kurumlar, ilkeleri baskılamaya başladığı zaman, örneğin ifade özgürlüğünü bizzat engelleyen kurum Anayasa Mahkemesi, mahkemeler, meclis ve benzerleri olduğu anda, (eleştirel) gerilim, söz konusu kurumların meşruluğunu sağlayan ilkeden türetilir.

Popülistlerce aşındırıldığı iddia edilen liberal demokrasi, siyasal olanı yalnızca kurumsal icraya indirgeyip ikincilleştirerek tüm bir siyasi faaliyeti serbest piyasayı koruması gereken bir vasıtaya indirgedi (hakem devlet). Siyaset mühendisleri gerilimi liberalizm lehine kapatmayı denedi. Böylece siyaset idarenin, halk egemenliği meclisin, muhalefet (merkez) siyasi partilerin içerisinde eridi, erimeliydi.

Ama olmadı. Kurumlar ve kurumsal siyaset, kendi varlık nedenleri olan ilkeye yabancılaştılar. Dünyanın pek çok yerinde sokağa dökülenlerin şikâyetlerinin ortaklaştığı görülüyor: Siyaseti idare edenler yozlaştı, yolsuzluğa bulaştı; meclis ve benzeri kurumlar temsil kabiliyetlerini yitirdi; siyasi partiler, bilhassa merkez ve geleneksel partiler toplumsal taleplere duyarsızlaşıp bürokratikleşti. Macar siyaset kuramcısı George M. Tamas, Avusturya sanayi işçilerinin yüzde 90’ının aşırı sağcı aday Norbert Hofer’e oy verdiğini aktarıyor.[3] Brexit referandumunda AB’den çıkalım diyen ciddi bir işçi kesimi vardı. Trump’ın seçmenlerinin azımsanamayacak bir bölümünün Hillary Clinton’a tepki duyan Demokratlar olduğu sır değil. Daha pek çok örnek sıralanabilir. Bu eğilim (sağa kayış), siyaseti icra eden kurumlara güvensizlik duyan ve “unutulduğunu” ve “kenara atıldığını” hissedenlerin “söylediğini” değil, “söylendiğini” gösteriyor. Yani, halk egemenliği ilkesi ile onu hayata geçirme vasıtaları olan kurumsal işleyişin çatırdadığını, belki de Gramsci’nin tabiriyle eskinin öldüğü fakat yeninin henüz doğmadığını ima ediyor.

Aşırı sağ, liberal demokrasiyi aşındırdığı, “başka bir demokrasi” vaat ettiği, yahut insanların büyük bölümünün birdenbire ırkçı, ayrımcı, homofobik, yabancı düşmanı, antisemitist, çevre düşmanı haline geldiği için yahut bunları estetize ettiği için değil, demossuz demokrasinin (liberal demokrasi) sonucu “iş veren elitlerinin oligarşik hükümdarlığı”[4] haline gelen kurumlara karşı bir “mobilizasyon mantığını”, bahsettiğim ilke ve kurumlar arasındaki gerilimin yarattığı açıklığa, göstereni olmayan bir ilkenin -“halk egemenliği”- ikamesi olarak devreye koyduğu için başarılı olabiliyor. Daha doğrudan bir ifadeyle, halk egemenliği ilkesi ile mobilizasyon mantığını (buna “çoğunlukçuluk” da denilebilir) özdeşleştirme kapasitesi ile aşırı sağın başarısı arasında bir doğru orantı var. Bu çıkarım şu anlama da geliyor: Günümüzde yükselen aşırı sağa ve otoriter yönetimlere karşı bu hegemonik özdeşliği yok sayan bir yanıtın dönüştürücü kapasitesi çok zayıf olacaktır. Oliver Marchart’ın tabiriyle “liberal anti-popülizm”in yanıtının, yani bir tür defansif liberalizmin başarısız olacağı aşikâr.

“Halk egemenliği” ilkesini çoğunlukçu özdeşleşmeye terk etmeyi mi seçeceğiz yoksa “halk egemenliği” üzerindeki hegemonik mücadeleyi tanıyarak onu yeniden mi icat edeceğiz?

Düğüm burada çözülecek.



[1] Philip Roth’un Öfke (YKY, İstanbul, 2015, s. 133) adlı romanında, Cumhuriyetçi bir rektörün erkek öğrencilere çektiği nutuktan…

[2] Alıntılar için bkz. E. Gentile (2017). “Demokraside Halk Her Zaman Egemendir” (Yalan!), çev. Volkan Çandar, İletişim, İstanbul, s. 102, 105.

[3] Jaroslav Fiala, “'Avrupa'da kapitalizmin karşısına dengeleyici bir güç çıkmalı’”, Gazete Duvar, George M. Tamas ile söyleşi, çev. Serap Şen, 16 Eylül 2017, http://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2017/09/16/avrupada-kapitalizmin-karsisina-dengeleyici-bir-guc-cikmali/

[4] Beate Hausbichler, "’Popülizme Yönelik Eleştiriler İçeriksiz’", ViraVerita, Oliver Marchart ile söyleşi, çev. Toros Güneş Esgün, 12 Eylül 2017, https://viraverita.org/yazilar/populizme-yonelik-elestiriler-iceriksiz-oliver-marchart-ile-soylesi