İnternet Çağında Türkçe
Barış Özkul

Geçen yüzyılın titiz Türkologlarından Orhan Şaik Gökyay, Destursuz Bağa Girenler kitabında Türkiye toplumunun dille ilişkisi konusunda ilginç bir gözlemde bulunur: Yanlış yapmak ve sonra bu yanlış bir yerden uç verince onu savunmaya kalkışmak, biraz emek vererek o yanlıştan kaçınmaktan daha kolay görünür Türk toplumuna. Bu, dille sınırlı bir ilişki biçimi değildir aslında. Bir varoluş tarzıdır, siyasetten gündelik hayata yanlışı kabul etmek yerine onu savunmak buraların şanındandır. 

Bu yazıda internet çağında Türkçenin yanlış kullanımına ilişkin birkaç örnek vereceğim. Çağdaş dilbilim, dilin donmuş ve değişmez kuralların bir toplamı olmadığını, dış müdahalelerle kolay kolay değişmediğini ortaya koymuştur. Ama bu demek değildir ki dili kısırlaştıran bir kuralsızlaşmayı bağrımıza basalım; özgürleşme ile serbestleşme arasındaki farkı yok sayalım.   

***

Orhan Şaik, ta 1979’da “yaşantı” kelimesine “kafayı takmış”tı. Yaşantı, hayatta karşılaşılan herhangi bir deneyim anlamına gelmek üzere, Almanca’da “erlebnis”, İngilizcede “experience”in karşılığı olarak önerilmişti. Bugün artık yaşamla yaşantı arasındaki fark büsbütün ortadan kalktı: “Bu benim özel yaşantım, sen karışamazsın” ya da “uzun yaşantım boyunca böyle siyasetçi görmedim”. Dil nüansları koruyabildiği sürece zenginleşir, düzlediği sürece değil.   

Ellilerde sanırım Sabahattin Eyüboğlu’nun “taste”in (zevk) karşılığı olarak önerdiği “beğeni” de tanınmayacak halde. “Yeni kitabım büyük beğeni topladı” laflarını işitmeye alışmıştık. Sosyal medya çağında “beğeni” bir tıklanma istatistiğine dönüştü: “Dün Facebook’ta yaptığım paylaşım beş yüz beğeni aldı”. "Beğeni" sayın kadar kıymetlisin. 

Gökyay’ın ve Eyüboğlu’nun yetişemediği zamanların bir başka moda kullanımı “adına”. Bir zamanlar ancak “kanun namına!” demek için hatırlanan “namına” yerini “adına”ya bırakırken hemen her şeyi “adına” yapmak üzere harekete geçtik. “Sigara içmek adına dışarı çıktım” ya da “fikrimi belirtmek adına kürsüye çıktım” gibi. Böylece Türkçe, İngilizceden çeviri yoluyla ödünç aldığı bir söyleyişi alabildiğine “zenginleştirerek” İngilizceye iade etmek gibi eşine az rastlanır bir katkıda bulunuyor. Yakında “In the name of smoking…” diye başlayan İngilizce cümleler de kurulacaktır. 

Çeviri etkisiyle Türkçeyi bozarak yerleşen başka kullanımlar da var: Gözlüğümüzü değil gözlüklerimizi takıyor, pantolonumuzu değil pantolonlarımızı arıyoruz. "Egolarımızdan" kurtulamıyoruz.

Fiillere gelince, anlamı ile kullanımı arasındaki uçurumun giderek açıldığı kelimelerden biri “dilemek”. “Dilerseniz Suadiye’den Bostancı’ya yürüyebiliriz”, ya da “Dilerseniz, Sovyet Devrimi’nin unutulmuş olaylarını hatırlayalım” gibi laflar iyiden iyiye yerleşti. İsterseniz değil dilerseniz dediğinizde daha nazik görünüyorsunuz. Ama bazen hakikat nezaketten önce gelir: Dilemek, temenni etmektir ve insan kendinden üstün olduğuna inandığı bir varlıktan bir şey temenni eder. Arkadaşına “dilersen Starbucks’ta kahve içelim” demez.

Hangi ihtiyaca yanıt olarak başlatıldığı anlaşılamayan bir fiil türetme furyası da var. Örneğin, “ümit etmek” varken “umut etmek” çıktı: “Seni tekrar görebilmeyi umut ediyorum.” Türkçede “ümmek” diye bir fiil olmasa da “ummak” fiili pekâlâ var. Öyleyse “ummak” yerine “umut ettiğimizde” kibarlık değil gevezelik etmiş oluyoruz.

Orhan Şaik, yetmişlerde, Türkçede “neden olmak” diye bir fiilin olamayacağını anlatmak için epey mücadele etmişti. Bu mücadelenin başarıya ulaşması artık olanaksız: Bir nesneye ulaşmaya vesile ve alet olan şey anlamına gelen “sebep” artık “neden”le eşanlamlı. Yol açacağımız ya da sebebiyet vereceğimiz bir şeye “neden oluyoruz”. Bir kazaya tanıklık etmiyoruz da tanık oluyoruz; böylece oluş/süreç bildiren kelime/anlam ile durum bildiren kelime/anlam arasındaki fark kayboluyor. Sebep bildiren kelimelerin aktardığı anlamların farklılığı da "harcanan" nüanslar arasında. “Bilgisi ve başarıları yüzünden iyi para kazanan” gençler, “askerî başarıları yüzünden dünyaya hâkim olan” ülkeler olduğunu öğreniyoruz. Oysa “yüzünden”, bir olumsuzluğu anlatır. “Trafik yüzünden eve varamazsın”, “yağmur yüzünden ıslanırsın”.

Yapmak-etmek kullanımı son derece saldırgan bir şekilde yerleştiği için (Sürüş yapmak, bekleme yapmak, hazırlık yapmak, deneme yapmak, denetleme yapmak, trip yapmak vs.) doğru kullanım konusunda “yapacak” bir şey yok. İster istemez bu yeni fiillerle birlikte yaşayacağız. Ama yılların fiillerini kaşla göz arasında tahrif eden bir “milli irade”nin alttan alta işlemesi can sıkıcı: Örneğin “övgü düzmek” “övgü dizmek” oldu: “Senin övgüler dizdiğin yazar beş para etmez”. “Haline gelmek” “haline dönüşmek” gibi bir garipliğe dönüşmek üzere: “Haline dönüşerek” iki kez cisim değiştiren canlılar ve kurumlar var. Son zamanların yanlış değilse bile kulak tırmalayıcı bir başka buluşu da "geçtiğimiz hafta", "geçtiğimiz gün", "geçtiğimiz yıl". İnsan zamanı geçemez, zaman insanı geçer. Onun için geçen hafta, geçen gün, geçen yılda ısrar etmekte yarar var. Tıpkı “tekrar” varken “tekrardan” (“tekrar kabilinden”) demenin fiyakacılık dışında bir esprisinin olmaması gibi.

Dildeki her yeni gelişmede mantık aranmaz elbette ama bir zorunluluk ve tutarlılık aramaktan da kötülük çıkmaz. İnternet çağının yeni Türkçesi ne mantık ne de tutarlılık arayabileceğimiz bir aşamaya doğru evriliyor.