İnsanlık Kapasitesi
Aksu Bora

Geçtiğimiz Temmuz ayının yedisinde, Sakarya’nın Kaynarca ilçesinde Suriye uyruklu Emani El Rahmun ve 10 aylık oğlu Halaf El Rahmun öldürüldüler. Emani 9 aylık hamileydi, öldürülmeden önce tecavüz edilmiş, sopayla dövülmüş, başı taşla ezilmişti. Canilerin kadının evine girmiş, onu ve oğlunu ormanlık bir yere götürmüş ve orada öldürmüş oldukları anlaşıldı. Koca sabah mesaiden döndüğünde evi boş bulduğunda kaçırıldıklarını anlamış ve polise haber vermişti. Sonra belli oldu ki, biri karşı komşusu da olan iki iş arkadaşıydı cinayetin failleri: Birol Karacal ve Cemal Bay. Birol Karacal daha önce cinsel saldırı suçundan iki buçuk yıl hapis de yatmıştı. Evliydi, bir de çocuğu vardı.

Bu, “klasik” bir kadın cinayeti değildi. Tıpkı Özgecan’ın katli gibi. Cinayeti kadının kocası, eski kocası, sevgilisi, eski sevgilisi, babası… işlememişti. Daha sonra katilini “yatarı”nı düşürecek türden bir haksız tahrik durumu yoktu yani. Biliyorsunuz, kadın cinayetinin neredeyse olmazsa olmazı, katilin bu cinayeti haksız tahrik altında işlemiş olmasıdır. Bu sebeple pek suçtan sayılmaz, bir tür kader kurbanlığıdır. Yine de kadın cinayeti haberlerinde hep yapılan şey burada da oldu, dikkatimizi öldürülen kadına, kadının kocasına, ailesine çevirdik. Oğlunu ve karısını feci şekilde kaybeden zavallı adamcağız cenazeleri memleketine götürmüştü ama bakalım geri dönecek miydi… Katillerden birinin, Birol Karacal’ın karısı ve babası cinayeti de katilleri de lanetledikleri, karısı hemen boşanma davası açacağını söylediği için biraz ona gözümüz takıldı, o kadar. Zaten bir cinayetin gündemde bir günden fazla kalması bile mucizeydi!

Bu iki katil ile Özgecan’ı öldüren katil arasında büyük benzerlikler vardı oysa. Profil uzmanlığı biraz daha popüler bir iş olsa, televizyonlarda uzun uzun konuşulacak türde benzerlikler. Muhtemelen benzer başka cinayetler (diyelim Pippa Bacca cinayeti, diyelim Sarai Sierra cinayeti…) de akla gelirdi, bu cinayetlerin failleri arasındaki ortaklıklara dikkat çekilirdi, bu ortaklıkların psikolojik ve sosyolojik boyutları tartışılırdı… 

Seri katiller, psikopatlar, caniler… tarih boyunca her toplumda görülmüşler. Bazıları tarihe geçmiş, adları kuşaklar boyunca anılmış. Bu adamların o fasla girebileceklerini sanmıyorum. Birol Karacal ve Cemal Bay (Suphi Altındöken, Murat Karataş, Ziya T…) gibi adamlar, “arızi” durumlar değil, semptomlar gibi geliyor bana. Bunlardan üreten bir toplumda yaşıyoruz. Herhangi bir değer duyguları, ahlakları, vicdanları yok. Muhtemelen hepsi zorunlu hareketleri yerine getiriyorlardır, işte evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş, çalışıyormuş, babasına “geçmiş olsun”a gitmiş, kafa tokuşturup geyik de yapıyordur muhakkak, yoldan geçen kadının ne derece yollu olduğunu anlayıp öteki adamlarla pis pis konuşuyordur da, gerektiğinde bayrakları kuşanıp vazifeye hazır olduğunu haykırmaya bir takım toplaşmalara gidiyordur, bu memleketin kimin olduğuna ilişkin net düşünceleri vardır…

Mahallesindeki, sokağındaki, apartmanındaki bütün adamlar onun gibi değildir tabii ama onlarla bunu ayıran şeyin ne olduğunu öyle kolay söyleyemeyiz. Allah korkusu mu mesela, vicdan mı, çocukken babaannesinden öğrenip bir daha unutmadığı bir laf mı… Bilmiyoruz. Adamların çoğunu cinayet noktasına kadar gitmekten alıkoyan bir şey var, bunlarda yok.

2002 yılında, İlknur Üstün’le birlikte bir araştırma yapmıştık. 2005 yılında yayınlandı: Sıcak Aile Ortamı/Demokratikleşme Sürecinde Kadınlar ve Erkekler diye. (link: http://tesev.org.tr/wp-content/uploads/2015/11/Sicak_Aile_Ortami_Demokratiklesme_Surecinde_Kadin_Ve_Erkekler.pdf )

Demokratikleşme gibi son derece politik bir kavramın gündelik hayatta, aile ilişkilerinde, cinsiyet ilişkilerinde nasıl tezahür ettiğini görmeye çalışmıştık. İkimiz de uzun yıllardır feminist hareketin içinde olduğumuz için, aile içi şiddetle ilgili bir fikrimiz olduğunu düşünüyorduk. Sahaya çıkıp ilk görüşmeleri yaptığımızda, en azından ben fark ettim ki, yokmuş. “Şiddet” deyip geçtiğim şeyin ne olduğu hakkında bir fikrim yokmuş. Kadınlardan, erkeklerden, çocuklardan kendi hikâyelerini dinledim. Ayrıntılı sadizm hikâyeleri o kadar fazlaydı ki, bazen görüşmeye ara vermek zorunda kaldığım oldu. Neyse uzatmayayım, bu görüşmeleri analiz etmeye çalışırken de “öznelik kapasitesinin örselenmesi” diye bir kavram geliştirmek zorunda kaldık. Bu bitmeyen, gün be gün yeniden yaşanan şiddetin bir insanın kendi hayatının öznesi olmasını imkânsız kılacağını düşünerek. Bir yandan cezasızlıkla korunan, bir yandan “sevgi” kisvesine büründürülen, zaman zaman kurbanın da hak verdiği, gündelik hayatın dokusuna işlemiş bu şiddetin içinden insanın sağ çıkmasının mümkün olmayacağını sezerek. Öznelik kapasitesini onarabilmiş, şiddetin üstesinden gelebilmiş örnekler, genellikle politik insanlardı. Şu ya da bu biçimde kendilerini politik kolektif öznelerin parçası kılarak iyileşmenin yolunu bulmuşlardı. O zaman İlknur’la konuştuğumuzu hatırlıyorum, “sıcak aile ortamı”nı dikkate almayan hiçbir politik hareketin demokratikleşmeye ilişkin söyleyecek anlamlı bir sözünün olmadığını. Çünkü insanları sakatlayan şiddetin alanı, asıl olarak orası gibi görünüyordu.

İşte biliyorsunuz, aradan geçen zamanda sokaklar, tren garları, miting alanları, bodrumlar, mahalleler… şiddet alanı haline geldi, hayatını tehlikeye atmadan politik kolektif öznelerin parçası olunamaz oldu. 

Şimdi ben bu adamlara bakıyorum, öznelik kapasitesi dediğim şeyin belki de insanlık kapasitesi olduğunu düşünüyorum.