Oedipus Karmaşası (II): Ayrılık Kaygısı
Erdoğan Özmen

Ne yapsak yerleşemeyiz bazen. Bir ilişkiye, aileye, yere, zamana…[1]  Soluklanmak için bile kalamaz, kalkar gidiveririz. İçimize, derindeki bir yere yerleşmiş o ağır evsizlik duygusu yüzünden kütlemizi kaybetmiş gibiyizdir. Ürkütücü bir hafifliğe kapılmış olmak gibi. Duramamak, düşecekmiş olmak gibi. Belki de tüm yol işaretlerinden yoksun olmak, gibi. “Eve dönmenin yolları”nı [2]  hatırlayamıyor değilizdir sadece, basbayağı eve dönmek istemiyoruzdur işte. Eve dönmek çünkü, her an parçalanacağı endişesine kapılmaktan kendimizi alamadığımız bağımsızlığımızı yitirmek olacaktır sanki. Sanki bir film sahnesinin içine, her şeyin aşırı-mevcut olduğu ve aralıkların, boşlukların kaybolduğu bir sahneye düşmüş ve orada sıkışıp kalmış gibi, kıpırdayamaz olmaktır bu… Bazen de yapışır, ayrılamayız. Ayrılmayı unutmuş olmak, bir yerde yığılıp kalmak gibi. Çaresizce “Son bir kez görmeliyim seni” deriz öyle zamanlarda, çoktan en başa gerilemiş halde. Henüz “nesne sürekliliği” [3] evresine ulaşamamış çocuğun, görsel alanından ötekinin kaybolmasıyla birlikte içine düştüğü yoğun çaresizlik ve terk edilmişlik duygularının zamanına. O ayrılığın/kaybın acısıyla, ondan sonra, ne isem o olarak kalamayacak, varlığım tümden dağılacak gibi hissederim. 

Mesafeleri ayarlayamama “bozukluğudur” ayrılma/ayrılık kaygısı (separasyon anksiyetesi). Dahası henüz üçüncü unsurun (öncelikle babanın, daha doğrusu simgesel baba işlevinin) ortaya çık(a)madığı imgesel ikili ilişki düzeninin bir semptomudur. Ya tam bir birbirine gömülme/gark olma ya da ötekini radikal biçimde yok sayma/reddetme seçeneklerine mahkum olduğumuz bir ilişki düzeninin semptomu. Nitekim ödipal yapıya sızacak olan, -belki de daha doğru bir ifadeyle- ödipal yapının hazır bulduğu ve ikincil bir kaygıya dönüştürerek –deyim yerindeyse- yumuşatacağı ve ehlileştireceği (medenileştireceği) temel ve ham zemindir ayrılma kaygısı. 

***

Yeterince açık artık: Çocuk ötekinin (anne öteki, mOther) aynalayıcı tepkileriyle özdeşim kurarak kendi “biricik” kimliğini kazanır. Kendi içsel gerilim artışıyla baş edemeyen ve ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz bebek acı içinde ötekine yönelir. Söz konusu feryat/çığlık daima ötekine yöneltilmiş talepten başka bir şey değildir. Ötekinin acımıza çare olmak üzere harekete geçeceğine dair beslediğimiz inanç ile ötekinin sözcük ve eylemleriyle bize yönelmesi, demek aynı zamanda varlığımızın teyidi anlamına gelen bu jestin birbirine karışması ve örtüşmesi belki de hayatın en büyük mucizesidir. Mucizeler çünkü, ötekine duyduğumuz inanç ve güvenin eseridir. İlk özneler-arası ilişki, ötekinin talebimizi işittiği, anladığı ve ızdırabımızı dindirmeye çalıştığı bu zeminde kurulur. Bedenin ve bedenin acılarının geriye düştüğü/solmaya yüz tuttuğu ve ruhsallığın öne çıktığı ve bir yer edindiği, maddileştiği dönemeçtir burası. Öteki yanıt vermediğinde ve bizi yüz üstü bıraktığında, bedensel acı ruhsal acıya dönüşür. İşte bu bırakılma, terk edilme, ayrılık hayatımızın ilk travmatik durumudur. Daha sonra da ısrar edecek ve tekrarlayacak şeydir bu: Travma daima Öteki’nin yanıtının yokluğuyla ilişkilidir.

“Ben bir ötekidir” (I is another). Rimbaud’nun bu sözleri Lacan’ın “ayna evresi” teorisinin de temel savıdır. Kimliğimiz özgün olmaktan ziyade, ebeveynlerimizin kişisel tarihlerinde gömülmüş halde çoktan oradadır. Ötekinin sağladığı ayna, yalnızca içsel gerilim artışı ve ihtiyaçlarımızın aynalayıcı yorumları ve yatıştırılma biçimlerini değil aynı zamanda Ötekinin söylemini de yansıtır. Ego içerikleri Öteki’den, Öteki’nin konuşmasından gelir. İnsan kimliğimizin sözel mahiyette olması demektir bu. Öteki’nin söyleminin/arzusunun gösterenleriyle/sözcükleriyle özdeşleşerek kurarız kimliğimizi. “Bilinçdışı Öteki’nin söylemidir”, “Arzu Öteki’nin arzusudur” gibi çetrefilli Lacancı ifadelerin yerleştiği bağlam da burasıdır.

Ötekinin aynamalarıyla birleşerek, onlarla özdeşleşerek, ötekinin aynaladığı şeyle olabildiğince benzer/bir olmaya çalışmanın gerisinde demek ki, bir de en korktuğumuz durumu, ötekinin yokluğunu savuşturma çabası var. Nitekim ödipal yapının gelişimiyle birlikte, kökensel ayrılma/ayrılık kaygısı, ötekinin arzusuna yeterince yanıt verememe kaygısına, bir tür yetersizlik kaygısına evrilecektir. Ötekinin görmeyi umduğu şeyi, yani aynalanmış imgeyi tam olarak karşılayamama hali, bu yetersizlik duygusu annenin arzusu karşısında duyulan kaygının sebebi olacaktır. Çocuğun her ne ise o olarak sevilmediğinin idrakiyle ilişkili o kaygı –sinir bozucu bir fon müziği gibi- bütün çocukluğa musallat olmayı sürdürür.


[1] Böyle zamanlarda gerçeğin müdahalesi, gerçekten gelen bir itiraz/tekzip hep oradadır ve buna hazırlıklı olmak gerekir: Çünkü daha baştan, yerleşecek bir ülkesi, işi, evi, velhasıl hiçbir şeyi olmayan dünyanın bahtsızları vardır bir de. Aç ve üşümüş insan yığınları. Kocaman şehirlerin sokaklarında üstüne bombalar düşen, panzerlerin ezdiği ufacık çocuklar vardır…

[2] A. Zambra, Eve Dönmenin Yolları, Çev. Ç. Öztürk, Notos Kitap, 2013.

[3] Psikanalitik literatürde çocuğun 36. aydan sonra ulaşabildiği, nesnenin (öncelikle annenin) olumlu ve olumsuz taraflarıyla bütünlüklü bir imgesini, söz konusu nesneden ayrı kaldığı zamanlarda da kendi zihninde muhafaza edebildiği evre.