Erbakan’ın Atatürk’ü
Polat S. Alpman

Türkiye’de siyaset yapma -ve yapamama- biçiminin indiği düzeyi gösteren işaretlerden biri Atatürk’ün, tam da Kemalizm sonrası Türkiye’sinin konuşuluyor olduğu bir iklimde, yeniden bir kurtarıcı olarak geri çağrılmış olmasında aranabilir mi? Bu soruya verilen cevap ne olursa olsun, yaşanmakta olan sürecin, yani Atatürk’ün Türkiye’deki siyasal kopuşların ya da sürekliliklerin her bir uğrağında meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanılmasının, gerçekten tuhaflıklarla dolu olduğunu kabul etmek gerekir.

AKP’nin Atatürk’ü kendi ihtiyacına uygun ve kendi siyasal söylem malzemelerinden biri olarak icat etmesi, bazı kişilerin Erbakan’ın 1994 yılında söylediği “Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu” anımsamasına vesile oldu. Erbakan bu sözü söylediğinde, henüz liseye yeni başlamış olmama rağmen, bu meselenin her yerde ve yüksek sesle tartışıldığını; hatta Erbakan’ın kendi teşkilatı içerisinde bile tuhaf bir huzursuzluğun oluştuğunu, bu takiyenin/hilenin biraz abartılı bulunduğunu ve hatta bu havayı yumuşatmak için “Atatürk dirilirse elbette Refah Partili olacak, öbür taraftan gelip başka hangi partiye gidebilir” şeklinde şakalar yapıldığını hatırlıyorum.

Erbakan, Atatürk’ü arkasına alarak dönemin egemenlerine karşı mevzilenmek, düşmanın silahı ile silahlanmak, onların hilelerini boşa düşürecek hileler yapmak şeklinde ifade edilebilecek ve İslamcılık içerisinde makbul görülen bir siyasal etiği takip ediyordu. O dönemdeki muhalifleri tarafından takiyecilikle, samimiyetsizlikle, ikiyüzlülükle suçlanmasının nedeni de buydu. Erbakan’ın bu hamlesinin amacı, kendisinden olmayanları Refah Partisi’ne oy vermeye ikna etmek değildi; egemenlerin, özellikle TSK bürokrasisinin, Erbakan’dan duymak istediği (ancak söylese bile egemenlerin inanmayacaklarını herkesin bildiği) bazı sembolik kelimeleri söyletmek, böylelikle Erbakan üzerinde de kendi hegemonyalarını göstermekti. Erbakan, hem duyulmak istenenleri söylemenin hem de kendini ezdirmemenin yolu olarak bu cümleyi söyledi ve arkasını doldurmaya çalıştı. Pek işe yaramadığını söylemeye gerek yok ama Milli Görüş hareketi içerisinde Atatürk’e küfretmeyi iyi dindarlık olarak yorumlayan bazı radikal kanatları, Refah Partisi’nden kısmen de olsa uzaklaştırmayı başardı.

Bahsedilen dönemden hatırladığım bir diğer husus, Erbakan’ın bu cümlesini duyan bazı laikçilerin [1] zoraki bir şok geçirmeye çalışması ve yalandan bayılma numarası yapmasıydı. Birçokları gibi ben de AKP ve Erdoğan öncesini hatırlamakta zorlandığım için hafızama güvenmek konusunda isteksizim. Ancak bazı televizyon programlarında Erbakan’ın ve çevresindekilerin zorlandığını ya da sıkıştırıldığını, yani Erbakan’ın ve çevresindekilerin dedikleri ile demek istedikleri arasındaki farkın açığa çıkarılmasını hedefleyen sorgulayıcı sorular sorulduğunu, onların da kendi meşreplerine uygun biçimde açıklamalar yaptıklarını hatırlıyorum. Erbakan’ın ve Refah Partisi’nin Atatürk açılımının pek işe yaramadığını ve partinin kapatıldığını hatırlatarak bu bahsi geçebiliriz.

İslamcılık içerisinde Atatürk’ü bir tür deccal olarak sunmanın, onu bir mehdi olarak sunan diskur karşısında bir cazibesi olduğu muhakkak. Bu cazibenin kaynağı, Atatürk’ün manevi şahsından daha çok bir zamanlar devleti temsil eden siyasal aklın neden olduğu sosyal ve siyasal krizlerle ilişkiliydi. Haliyle muktedirler tarafından çizilen Atatürk imajını eleştirmek, aslında bir tür sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel bölüşümden eşit olarak istifade edemeyenlerin eleştirisiydi ve Türkiye’de hatırı sayılır bir kesim için bu eleştirinin bir karşılığı vardı. Bu nedenle Atatürk eleştirisi, özellikle 1990’lı yıllarda ve bazılarının ‘çevre’ olarak isimlendirdiği kesimler içerisinde, belli bir anlama karşılık geldi. Bu karşılık, kendini egemen işleyiş karşısında farklı bir alternatif olarak inşa etme, bir tür vaziyet alma olarak ortaya konuldu ve Türkiye’deki İslamcılığın siyasal aklını ve pratiğini iktidar olma hedefine kilitledi.

Bu nedenle Erbakan’ın “Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu” demesi ile bir zamanlar İslami muhitlerde Atatürk hakkında yapılagelen eleştiriler ya da saldırılar arasındaki illiyet, sadece İslamcılığın ahlaki çelişkisi, ikiyüzlülüğü ya da takiyeciliği ile açıklanamaz. Bu bir ruh haliydi; üzerinde Atatürk’ün baskısını hisseden, Atatürk tarafından çatık kaşlarla izlendiği duygusuna kapılan ve Atatürk adına hesap sorma gayretkeşliğindeki bazı kesimlere sürekli hesap vermek zorundaymış gibi davranan, hep savunmada kalan bir ruh haliydi. Bu ruh halinden kurtuluş ümidinin Atatürk’te aranması ironikti, ancak ironik olduğu kadar Türkiye’nin siyasal hikayesi ile uyumluydu.

Peki, ya Erdoğan’ın Atatürk’ü...
Erdoğan, Erbakan değildi, hiç olmadı.



[1] 1990’lara damgasını vuran kesimlerden biri de laikçiler olarak adlandırılabilecek bir kesimdi. Laikliği, kamusal alanın düzenlenmesinde laiklik yanlısı olmaktan daha çok toplumsal farklılıkları törpülemeye yarayan bir alet gibi kavrayan laikçiler, kendi karşıtı olan dinciler ile dindarların iç içe girmesinde ve ortak bir kimlik siyasetine hapsolmasında pay sahibidir. Türkiye’deki gerilimleri ya da çatışma noktalarını din-laiklik hattı üzerine yerleştirmeye çalışan siyasal dikotomiler için oldukça verimli malzemeler sunan bu ayrım, gerçek toplumsal sorunların, çatışma noktalarının üstünün örtülebilmesi ve ertelenmesi için elverişliydi. Öyle de oldu... Bu çatışmadan sıyrılarak çıkan ise AKP oldu. Bugün hem laikçileri hem de onun karşıtlarını aynı potada eritmiş olması bu başarının bir ürünüdür.