Oedipius Karmaşası (V): Daimi Ergenlik Toplumu
Erdoğan Özmen

Bazı işaretler belirdi önce. Sonra, o işaret ve eğilimler giderek çoğaldı, belli bir istikrara ve yaygınlığa ulaştı. Şimdi üzerinde konuşmaya ve anlamaya çalıştığımız bir yapı var artık karşımızda: Bir tarafta çocuklarının ergenlik döneminin erken başladığını düşünen kaygılı ebeveynler, diğer tarafta ergenliğin çok uzaması ve bir türlü sonuçlanmaması; bir tür ebedi ergenlik hali.

Belki de bu iki durum, yani ebeveynlerin –belli bir suçluluk hissi eşliğinde– duyduğu kaygı ile ergenliğin ruhsal olarak uzaması birbiriyle yakından ilişkilidir. Korkuyoruz belki de. Çocuklarımızın büyümesine ve bizi terk edecek olmalarına hazır olmadığımızı içten içe biliyor olmanın korkusu bu. Yetişkin olmanın neye benzediğini bilmiyoruz hiçbirimiz. Yetişkin ve özerk bir birey olmayı, o özerklik talebini kime yönelteceğimizi ve sonrasında neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. O yüzden belki de, daha derin bir düzeyde çocuklarımızın, onlara yapışık kalmayı sürdürebileceğimiz bir güdüklük ve mutlak bağımlılık mesafesinde kalmasını arzuluyoruz. Bizim için bir tür daimi imgesel fallus, bir uzantı işlevi görecek ve bünyevi eksikliğimiz için bir telafi vaat edecek biçimde. Yani, kelimenin en fena anlamında –ve farkında olmadan– kullanıyoruz çocuklarımızı belki de. Onların muhtaç ve bağımlı varoluşları kendimizin, kendi –olmayan- iktidar ve yeterliliğimizin teyidi anlamına geliyor belki. Belki de günümüzün korkunç sevgisizlik ikliminin, kimsenin kendi olarak, ne ise o olarak sevildiğini hissedemiyor oluşunun, bu derin hayal kırıklığının gerisinde bir de bu vardır. Bir ikameye indirgenmiş olma hissinin her birimize musallat olacak denli yaygınlaşması günümüzün berbat hoyratlık, kabalık ve nefret kültürünü tetikliyor belki de.   

Ben-ideallerinin çöktüğü bir dönem bu. Gerekli bir yanılsama olarak var olan, toplumsal/simgesel düzene özneler olarak girebilmek (konuşan özne olarak bir yer edinmek) ve kendi kökenimize ilişkin soruları cevaplayabilmek için paylaştığımız bir kurgu olan büyük Öteki’nin yokluğuyla karakterize bir alacakaranlık kuşağı. Büyük Ötekinin yerini dolduran ve her birimize bir ben-ideali sağlayacak figürlerin sahneden çekildiği, büyük anlatıların gözden düştüğü post-modern sabuklama zamanı. Kendimizi “ben” ve “sen” olarak simgeselleştirdiğimiz ölçüde konuşan özneler olarak her birimizin temel yükümlülüğü üçüncü bir unsuru ya da konumu inşa etmektir. Doğa, akıl, tanrı, kral, proletarya vb. (anne ile çocuğun ikili ilişkisini dolayımlayan, o dualistik düzeni/açmazı bir bakıma iptal eden Lacancı “Babanın Adı”) gibi farklı tezahürleri ve maddileşme biçimleri olan o kerte/yer bizzat kendi varoluşumuz için, yine kendimizin inşa ettiği kurgusal bir onay/izin makamı gibidir. Sosyo-politiko-simgesel alanın kaçınılmaz olarak efsaneler, masallar ve hikayelerle iç içe bir niteliğe sahip olması, mitlersiz yapamıyor oluşumuz biraz da bundandır. O sayede varoluşumuz en ayırdedici vasfıyla, farklılık ve eksik boyutuyla mühürlenmiş olur ve sosyo-simgesel üçlü düzene katılırız. Böylece, konuşan özne mütemadiyen değişen kimliğini, Öteki aracılığıyla ama kendi olarak kurma imkanına/aracına kavuşur. Yetişkin olmak budur demek ki: Kendinin olan bir kimliğe ve yere yerleşmek.

Şöyle de söylemek mümkün: Ergenlik belli başlı ödipal meselelerin yeniden müzakere edildiği ve belki de nihai anlam ve çözümüne böylece, geri dönüşlü olarak kavuştuğu bir geçiş dönemidir. Yetişkinlik bu geçişin salimen sonlanmasından sonradır. Günümüzün temel saplanma ve gerileme noktası Oedipus karmaşası/dönemidir.

Bugün mahrum olduğumuz, kaybettiğimiz zemin budur. J.M. Coetzee’nin dediği gibi; “..insanın insanlığa, insan hikayesinin sürekliliğine olan güvenini tazeleyecek mihenk taşları”nı kaybettik. O yüzden, sınırları, iç ve dışı, önceki ve sonrakini tayin etmek için yaslanabileceğimiz simgesel işaretler ve referanslar, kurallar ve yasaklardan yoksunuz artık. Tam da farklılık ve eksikle damgalanmış bir varoluşa sahip olduğumuz içindir ki, sosyo-simgesel düzende çok çeşitli, farklı, heterojen bütün unsurları bir birlik/bütünlük etkisiyle kuşatacak kurgusal bir Öteki’nin yerinin boş olması, bir tür varoluş kaidesi kaybıdır bu. Bugün bir insan toplumu olma vasfından giderek uzaklaşmakta oluşumuz, kendimizi en mükemmel özetini “insan insanın kurdudur” ifadesinde bulan bir kör döğüşü cengeline mahkum edişimiz bu birlik/bütünlük ilkesinin kaybıyla ilintili değil midir?

Hepimiz koca koca ergenleriz artık. Tâbi olduğumuz, hepimiz için bir müştereklik uzamı yaratan ve tam da bu yüzden bir direnme odağı olarak ortaya çıkan (ve ne kadar paradoksal olsa da bir ufka ve kendini aşma arzusuna işaret eden ve bunu mümkün kılan: çünkü ulaşılması, elde edilmesi simgesel yasa tarafından yasaklanmış olmasa, yasak ortaya çıkmasa özne hiçbir zaman yüce bir şey’e sahip olmak istemez) bir Öteki’nin yokluğu karşısında habire ikame nesnelere tutunmaya çalışıyoruz. Neoliberal arsız tüketim ideolojisinin kendine zemin ve gerekçe bulduğu, kendini bir cazibe odağı olarak sunduğu bağlam da tastamam burasıdır: “Çağdaş tüketim ideolojisi bizi, öznenin bir sanat eserinden ibaret olduğuna, “varlığın” yerini “oluşa” bıraktığına ve yeni benliğin (self) durmaksızın güncellenip yeniden kurgulanan bir hikayeden ibaret olduğuna ikna etme peşindedir.”[1] 

Gençlik ve diriliğin fetiş bir nesne statüsü edinmesi var bir de. 

Bir düzeyde dışarıda bırakılan (bastırılan) şey başka bir kılıkta derhal geri dönüyor. Bastırma ve bastırılanın geri dönüşü bir ve aynı şeydir çünkü. Her biri kendi gurusuna/şeyhine/liderine, kendi lisanına, kendi giyim-kuşam tarzına, kendi gündelik yaşam pratiklerine, kendi eğlenme biçimi ve jestlerine sahip sayısız cemaat, klan, taraftar grubu vb. içinde sosyalleşme pratikleri çoktan günümüzün en yaygın toplumsal fenomeni oldu çıktı. Bunun hayati bir zorunluluk olması, o alıştırma ve pratiklere daima yoğun bir şiddet ve hıncın eşlik etmesinin ve diğerlerinin alt edilmesi/sindirilmesi gereken rakipler olarak görülmesinin de sebebidir. Cemaatin ve cemaatçiliğin kazandığı değer modern hayatlarımızın en çarpıcı özelliği artık. Ürünlerini satmak için firmaların başvurduğu temel strateji bile “müşterileri için cemaatler oluşturmak” ve öncelikle bir yaşam stili pazarlamak oldu nicedir. Bu yüzden belki de, günümüzün yaygın otoriter liderler kuşağını bizzat kendimiz musallat ettik başımıza. İkircikli bir ergen talebi olarak onların yerini çoktan hazır etmiş ve varsaymış halde değil miyiz? Onların kendi başına ve muhatapsız kalsa hiçbir etki yaratamayacak olan en önemsiz ve tutarsız söylev ve tavırları karşısında bile tepki göstermekten geri duramayışımızı ve didişip durmaktan vaz geçemeyişimizi başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Hem hiçbir şeye bağlı olmayan hem de hiçbir engel ve amaç tanımayan anlamında başıboş özneleriz artık. Güdük ve cüce. İnsanlık durumumuzun şimdiki tarifidir bu: Güdüklük ve mental cücelik. Böyle bir ortamda sürekli olarak “kendin ol, ama kendinin daha iyi, daha mükemmel bir versiyonu” buyruklarıyla karşılaşmanın ızdırabı bir de bu yüzden katlanılmaz boyutlardadır. Bir yandan kendi de eksik ve tutarsızlıkla malul olan ve bu anlamda “benden istediği tam olarak nedir” sorusunun muhatabı olan, diğer yandan da hesap vermekle yükümlü olduğumuz bir Öteki’nin yokluğu yüzünden kendi eylem ve tavırlarımıza herhangi bir anlam da atfetmemiz gerekmiyor artık. Bütün kararlarımızı tam bir kayıtsızlık, umursamazlık ve dolaysızlıkla iyice sıkışmış ve/ya da pörsümüş bir şimdiki zamanın gerekleri uyarınca vermemiz bekleniyor. Terk edilmişlik ve yalnızlık hissi eşliğinde. Zamanın ve uzamın koordinatlarını, demek yönümüzü kaybetmiş halde. Sanki bizzat kendi eylemlerimizin faili hiç kimse artık. Her şey tek tek her birimize aşkın/dışsal bir fıtrat meselesinden ibaret. Sorumluluk ve suçluluk hissinden, kendi kusurlarını üstlenme ve özür dileme erdeminden böylesine uzaklaşmış, bireysel zevki/tatmini illa toplumsal yarar/ödev karşısında konumlandırma seçeneğini vurgulamakta ısrar eden bir çağ daha ne kadar sürebilir ki? İnsanlık çünkü, en temel insanlık koşulunun, sahip olduğumuz insaniyet zemini anlamına gelen insanın müşterek varlığının, demek ötekilere yer açan ve muhtaçlığını fark eden, karşılıklı sevgi, dayanışma ve işbirliği bağlarına yaslanan bir varoluşun tam bir inkarına/olumsuzlanmasına ancak bir süre katlanabilir.



R.Salecl, Kaygı Üzerine, Çev: B.E.Aksoy, Metis, s.74