Albert Camus’de İntihar, Şiddet ve Saçma Düşüncesi (III)
Derviş Aydın Akkoç

Albert Camus 1943’te yayımlanan Sisifos Söyleni adlı enerjisi hayli yüksek çalışmasında muhataplarını “çöl” mecazı etrafında örülmüş bir “dünya imgesi”yle yüzleşmeye davet ediyor; “çölün tam ortasında” yaşamaktan, üretmekten ve başkaldırmaktan bahsediyordu. “Çöl” mecazı Albert Camus’de kendini bazı kuvvetli bazı hafif, ama mütemadiyen duyuran yüklü mecazlardan biri. Bu kışkırtıcı mecazın elbette dile getirildiği dönemin toplumsal, siyasal ve kültürel koşullarıyla doğrudan alakası var: söz konusu mecaz kapitalizmin gemi azıya almasına, faşizmin yayılmasına, iç savaşların toplumsal dokuda yarattığı feci tahribatlara, “insani durumlar” özelinde ideolojik-politik anlatıların kifayetsizliğine; bunların yanı sıra, insanı insan kılan değerlerin yitimine, toplumsal çözülme ve çürümeye, su kaynaklarının kurumasına atıfta bulunan negatif bir içerikle donatılmıştır. 

Ne var ki, felç edici (özellikle zihni) bu negatif içeriğe rağmen, onunla uzlaşmak değil, onu dengelemek, hatta mümkünse bertaraf etmek üzere, aynı mecazda yürürlükte olan pozitif bir içerik de vardır. Çatışma ve gerilim de bu iki içerik arasındadır zaten. Çöl mecazı biri eksi diğeri artı olmak üzere iki karşıt kutba sahiptir. Camus pozitif içeriği çoğun (nispeten romantik tınılar da taşıyan) kentler üzerine yazdığı yazılarında işlemiştir. Sisifos’tan önce kaleme aldığı, 1939’da yazılan “Minotauros ya da Oran Molası” isimli yazısının ilk cümlesi hem somut hem de soyut anlamda çölün gerekliliğine yönelik bir aciliyet vurgusuyla açılır:

“Çöl kalmadı artık. Ada kalmadı. Oysa gereksinimini duyuyoruz. Dünyayı anlamak için bazı bazı ona sırtımızı dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir.”[1]

“Kalmadı artık” ifadesi bir hayıflanmayı, sıkıntılı bir kayıp hissini açığa vurur. Çöl mecazının negatif tarafından bakıldığında mevcut “dünyanın anlamı” dağılıp ufalanmış; çoraklık, donukluk çağrışımlarıyla çölleşme –ruhsal süreçler de dahil olmak üzere- hayatın her gözesine sirayet etmiştir. Etkinliği körelmiş varoluş kavurucu bir “boşluk duygusu”yla yaralıdır. Dünyada çöl kalmamıştır üstelik. Onu şu ya da bu şekilde yaratmak gerekmektedir. Bir geri çekilme, “güç kazanma” alanı olarak; kireçlenmiş “aklın toparlanması” ve dünyayı yeniden anlamlandırması için bir çöl lazımdır...

“Dünyayı anlamak için ona sırtını dönmek”: Siyaset düşüncesi geleneğinde kökleri Platon’a kadar uzanan felsefi bir tutumdur bu aslında; ama Camus “bazı bazı” diyerek, demek sırt çevrilen dünyaya yeniden dönmek üzere kesin taahhütte bulunarak bu gelenekte ayrıksı bir işgal eder.

Albert Camus’de çöl mecazının olgusal-somut duruma referansla kurulmuş fiili veçhesinin berisinde, bu veçheyi huzursuz etmek, onunla dalaşmak üzere, ucu siyasetin kıyılarına temas eden teolojik bir veçhe kıpırdar: zorunlu bir inziva, zihnin kendini silkeleyeceği, bir tefekkür ve kapanma sahası; olup bitenlerin bilançosunu çıkarma, envanter dökme vakti olarak çöl... Ama çöl yoktur. O da tükenmiş, tüketilmiştir. Kentler vardır sadece ve artık ne olacaksa kentlerde olacaktır. Metalik boğuk gürültüleri ve “geçmişin uğultularıyla” kentler insana aradığı “sessizliği” sunamazlar ama:

“Avrupa’nın önümüze serdiği kentler geçmişin uğultularıyla fazla dolu. Deneyimli bir kulak, kanat seslerini seçebilir buralarda, ruhların çırpınışını seçebilir. Yüzyılların, devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar insan (...) Paris yürek için bir çöldür çoğu kez, ama kimi saatlerde Pére-Lachaise Mezarlığı’nın yukarısından bir devrim yeli eser, bu çölü birdenbire bayraklarla, yenik düşmüş yüceliklerle doldurur.”[2]

Walter Benjamin’den farklı olarak Albert Camus, geçmişin mağlup seslerini sahiplenme, onları şimdiye transfer etme hususunda daha temkinlidir sanki. Belli başlı yerlerden (mezarlıklardan, anıtlardan, meydanlardan vb.) esen rüzgârlar sürekli bir biçimde “yenik düşmüş yücelikleri” taşımaktadır şimdiye; fakat insan sadece yenik düşmüş yüceliklere değil, yeni ve taze yüceliklere de gereksinim duyar. Nitekim Camus’de yaratma mefhumu da bu eşikte hayatiyet kazanır: geçmişe de geleceğe de mesafeli, şimdiye odaklanan bir bakış...

Geçip gitmiş olanı bayraklarla, uğultularla mevcut âna aktaran kentler “yürek” için birer çöl olabilirler; fakat dünyanın yitirilmiş anlamını yeniden yaratabilmesi için “zihnin” “çatlaksız bir çöl sessizliğine” ihtiyacı vardır. Paradoksal bir şekilde bu çöl de kentlerdedir, “şiirsel” yüklerinden arındırılmak kaydıyla, Descartes örneğini sunar Albert Camus: “Bazı bazı yürek şiirsiz yerler ister. Descartes, düşünüm evrenine kapanması gerekince, kendi çölünü: Çağının en tüccar kentini seçer.”

***

Camus’nün Descartes örneği üzerinde durmasının kendi içinde pek bir önemi yok. Zira Camus nezdinde bireysel açıdan önemli olan unsur herkesin kendine uygun çölünü seçmesi, bulması, şiirsel seslere bir süreliğine de olsa kulak tıkaması, “taşların dinginliğini” yeğlemesi; desteksiz ve dayanaksız da olsa kendi çölünde “kendi gecesi” ile yüzleşmesidir... Ama kuşatıcı, körleştirici genel çölleşme süreçlerine rağmen, nasıl gerçekleşecektir bu onarıcı işlem?

[1] Albert Camus, Yaz, çev: Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 2016, s. 15.

[2] Albert Camus, a.g.e. s. 15-16.