Haset ve Siyaset (II)
Orhan Koçak

Kötü, kötüleşen şeylerden söz ediyorduk. Burada değişme hep nicel sanılır: kötü, daha kötü, daha da kötü, çok kötü, en kötü. Oysa miktara indirgenemeyecek farklar da var, kötünün içindeki nitelik farkları. Bunları ayrıştırmanın zararı olmaz. Mesela bu iletiyi tetikleyen yazısında Ahmet İnsel şöyle diyordu: “Çünkü haset etmek, imrenmek demek değildir. Haset edilenin elindekinin veya elinde olduğuna inanılanın alınıp kendine verilmesini arzulamaktır.” Keşke. Keşke orada kalsa, herkes yağmadan kendi payını alıp hemen evine gitse. Şu ki böyle olmadığı biliniyor, 1937’de “Kristal Gece”de Alman şehirlerinde ortalığa çıkan tosuncukların asıl amacının gasp veya hırsızlık değil, dosdoğru tahribat olduğu biliniyor. Evet, İnsel’in dediği gibi, “haset etmek, imrenmek değildir” belki – ama “haset edilenin elindekinin alınıp kendine verilmesini arzulamak” da değildir. Bu sadece kıskanmaktır ve karşı tarafın eline geçmiş olan oradan alınıp bu tarafa verildiğinde o kıskançlık da sona ermiş … mi olacaktır? Böyle olmuyor. Ne Kristal Gece'de ne de 6-7 Eylül’de böyle oldu. 1915’te de birincil amaç, sanıyorum hırsızlıktan çok, nüfus planlamasıydı. Gerçek şu ki, Goering bir Yahudi evindeki “dekadan” Renoir’ları, Cézanne’ları veya yerli ve milli Dürer gravürlerini kendi şatosunun deposuna (Lider’in göremeyeceği bir izbeye) naklederken, onun adamları da o evlerdeki zarif mobilyaları, İtalyan ustaların cephe sıvalarını kırıp dökmekle meşguldü. 

Evet, tam imrenme değil belki, ama “ondan alınıp bana verilmesini istemek” de değil. Bana verilmesini istesem de alamayacağımı, içeremeyeceğimi, tadını çıkaramayacağımı seziyorumdur: bana gelmesindense orada çürümesini, bir tezse eğer çürütülmesini, bir değerse kirlenmesini istiyorumdur. 20. yüzyılın en şedit moralistlerinden Melanie Klein’ın bütün yazılarında ve en çok da Haset ve Şükran denemesinde (Metis) Elizabeth çağı tiyatrosundan bol örnekle göstermeye çalıştığı durum: sendeki iyiliğin senden alınıp bana verilmesini değil, onun sende kalarak sende pisletilmesini istiyorum. – İsteyen bu kritik noktada başka teorilere, mesela Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nde uzun boylu anlattığı ressentiment kavramına gidebilir (Hınç? İktidarsız, kabiliyetsiz hınç?). Küçük adamlıkla ilgili başka sunumlara, mesela Dostoyevski’nin “yeraltı adamı” figürüne de başvurabilir. Ama ne Nietzsche ne de Ecinniler yazarı, o birikmiş ve boşaltılmaz mendeburluğu Klein kadar iyi anlatmıştır. Haset öznesi imrenir, imrendiği yere (kişiye, şeye) aslında orada olmayabilecek “zenginlikler” de atfeder, vehmeder – ama bu imrendiği “değerin” kendi eline geçtiği anda çöpleşeceğini, yararlanılmaz hale geleceğini içten içe seziyordur. Bu seziş (varsa eğer) hemen, peşinen kısa devreye uğrar: karşıdaki şeyin değerli olduğunun, iyi olduğunun fazla anlaşılmasına, acı verecek kadar iyi anlaşılmasına fırsat kalmadan pisletilmesi başlamıştır. Böylece bizim “yeraltı adamı” da hemen su koyverir (bu kısmını en iyi kendi yazarı anlatıyor), mizaha başvurur, kendini de bir yem olarak ortaya sürdüğü bir topyekun tahribat “mavrası” başlatır. Herif kendini rezil ederken karşıdaki nezih şahısları da kendisiyle birlikte lağımın içine çekiyor olmanın hazzını yaşamaktadır.

***

Ama bugün, bu çağda başka bir yerdeyiz. Adı geçen yazarların hepsi, kendi meşreplerince, “sahici” duygulardan, yaşanmış duygusal hareketlerden söz ediyorlardı. Gazetenin, TV’nin, “sınai kitle kültürünün” henüz belirmediği veya ancak emeklediği bir tür kamusal masumiyet çağı. Yapıtını 1930-60 arasında ortaya koyan Klein’ın bile gönderileri “Shakespeare” veya olsa olsa 19. yüzyıl romanıydı. Herkesin kendi hissettiklerinin sahiciliğine inandığı, kendi duygusunun sahibi olduğu bir çağ. Şimdi diyeceksiniz ki duygu zaten öğrenilen bir şeydir, taklitle, bulaşmayla geçer. İyi ama onlar henüz bunu bilmiyorlardı. Hiçbir zaman kendi “yeraltı adamına” eşitleyemeyeceğimiz Dosto bile Turgenyef’e karşı kızgınlığının (düpedüz kıskançlığının) çok som, çok sahih bir yöneliş olduğunu sanmıştır, en azından bir süre.

Bu o zamandı. Şimdiyse duyguların, duruşların, tavır alışların araçsallaştırıldığı bir dünya var. Madem kullandım bu “barbarca” terimi, açıklamak da zorundayım. Silah haline getirilmesini kastediyorum, Pentagon kuramcılarının kullandığı anlamda; mesela bir bakterinin (veya uranyumun veya güneş ışığının) silahlaştırılmasını, kullanıma, askeri faydaya sunulmasını. “Duygu” onu seferber eden kişinin kendisine ait olmayabiliyor; ama o duygunun ortalıkta dolaşıyor olması, farklı kesimler arasında bir temas bölgesi sağlaması yeterli: köşe yazarımız, sanki kendisi sahiden hissetmiş gibi işlemeye başlayacaktır o duyguyu, daha da hedefli hale getirmeye. Haset, aslında kendilerinin sansalar bile aslında ortalığın: sadece dağınık bir halde duruyor, programlanması, yoğunlaştırılması, bir gün bir hedefe (mesela Selahattin Demirtaş’a), öbür gün bir başkasına (mesela Oya Baydar’a) karşı “konuşlandırılıyor.” Şu halde bir duygulanım vekaleti var burada: hani eskiden (ve belki şimdi de) bazı kesimler kendi yakınlarının cenazesine kendi yerlerine göz yaşı akıtacak profesyonel yakarıcılar gönderirlermiş ya, Habertürk gazetesinin bu iş için tuttuğu usta kalem Oray Eğin de bir gün “Selo”ya, bir başka gün Murat Belge’ye, ama çoğu zaman da (çalışma gerektirmediği için) daha genel bir şeye, mesela bir semte, “Cihangir”e veya “Gümüşsuyu”na (?) yönlendiriyor bizim tıkanık, kudretsiz kızgınlıklarımızı.   

Tamam, en genel olarak kalitesizlikten söz ediyoruz. Ve ben de böylece bir anda kendimi asıl “element”im içinde buldum, derya içre balık: mendeburluk, kalitesizlik, mıntıkam. Ama ne çok saldırmayı bekleyeni varmış Belge’nin! Ben de bir anda bunların arasına karışmış buldum kendimi, karışmaktan, erimekten şikayetçi olduğumdan değil, severim, ama... Bir anda bir haysiyetsizlik bulutu toplandı, yoğunlaştırılmayı, silahlaştırılmayı bekleyen zehirli bir atmosfer: biri öbürünün Belge eleştirisini bir rozet olarak kendi yakasına takıyor, öbürü ben dememiş miydim diyor, ortak düşman karşısında kaşarlanmış karşıtlar bir anda eriyik bir kalabalık oluşturuyor. (Bir şair gördüm ki, adını bile hatırlamadığı ama hiç sevmediğini de belli ettiği bir başka şairin “Murat Belge eleştirisini” gururla yüzüme sokuyordu. Bu çocuklar da galiba dışardan görülmediklerini sanıyorlar.) Keşke daha konsantre bir kitap yazmış olsaydı Belge. “Sosyalist deneme” veya “Ahmet Mithat Efendi” gibi şeyleri biraz unutsaydı. Ne var ki öbürleri yine de durmayacaktı. Bir gün Oray Eğin, öbür gün Haşmet Hakan.

***

Kurtuluşçu düşünce unutamaz, hareket de unutmamalı: Marie Antoinette’in zarif başı seyircilerin sevinç çığlıkları içinde sepete düştüğünden beri “haset” denilen şey yeryüzünde bizimle birlikte, hınç, ressentiment, kudretsiz veya kör kızgınlık, haklı “sınıf kini”, ne dersek diyelim. Henüz tam yazılmamış bir ikinci “sosyal mücadeleler ve devrimler tarihinin” uğraşması gereken konu: nasıl yönetildi, yönlendirildi bu duygu, o devrimler sırasında? Az şey biliniyor, çünkü bu açıdan bakılmadı pek. İzak Babel’in Kızıl Süvariler’ini okuduk, bir “elemental” devrim anlatısı gibi – çok şükür Bolşeviklerin, ama en çok da Troçki’nin o bulanık, yüzergezer enerjiyi devletleştirerek, Kızıl Ordulaştırarak denetim altına alıp mümkünse “daha iyi bir geleceğe” yönlendirdiğini biliyoruz (şiddetin hiçbir kısmını hissetmemiş bazı insanlar hâlâ Kronstad’tan söz ediyorlar). Kamboçya’yı da öğrendik olaydan birkaç yıl sonra, kişilerin sırf gözlüklü olduğu için giderildiklerini. 1936-39 arası İspanya’yı da biliyoruz diyelim, o kan banyosunu. Ama mesela 1918-22 arası “medeni” Almanya’yı, Münih veya Hamburg’da mahalli kızgınlıkların, köy nefretlerinin nasıl idare edildiğini ve kaç cana mal olduğunu hiç merak ettik mi?[1]   

Diyorum ki bu vardır, bu kolay geçmeyecek, tatminsiz, güçsüz ve yıkıcı “imrenme”. Sebepleri ve yeni biçimleri üzerinde düşünmek daha iyi olmaz mı, herkesle iyi geçinmeye çalışmak yerine?



[1] Galiba daha önce de söylemiştim, 1918-23 Alman “devriminin” büyük tarihçisi Pierre Broué’nin kitabında da bulamayız böyle bilgileri. Ancak çok sonradan, 1970’lerin sonunda çeşitli kayıtlar elden geçirilirken çıkmaya başladı bu konuda yazılar.