ABD’ye Özgü Kavramlar Sözlüğü – “Jüri Görevi (Jury Duty)”
Kenan Erçel

ABD ceza mahkemelerinde bir sanığın suçlu olup olmadığına avukatlar, savcılar ya da hakimler değil, jüri (“jury”) heyetinde yer alan sade vatandaşlar karar veriyor. Aşağıda izah edileceği üzere bunun birçok istisnası yok değil ama televizyon ve sinemadan fazlasıyla aşina olduğumuz ve fakat T.C.’ye bir o kadar yabancı bu olgu ABD’de[1]  çok rutin bir uygulama ve vergi vermek kabilinden bir vatandaşlık görevi (“duty”). 

Jüri üyeliği seçimi iki kademeli. Önce, mahkemenin bulunduğu şehirde ikamet edenler arasından rastlantısal olarak seçilen bir grup şahıs postayla gönderilen bir celp marifietiyle mahkemeye çağrılıyor. Sanığın ve avukatının da hazır bulunduğu seçimin ikinci aşamasında hakim isnat edilen suçu ve davaya tanık olarak katılacak şahısların isimlerini açıkladıktan sonra jüri adaylarına, onların tarafsız karar vermelerine mani teşkil edebilecek hususlara dair sorular yöneltiyor. Örneğin, “sanığı, avukatları ya da tanıkları tanıyor musunuz?” veya “polisler hakkında, bu davadaki nesnelliğinizi etkileyecek denli güçlü, olumlu ya da olumsuz görüşleriniz var mı?”. Hakim ve avukatlar jüri adaylarıyla birebir kısa mülakâtlar yaparak gerek gördüklerinde jüri adayının görüşlerini irdeliyorlar.[2] Her iki tarafın avukatlarının da jüri adaylarını eleme hakkı var. Gerekçe göstererek eleme hakkında sınır yok ama son karar hakimin. Avukatların, gerekçe göstermeden (“peremptory challenge”) eleme hakkı da var ama bunu sınırlı sayıda kullanabiliyorlar.

Bu seçim işlemini elenmeden atlatanlar [3] jüri heyetini oluşturuyor. Davanın mahiyetine göre 6 ila 12 kişiden oluşan heyet üyeleri, sanığın suçluluğuna dair lehte ya da aleyhte oy kullanarak adaletin tecelli etmesinde rol oynuyor. Ve yine davanın mahiyetine göre, karar için oybirliği ya da heyetin dörtte üç veya beşte dört çoğunluğu gerekebiliyor. Şayet yeterli oy çoğunluğu sağlanamazsa (“hung jury”) ya dava başka bir jüri heyeti önünde tekrar görülüyor ya da düşüyor. Masumiyet karinesi esas alındığı için oylama masumiyet üzerine yapılmıyor. Yani, ispatlanması gereken masumiyet değil, suçluluk. O yüzden, bazen tek bir jüri üyesinin sanığın suçluluğuna kani olmayışı nedeniyle sanık beraat edebiliyor.

Aynı isimli tiyatro eserinden uyarlanan 1958 yapımı, 3 dalda Oscar’a aday gösterilmiş 12 Kızgın Adam (“12 Angry Men”) tam da bu durumu konu alıyor. Filmde sanığın suçlu olduğuna inanmayan bir jüri üyesi, başta “suçlu” oyu kullanmış diğer onbirinin aklını çelmeyi başarıyor. Filmin birçok çarpıcı niteliğinden birisi babasını bıçaklayarak öldürmekle yargılanan 18 yaşındaki sanığın gerçekten masum olup olmadığını seyirci olarak bizlerin de bilmeyişimiz. Mesela, filmin (ya da tiyatro eserinin) sonunda, cinayet anına geri dönülüp bıçağı oğlun değil de bir başkasının sapladığını gösteren bir sahne vasıtasıyla inatçı jüri üyesini haklı çıkarma kolaycılığına kaçılmamış. Ve kimbilir, belki de çoğunluğun kararına ayak direnen üye haksızdı ve katil hakikaten oğuldu. Nitekim masumiyet karinesi üzerine bina edilmiş jüri sistemi bazen O. J. Simpson vakasındaki gibi doğruluğu epey su götürür kararların alınmasına yol açabiliyor. Ve fakat masum birinin cezalandırılmasındansa suçlu birinin beraat etmesi yeğdir ilkesi uğruna bu tür hatalar sineye çekiliyor. Zira DNA testi sonucu yıllar sonra aklanıp idam cezası ya da ömür boyu hapisten kurtulan düzinelerce mağdur gösteriyor ki masumiyet önkabulüne rağmen insanların haksız yere hüküm giymesi ve hatta idam edilmesi gayet muhtemel.

Kusursuz bir sistem olmasa da insanın bir jüri heyeti huzurunda kendini savunabilmesi önemli bir fırsat. Ve fakat bu fırsata herkes kavuşamıyor. Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme) örgütünün 2013’te yayınladığı bir çalışmaya [4]  göre savcılar, mahkemeye gitmeden, peşinen “suçluluklarını” kabul etmeleri halinde sanıklara kayda değer ceza indirimleri teklif ediyor.[5] Tersten söylersek, bir jüri heyeti önüne çıkmakta ısrar eden sanıklar, hapiste çok daha uzun bir süre geçirme riskini göze almak zorundalar. Örneğin, 2012 yılında görülen federal uyuşturucu davalarında, mahkemeye gitmeden neticeye bağlanan vakalarda ortalama 5 yıl 4 ay hapis cezası verilmişken mahkemeye giden vakalarda ortalama hapis süresi 16 yıl, yani öbürünün tam 3 katı! Hal böyleyken mahkemeye gitmemeyi tercih eden 24 bin kişiye karşılık gitme cüretini gösterenlerin sayısının sadece 747 kişi olması çok şaşırtıcı değil. Söz konusu çalışma, savcıların mahkeme sürecini ve o sürecin gerektirdiği meşakkatli hazırlıkları (örneğin, jüri heyetinin seçimi) es geçip kestirmeden sonuca gitmek için sanıkları yüksek cezalarla caydırma yöntemini bir insan hakları ihlali olarak tespit ve teşhir ediyor.

Savcıların hışmını göze alıp bir jüri heyeti karşısına çıkabilenler, şayet hali vakti yerinde değillerse, bu sefer de ekonomik imkânsızlıklarla cebelleşmek zorunda. Yine filmler ve dizilerden ezberlediğimiz, ABD polisinin tutuklama işlemi sırasında söylediği “avukat tutma hakkın var; eğer avukat tutacak maddi gücün yoksa mahkeme sana bir avukat tayin edecektir” repliğinde [6] bahis olunan mahkemenin tayin ettiği kamu avukatları, kıt kaynaklarla dağ gibi yığılmış dava dosyalarıyla boğuşan, müvekillerine vakit ayırmakta zorlanan adalet Don Kişot’ları.

Örneğin, New Orleans şehrinin Kamu Avukatları Bürosu’nda çalışan bir avukat, Washington Postgazetesine yazdığı bir serzeniş yazısında,[7] ABD Barolar Birliği’nin kamu avukatlarının iş yükünü senede en fazla 150 ağır suç vakası ile sınırlandırmış olmasına rağmen 2014 yılında kendisinin bunun iki katı davaya baktığını söylüyor. Yine aynı yazıda, bizzat Adalet Bakanlığı’nın tahminlerine göre ABD genelinde ceza mahkemelerindeki davaların %60 ila %90’ında müdafilerin kendi avukatlarını tutacak gelire sahip olmadığı belirtiliyor. Yani, savcıların verdiği gözdağına rağmen davalarını mahkemeye taşıyabilenler adalet arayışlarında bu sefer de işi başından aşkın kamu avukatlarının insanüstü çabalarına muhtaç.

Tekrar jüri görevi mefhumuna geri dönersek, kinik bir perspektiften bakışla bu uygulamayı, çarpık adalet sistemine giydirilmiş bir demokrasi kılıfı olarak değerlendirmek mümkün; kapitalizmin derin fırsat eşitsizlikleriyle terazisi şaşmış hukuk sisteminin “halkın takdiri” kisvesi altında meşruiyet kazanması. Ve fakat yine de bu uygulamada sosyalist bir yan var sanki. Sanığı, hakimlerin değil de halkın yargılaması Brechtgil bir durum adeta. Sade vatandaşların, davacı ya da davalı değil, bir karar mercii olarak yargı sürecine katılmaları, adalet sistemininin nesnesi yerine öznesi olmaları ilginç, dönüştürücü bir tecrübe. Eskaza böyle bir sistem Türkiye’de yer etmiş olsaydı, OHAL’de ilk askıya alınacak uygulamalardan biri olurdu herhalde.


[1] Jüri görevi sadece ABD’ye mahsus değil. Avustralya, Kanada, İtalya gibi başka ülkelerde de benzeri uygulamalar var. ABD’yi farklı kılan, jüri sisteminin hukuk mahkemelerinde de kullanılması ve karar için çoğunlukla oybirliğinin gerekmesi.

[2] “Voir dire” diye bilinen bu prosedür Latince’de “gerçeği söylemek” anlamına geliyor.

[3] Jüri adayının verdiği cevaplardan bağımsız olarak, sadece şans eseri elenmesi de mümkün.

[4] link

[5] “Plea bargaining” olarak bilinen bu süreci “ceza pazarlığı” diye çevirebiliriz sanırım.

[6] “Miranda” haklarının özeti olan bu repliğin ilk yarısı şöyle: “Konuşmama hakkına sahipsin. Söylediğin herşey mahkemede aleyhinde kullanılabilir ve kullanılacaktır.” Dublaj ya da altyazılarda geçen “delil olarak” kısmı Ingilizcesinde yok.

[7] link