Müesses İslam
Polat S. Alpman

İslamcılık düşüncesi ve hareketi içerisinde, Müslümanlığın modern dünyada nasıl yaşanacağına ilişkin uğraşlar büyük ölçüde gündemden kalktı. Bu tartışma sahteydi, çünkü Müslümanlar, tıpkı diğer topluluklar gibi, yaşadıkları çağın üyesiydi ve gündelik yaşamlarını dindarâne düsturlarla düzenlediklerinde bile modernlikten nasiplenmeye devam ediyorlardı. Buna rağmen İslamcılık açısından böyle bir sorununun dile getirilmesinin nedeni sosyo-kültürel eleştiri olmaktan daha çok politikti. Bir iktidar arzusu içeriyordu, fakat bunu sahte bir sorunla gizliyordu.

Sahte sorular binlerce yıl sorulabilir. Fakat Müslümanlığın modern dünyada nasıl yaşanacağına ilişkin sorgulamalar kısa sürede miadını doldurdu. Bu tartışmanın gündemden kalkmasının asıl nedeni, bu soruların gündeme gelmesine neden olan koşulların ortadan kalkmış olmasıydı. İslamcılık modern olduğu kadar siyasal iktidarı ele geçirmeyi talep eden bir ideolojiydi. Bu nedenle iktidarı ele geçirdiği yerde İslam’ın ne olduğunu, neyin İslam olduğunu tanzim edecek kudrete erişmiş oldu.

Müslümanlığın modern dünyada nasıl yaşanacağına ilişkin meseleler, özellikle 1980 – 2000 arasında, İslamî camiada popüler bir konuydu. Modern dünyada nasıl Müslüman olunacağı, modernliğin değerleri ile Müslümanlık arasında nasıl bir ilişki kurulacağı, Müslüman olarak laik düzende nasıl yaşanacağı gibi sorular, eli kalem tutan Müslümanların başlıca sorularıydı. Post modernizm tartışmaları Türkiye’ye geldiğinde, Müslüman münevverler post-modernizmin modernizme yönelik eleştirilerini büyük bir coşkuyla sahiplendi; hatta modernlik eleştirilerini buradan hareketle temellendirdi.

O dönemde neşredilen eserlerdeki yücelik ve eziklik duygusu, İslamcılığın asırlık iç krizinin bir yansımasıydı. Bu nedenle, dönemin eserlerinde modernitenin batıya ait bir öz olarak kavrandığı, batı dışı toplumların ise buna maruz kaldığı varsayımının çeşitli versiyonlarını bulmak mümkündür. Eserlerdeki bir diğer husus ise ideal tip olarak kurgulanan iki karakterin karşılaştırılmasıdır. Bu tiplerden ilki, sıklıkla “modern insanın çıkmazı” klişesi ile dile getirilir. Bedbaht, yalnız, amaçsız, inançsız, ahlaksız, ilkesiz bir insan tipi olarak sunulan homo modernusun karşısında ise bu dünyada acze düşse bile öbür tarafta kazanacak olan homo İslamicus vardır. Çıkmazlar içerisinde debelenen modern insan, çaresizce anlam arayışı içerisindedir ve kendini hangi dingin limana vuracağını bilemeden oradan oraya savrulur. Gerçek Müslüman ise –her İslami kesimin kendine göre çerçevelediği haliyle- kâmil insandır. Eşref-i mahluk Müslüman versus esfel-i sâfilin modern insan!

Dünyayı ikilikler üzerinden kavramak, İslamcı aydınlar için bir açıklama kolaylığı sağlamakla kalmıyordu. Müslümanları güçsüz ve yetkesiz bırakan modern dünyaya karşı, itikadi ve ahlaki üstünlükleri nedeniyle, onları seçkin ve seçilmiş kılıyordu. Yenilmiş olabilirlerdi ama ezilmemişlerdi!

Bu tartışmaların gündemden düşmesi, başta Türkiye olmak üzere Müslüman-yoğun ülkelerde, İslamcılık hareketinin siyasal iktidarı ele geçirmesiyle oldu. Böylelikle, yani iktidar ele geçirildikten sonra, Müslüman olmanın ne anlama geldiği üzerine kafa yormanın, buna enerji harcamanın pek fazla anlamı kalmadı ve bir asırdır, İslamcıları iyi-kötü bir çizgide tutan şiraze, beklenenden çok daha hızlıca kaydı. İslami camia içerisinde yokmuş gibi davranılan, gözle görülmeyen çıkar çatışmaları gün yüzüne çıktı ve alenen konuşulmaya başlandı. Bir tür ‘nimet çarpması’ yaşayan cemaatlerin ve tarikatların aleni hale gelmesi, dindarlığın siyasal iktidar tarafından temsil edilen bir niteliğe dönüşmesi, Diyanet’in -her zamanki gibi- devletin şimdiki dinini temsil etmesi ile birlikte, mevcut din kültürü, yeni gösteri kültürünün malzemesi haline geldi.

* * *

Güncellenmesi gerektiği ifade edilen İslam, Müslümanların zaten içerisinde yaşadıkları modern dünyayı, bu kez dini bir kabulle içselleştirmeleri gerektiğini söylüyor. Mütedeyyinler açısından bu bir tartışma konusu bile değil, çünkü dindarlıkları ile gündelik yaşamları arasındaki bağı kendileri örüyor. Onlar açısından bu mesele çoktan aşılmış. Biraz yakından bakan herkesin görebileceği üzere, mütedeyyinlerin önemli bir kısmı, modernitenin kültürel bağlamlarıyla yeniden örülmüş bir dindarlık pratiğini, kendi bireysel düzlemlerinde kurmuş. Devletin din alanındaki temsilcisi olan Diyanet İslam’ı ise öğreti olarak bir işe yaradığı varsayılsa da gündelik hayatı dönüştürebilecek bir etkide bulunamıyor, bulunamaz da. Çünkü üzerinde tekel oluşturmanın mümkün olduğu bir İslam bilgisi yok. Böyle bir İslam bilgisi icat edilse bile, sadece bununla temsil edilebilecek bir dindarlık yok.

Dini vakıflar, cemaatler ve tarikatlar ile düzenlenen dini topluluklar da dindarların tümü üzerinde etkili değil. Mütedeyyinlerin kahir ekseriyeti, internette dinlediği sarıklı, sakallı kişilerin vaazlarıyla gündelik hayatlarını düzenlemiyor. Dindar kişilerin önemli bir çoğunluğu, namahrem kişilerle aynı asansöre binmek için bu tip kişilerden cevaz beklemiyor. Bugün dindarların önemli bir kısmı, geleneksel teoloji ve fıkıh öğretisiyle değil, işlerine geldiği gibi, yani ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine göre gündelik ilişkilerini düzenliyor. Türkiye’deki egemen dindarlık kültürü, bu tür öğretileri önemsemeyen bir dindarlık. Tutum olarak bu öğretileri dile getirse bile duygu ve davranış olarak bunların dışında yer alıyor. Bu yüzden İslam’ın güncellenmesi gerektiği ifade edildiğinde, ortaya çıkan olumlu-olumsuz tepkilerin toplumun sinesinde bir karşılığı olduğunu söylemek zor.

Güncelleme talebinin herhangi bir karşılığının ve etkisinin olmamasının nedeni, bu basit sosyal gerçeklikten kaynaklanıyor. Bu nedenle İslam’ın güncellenmesi gerektiğinin akla gelmesinin sebeb-i hikmeti, bir din olarak İslam’la arasında bağ kuran kesimlerin, İslamcılığın denetim ve kontrol alanından uzaklaşmasıyla anlaşılabilir. Sıradan dindarları geleneksel itikada ve onunla aynı tarihsel dönemde ortaya çıkan hükümlere ikna edemeyen dini öğretiler ise ancak mevcut siyasal koşullar altında sürdürülebilecek öğretiler. Bu gerçeği fark edenlerin başında, bu tür dini öğretileri temsil eden cemaatler geliyor. Onlar toplumda karşılıkları olmadıklarını bildikleri gibi, varlıklarını da ancak böylesi bir siyasal düzen içerisinde sürdürebileceklerini ifade etmekten çekinmiyorlar.

* * *

Yeri geldiğinde “kadim” denilerek kutsallaştırılan, yeri geldiğinde “köhne” denilerek horlanan tarihsel mühimmatlar, İslam tarihi ve onun tarihselliği için de geçerli. Tarih ile kurulan ilişki hiçbir zaman tarihle ilgili olmadığı ve şimdi-burada iktidar olma arzusuna dönük olarak yeniden inşa edildiği için, İslam’ın tarihselliği, İslam’la ilgili bir tartışma değildir. İşin bu tarafı, İslam’ı güncellemek gerektiğini ya da onun güncellenemeyeceğini öne sürenlerin pek umurunda değil; dolayısıyla “İslam’ın eski hükümlerini değiştirmek gerek” ile “İslam’ın hükümleri eskimez” ifadelerinin ikisi de özgül anlamlar taşımıyor. Bu ifadeler, söyleyene göre anlam kazanan ve genellikle İslamcılığın güç ve yetke arzusunun yansıması olarak dile getiriliyor. Bu tartışmanın kendi bağlamını kurabilecek bir gücü olmadığı için ancak araçsal bir işlevi olabilir. Bu işlev, bir tür İslam’ın, yeni resmi ideoloji olarak müesses nizama, statükoya aday olmasıyla ilgili.