Popülizmin Yerli ve Milli Kökenleri (II)
Murat Belge

Son yazımda Osmanlı’dan miras kalmış kültürün modern çağda “popülizm” dediğimiz ideoloji ve örgütlenmeye nasıl yardımcı olduğunu tartışıyordum. “İntisab” kelimesi ve kavramı üstünde durmuştum. Bir yere “mensub” olmanın bu biçiminde o yerin “efendisi” sayılan kişiye (bu “şeyh” ya da “usta” ya da herhangi bir “bey” olabilir) kişisel sadakat birinci derecede belirleyicidir. Bir “bey”in “kapı”sına intisab etmeyi İnşaat Mühendisleri Odası’na ya da Fenerbahçe Kulubü’ne ya da Serinofiller Derneği’ne üye olmaktan ayıran başlıca ölçüt budur. 

Şimdi bu konuya bir de “modernleşme” sürecinin özellikleri içinden bakalım. Modern (kapitalist) toplum, yukarıda sözünü ettiğim ilişki biçimlerinden “anonim” olanını tercih ve teşvik ediyor. Modern insan bazı örgütlere (baro, oda v.b.) yasa gereği üye olmak zorunda; bazı örgütlenmelere ise gönüllü olarak katılıyor; Beşiktaşlı, serinofil, “rotarici” oluyor. 

Ancak, toplumda, bu toplum ne kadar “modern” olursa olsun, “modernleşmemiş” birçok insan yaşıyor. Hele tam kapitalistleşmemiş, periferide kalan toplumlarda bu nüfus iyice artıyor. Nüfus ayrıca hareketli, hemen hemen her zaman kırsal bölgelerden kentlere doğru bir akış var. Bu, aynı zamanda, bilinenden bilinmeyene doğru bir akış demek. “Bilinmeyen” her zaman korkutur. Onun için böyle bir toplumda çok kişi (kapitalizmin soğuk mantığını anlamamış, sindirememiş olanlar) kendilerini güvenebilecekleri bir dayanışma ortamında görme ihtiyacı duyarlar. Bu, onlar için, “Serinofiller Lokali” değildir. “Modern” bir topluluk da değildir; çünkü asıl korkutucu olan “modern” ilişkilerdir. En eski, en temel birim, “aile”, yardıma yetişir. Kapitalist toplumun soğuk, kişisellikten sıyrılmaya yönelik hiyerarşilerine karşı “aile”nin sıcak ilişkilerine sığınılır.

Türkiye’de insanların birbirlerine “abi, abla, amca, teyze” diye hitap etmelerinin temelinde bu yatar. İnsanlar sınıflaşmanın getirdiği hiyerarşiyi böyle “abi, abla” diyerek aile hiyerarşisine dönüştürdükleri zaman daha rahat yaşarlar.

Bu, Türkiye’de sınıfsal hiyerarşi bulunmadığı anlamına gelmez. Böyle bir hiyerarşi vardır ve çok kuvvetli bir şekilde vardır. Ama yaşantı düzeyinde kendi özgü bir biçimde, o biçime özgü kelime ve kavramlarla vardır. Böylece o gerçek (ve kaskatı) ilişkiyi kamufle eder; bir tampon işlevi görür.

Küçük sermayelerin egemen olduğu sektörlerde bu ilişkiler özellikle geçerli olduğu için sosyalistlerin oralara (“sanayi”lere) girip işçileri örgütleme çabaları hep hüsranla sonuçlanmıştır. Emekçi, patronuyla yaşadığı ataerkil ilişkinin bozulmasını istemez.

“Mafia” kelimesinin Sicilya’dan geldiğini biliriz. Oranın tarihinde bu özellikle “kötü” bir şey anlatmıyordu. Buraları sömüren toprak ağalarına karşı bir direniş örgütüydü. Ama bunu yaparak “suç işleyen silâhlı örgüt” anlamını edindi. Kavram asıl Amerika’da önem ve nam kazandı. Çıkışı, bilindiği gibi, Amerika’nın içki yasağıdır. Sicilya’dan, İtalya’dan yollara düşüp buralara gelmiş köylünün böyle bir yasağa akıl erdirmesine, hak vermesine imkân yoktu. Dolayısıyla içki dağıtan ve satan “Mafia” üyesi kendisini bir “haydut” olarak değil, insanların haklı taleplerini karşılamaya çalışan bir “iyiliksever” olarak görüyordu. Yaşadığı yerde bunun suç sayıldığını elbette biliyor ve “yakalanmamak” için her türlü tedbiri alıyordu. Ama bu onda “vicdan azabı” yaratacak bir şey değildi; bundan ötürü kendini suçlu saymıyordu. 

Hapisteyken tanık olduğum bir sahneyi hatırlıyorum. 12 Mart’ın bu aşamasında kaçakçılar (silâh ya da uyuşturucu satanlar) yakalanıyordu.

Bunlardan biri, diyelim X, bizim devrimci arkadaşlardan biriyle, o da Y olsun, eskiden tanışıyordu. Y zaten gençlik yılarında “lumpen” olduğunu, sosyalizmle tanışınca kendini topladığını anlatırdı. Y, X’i bu “kirli” işlerden kurtarıp onu da “devrimci” saflara çekmek istiyordu. Ama yaptığı işin kötü bir iş olduğunu anlatmakta güçlük çekiyordu. Esrar kaçakçısı X, “Yahu, Allah’ın otu bu,” diyordu. “Bunun seveni de var. Onsuz edemiyor. Ben bunu dağda toplayıp o adama veriyorum. Bunun neresinde kötülük var?” 

Y bu mantığı kırmak için kendini de işin içine katıyordu. “Yahu, X, biz hepimiz bu boktan işleri yaptık. Ben de oralardan geliyorum, ama şimdi anladım ki bunlar aşağılık işler…” Öbürü kesiyordu: “Kardeşim sen ‘aşağılık’ olabilirsin. Ben aşağılık bir iş yapmıyorum. Vatandaşın ihtiyacını karşılıyorum. Ticaret Odası’ndaki herifler gibi mi para kazanayım?” Y, buna da verecek cevap bulamıyordu.

Aslında “kapitalizme geçiş” demek olan “modernleşme”, herkesin kolayca anlayacağı, kolayca ısınıp benimseyeceği bir düzen değildir. Gemeinschaft’ın sıcak, kişisel ilişkilerinden çıkıp Gesellschaft’ın anonim ilişkilerine alışmak da kolay değildir. Örneğin mahalleden biri Giacomo’nun kardeşini öldürdü! Polis, mahkeme, şu kadar yıl hapis falan. Bunlar Giacomo’ya bir şey söylemez; onun “adalet” ve “intikam” kavramlarına uyan şeyler değildir. Gider vurursun, vurmadan önce biraz eziyet edebilirsin - intikam böyle alınır.

Yani “mafyacı”, başkalarına yardım eden bir “iyiliksever” olduğu gibi, aynı zamanda kendi adaletini kendi yerine getiren adamdır. Bu da zaten olması gerekendir. Mafya “müntesib”i , kendisine sorulduğunda, her bakımdan “şerefli” bir kişidir - cesurdur, sadıktır, “erkek adam”dır, bütün bu meziyetleri toplamıştır. 

Bu bağlamda Bekir Yıldız’ın bence en iyi hikâyesi “Bedrana” aklıma geliyor. Orada da modern toplumun ne demek olduğuna pek akıl erdiremeyen, daha doğrusu kendi aklının gösterdiği şekilde onu kavrayan biri vardır. Bölgesinin ahlâki değerleri çerçevesinde, istemeksizin kirletilmiş olan karısını öldürmesi gerekmektedir. Bunlar onun karşı çıkamayacağı değerlerdir. Ancak, kendi aklının gösterdiği şekilde, kadını öldürürse hapse gireceğini de bilmektedir. Cüppeli falan, “hâkim” dedikleri bir adam olduğunu bilir. Kurnazdır, karısını kandırır. O intihara teşebbüs etmeli, kendisi de son anda kurtarmalıdır. Böylece “intihar etti” diyerek, karısını bağışlayacaklardır. Karısı planı kabul eder, ipi filan hazırlarlar. Sandalya çekilir, koca kılını kıpırdatmaz, Bedrana ölür. Koca, “hüküm”den kurtulmuştur. 

Bekir Yıldız burada Güneydoğulu köylünün içinde yaşadığı “modern kapitalist” toplumla nasıl eklemlendiğini, neresinden bakarak nasıl tanıdığını anlatıyor. 

Evet, şimdi bu insanların siyasetle, “modern” siyasetle ilişkisine bakalım. Zaten, burada, toplum büyük ölçüde böyle olduğu için siyaset de hiçbir zaman “modern” olmadı. Mafya reisi doğru bulduğu partiye (onun başındakine) “intisab” eder; tabii adamları da onunla birlikte “intisab” eder. Her şey bu “intisab” zinciri içinde yürür. 

Bunun adı da “popülist siyaset”tir zaten.