Oedipus Karmaşası (XII): Psikanaliz mi Freudçuluk mu?
Erdoğan Özmen

Başından itibaren ve daha geniş bir çerçevede Freud’dan, onun keşfinden, bilinçdışı kıtasını bilime açma biçiminden, geliştirdiği yöntemle insan ruhunu ince ince haritalama girişiminden konuşuyoruz aslında. Bilinçdışının teorisi ve o teoriden kaynaklanan bir tedavi pratiği olan psikanaliz hakkında konuşuyoruz. Freud’u diğer dahilerle aynı sıraya yerleştiren şey, işte bu -bilinçdışının- keşfidir. O zamana kadar üzerinde durulmayan, anlamsız, önemsiz ya da saçma bulunan semptomları, ve onların hikayelerini dinlemenin özel bir yolunu icat ederek yapar keşfini. Çektikleri acılar nedeniyle kendisine başvuran histerik hastalarının semptomlarıdır bunlar. Diğer tüm dahilerin; Kopernik’in, Darwin’in, Marx’ın, Einstein’ın kendi alanlarında yaptıkları işi yapar, bir bakıma; yani sıradan, burnumuzun ucundaki semptomları/belirtileri merak etmenin, yorumlamanın, anlama ve açıklamanın radikal olarak farklı bir yöntemini bulur.

Freud’un bilinçdışını keşfi bir tür başarısızlıktan kaynaklanan -ilk hastalarının ona gösterdiği bir başarısızlıktır bu-, deyim yerindeyse rastlantısal/olumsal bir olaydır. Hipnoz başta olmak üzere daha önce denediği çeşitli tedavi tekniklerinin başarısızlığı ölçüsünde -yine hastalarının geri bildirimleri sayesinde- serbest çağrışım tekniğini ve bilinçdışının sözünü/sesini işitmenin/dinlemenin yordamlarını keşfederek teorileştirebilmiştir. Böylece hastanın ifadeleri, hayatını hikayeleştirme tarzı (daima bir hikayemiz vardır ve çoğu zaman kendi rasyonalizasyonlarımızın içine sızdığı bu hikayeler aynı zamanda en köklü kendimizi aldatma biçimlerimizdir de) kendi mutsuzluk, yetersizlik ve başarısızlıklarını anlatırken söyledikleri değildir artık duyulması gereken. Hakikat -hastanın ızdırabının ve bilinçdışının hakikati- başka yerde; dile gelen satırların arasından taşan şeylerde, birbiriyle ilgisizmiş ve rasgeleymiş gibi görünen bazı fenomenlerde (sürçmeler, rüyalar, fantaziler, unutkanlıklar, ketlenmeler vb), anlatılan farklı konuların birbiriyle eklemlenme biçiminde (çünkü yakından bakılınca burada da bilinçdışı süreçleri açığa vuran daha geniş ölçekli bir serbest çağrışım dinamiğinin çoktan işbaşında olduğu görülecektir), velhasıl hastanın söyleminin en tuhaf, tutarsız ve saçma kısımlarında, söz konusu söylemin kaçaklarında, kıvrımlarında, tökezlemelerinde aranacaktır artık. Bir şeyin hakikati daima kendi dışındadır çünkü. Eğer hastanın merak ve ilgisi bu tuhaf şeylere yöneltilir ve onlar hakkında konuşması sağlanırsa, onların anlamdan yoksun ıvır zıvır şeyler olmadığı, bilakis kendi özgül neden ve anlamlarını ortaya çıkaracak esaslı bir yorumlama faaliyetini hak ettikleri görülecektir.

Sıradan/gündelik bir şeyden söz ediyoruz: Kasdettiğimizden fazlasını söylediğimizi ya da onun çok berisinde kaldığımızı hissettiğimizde, yanlış anlaşıldığımızı düşünüp tekrar baştan başlama isteği duyduğumuzda, özür dileme ihtiyacı duyacağımız bir şeyi söyleyiverdiğimizde, içimizde olan şeyin kelimesini bulamadığımızda olan neyse ondan söz ediyoruz bir bakıma. Konuşurken basbayağı acz içinde oluşumuzdan, tuhaf acemiliğimizden ve tekinsiz kontrolsüzlüğümüzden. Edebiyatın iyi bildiği ve bizi edebiyatta cezbeden şeyden. Edebiyat demişken bir de yüce Calvino’ya kulak verelim:

“…oysa ben, gün içinde karşıma çıkan olayların birbirlerini izleyişinde dünyanın benden yana niyetlerini çözmeye çalışıyorum ve nesnelerde gizlenen karanlık imaların ağırlığını sözcüklere dökecek bir sözlük olmadığını bilerek el yordamıyla ilerliyorum. Havada süzülen bu önsezilerin ve kuşkuların beni okuyacak kişi tarafından yazdıklarımı anlama konusunda rastlantısal bir engel olarak değil, özün bizzat kendisi olarak algılanmasını isterim; düşüncelerimin akışı, onları izlemek isteyecek kişinin kökten değişim göstermiş zihinsel alışkanlıklarından yola çıkması nedeniyle kaypaklık etse bile, önemli olan nesnelerin satır aralarında beni bekleyen şeyin kaçamak anlamını okuyabilmek için gösterdiğim çabanın okura iletilebilmesidir.”[1]

Demek hastaların semptomlarının, yani fobilerin, konversiyon tepkilerinin, obsesyonların farklı bir biçimde dinlenmesi ve okunması edimi sayesinde keşfedilen/yaratılan bir kavramdır söz konusu olan: Bilinçdışı ya da Öteki sahne. Bilinçdışı bir anlamda öteki sahnedir çünkü. Çünkü, birden bir boşboğazlık, patavatsızlık sergilediğimizde, ağzımızdan kaçırdığımızda, dilimiz sürçtüğünde, ya da dilimizin ucundaki şeyi bir türlü hatırlayamadığımızda misal, konuşan ego/self (ben/benlik) değildir artık. Bu farklı bir psikolojik yerden/sahneden, Öteki yerden, Öteki’nin söyleminde (“Bilinçdışı Öteki’nin söylemidir”) dile gelen bir konuşmadır. Semptomların, rüyaların, sürçmelerin, sakarlıkların (bilinçdışı oluşumların) konuştuğu yer. Çünkü bilinçdışı dildir. Bilinçdışını meydana getiren dildir. Ve bu anlamda bir sözcük, sözcüğün bir kısmı bastırıldığında (bilinçdışı bastırma mekanizması sayesinde oluşur), o sözcük bilinçdışı oluşumlar aracılığıyla konuşmaya devam eder.

Psikanalizin bir merkezi/özü/esası varsa eğer, burasıdır: Bizzat hastanın merak edilecek, farklı bir dinleme ve okumanın nesnesi olarak kurulacak, anlamı deşifre edilecek bir şey olduğuna inanmadığı yerde (semptomun, rüyanın, sürçmenin ortaya çıktığı yerde), onların bilinçdışını temsil ettiğine ve okunaklı bir metin olduğuna, anlamları olduğuna inanmak. Freud’un sabırla ve özenle, kılı kırk yararcasına gerçekleştirdiği, bilinçdışının keşfine yol açan ve psikanalizi farklı türden bir bilimsel disiplin olarak kuran okumadır bu.

Tam bu noktada bir şey olur ve Freud söz konusu dinleme/okuma edimi sayesinde bulacağımız/karşılaşacağımız belirli bir anlam olduğundan söz etmeye başlar. Ve bunun bütün durumlarda/vakalarda geçerli olduğunu düşünür. Oedipus karmaşasından söz ediyorum. Freud’un bu girişiminin, tökezlemesinin, sıkışmasının bir öncesi ve geçmişi vardır şüphesiz. Psikanalist Freud’un yerine bilimci Freud yerleşmiş gibi olur. “Açıklayıcı bir yolun-sonu noktası, kişinin ötesine geçmeye gereksinim duymayacağı Arşimetçi bir açıklama noktasının varolduğu fikrinin”[2]  ayartısına kapılmaktan kendini alamayan bir bilimcidir bu. Bilinçdışını merak etmenin, dinlemenin ve okumanın hangi çerçevede icra edileceği böylece hükme bağlanmış olur. Şöyle yazacaktır “Rüyaların Yorumu”nda:

“Zaten çok geniş olan deneyimlerime göre sonradan psikonevrotik haline gelmiş tüm çocukların zihinsel yaşamlarında temel rol anababaları tarafından oynanmaktadır. Anababadan birini sevip diğerinden nefret etmek, o zamanlarda oluşan ve ilerideki nevrozun belirtilerini belirlemede bu denli önemli olan ruhsal itkiler stokunun temel elemanları arasındadır. Ancak ben, bu açıdan psikonevrotiklerin, normal kalan öteki insanlardan keskin bir biçimde ayrıldıklarına -yani, kesinlikle yeni ve kendilerine özgü bir şeyler yaratabileceklerine- inanmıyorum. Onların yalnızca, çocukların çoğunun aklında anababalarına yönelik olarak çok daha az belirgin ve daha az şiddette ortaya çıkan sevgi ve nefret duygularını daha büyük bir ölçekte sergiliyor olmak bakımından diğerlerinden ayrılıyor olmaları çok daha olasıdır -ve bu, normal çocuklarda ara sıra yapılan gözlemlerle de desteklenmektedir.
….
Eğer Oedipus Rex günümüz izleyicisini zamanının Yunanlı izleyicisinden hiç de az olmayan bir derecede etkiliyorsa bunun açıklaması, etkisinin, yalnızca yazgıyla insan istenci arasındaki zıtlıkta değil, bu zıtlığın örneklendiği malzemenin özel doğasında aranması gerektiği olabilir. (Grillparzer’in) Die Ahnfrau’sunda ya da başka çağdaş yazgı tragedyalarında ortaya konan benzer düzenleri yalnızca keyfi sayıp bir yana atarken, içimizdeki bir sesi Oedipus’taki yazgının zorlayıcı gücünü tanımaya hazır kılan bir şeyler olsa gerektir. Ve böylesi bir etmen Kral Oedipus’un öyküsünde gerçekten vardır. Onun yazgısı bizi yalnızca bizim yazgımız da olabileceği için etkiler; çünkü kehanet, tıpkı ona olduğu gibi, biz doğmadan, lanetini bizim de üzerimize göndermiştir. Belki de ilk cinsel itkimizi annemize ve ilk nefretimizi, ilk öldürme isteğimizi babamıza yöneltmek bizim de yazgımızdır. Düşlerimiz bunun böyle olduğunu bize kanıtlıyor. Babası Laius’u öldüren ve annesi Jocasta ile evlenen Kral Oedipus yalnızca bize kendi çocukluk isteklerimizin doyuruluşunu göstermektedir. Ama psikonevrotikler haline gelmediğimiz sürece cinsel itkilerimizi annemizden koparmayı ve babamıza duyduğumuz kıskançlığı unutmayı başarmakta ondan çok daha şanslıyız. İşte orada çocukluğun bu ilkel (primaeval) isteklerinin doyurulduğu biri vardır ve biz ondan, bu istekleri o zamandan beri içimizde zapteden bastırmanın (repression) tüm gücüyle geri çekiliriz. Ozan, geçmişi çözüp Oedipus’un suçuna ışık tutarken, aynı zamanda, içinde aynı itkilerin bastırılmış (suppressed) olmalarına karşın hala bulunabileceği kendi içsel zihinlerimizin ayırdına varmaya da bizi zorlar.
….
….Oedipus gibi, Doğa’nın bize zorla vermiş olduğu, ahlaka aykırı bu isteklerden habersiz olarak yaşar ve her şey ortaya çıkınca da tümümüz çocukluğumuzun sahnelerine gözlerimizi kapamaya çabalayabiliriz.”[3]

Freud’un eserinin değişmez çıpası olur Oedipus karmaşası, daima orada bulunarak bilinçdışının içeriğini oluşturacak olan bir sabit. Daha sonra (“Cinsellik Teorisi Üzerine Üç Deneme”ye (1905), 1920 de eklediği dipnotta); “Gezegenin her yeni üyesi Oedipus karmaşasının üstesinden gelme (master) göreviyle yüz yüze kalır; bunda başarısız olan kimse nevrozun kurbanı olur” diye yazacaktır. Ona göre karmaşa, normal bireyin gelişimine yön vermek ve ruhsal hayatın merkezi kurucu unsuru olmakla kalmaz, aynı zamanda psikopatolojinin tam kalbinde yer alır, nevrozların çekirdeğini oluşturur. İşte psikanalizin Freudçuluk karşısında geriye düştüğü, bilinçdışına ilişkin olarak biçimlere yönelik ilginin zayıflarken içeriğin saptanması çabasının/amacının öne çıktığı kırılma anıdır bu ve bunun huzursuzluğu Freud’un peşini bırakmayacak. Tam da bu biçimde kapanmaya müsait olmadığından, bizzat Freud tarafından tekrar tekrar açılacaktır.

[1] I. Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Çev. Eren Yücesan Cendey, YKY, 2017, s. 71.

[2] J. Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Artakalanı, Çev. Banu Büyükkal, Metis, 2006, s. 30.

[3] Freud, The Interpretation of Dreams, 1900, SE IV, s. 260-63; Düşlerin Yorumu I, Çev. Emre Kapkın, Payel, 1991, s. 309-12.