İnce’nin Seçimi: Erken Seçim ve Sol Popülizm Notları
Aybars Yanık

“Kazanamazsak, kim kazanırsa saygı duyarız.” (R.T.E)

Asgari demokratik kriterin bir armağan, bir vaat gibi sunulduğu koşulları betimlemeye mahal yok. Cumhurbaşkanının BBC’ye verdiği söyleşide sarf ettiği sözler aşağı yukarı, olmayan demokrasi kriterleri hakkında fikir verirken, Cumhur İttifakı’nın ağabey partisinin seçim manifestosunda gözlenen takatsızlığı kendini vaat etmekten başka bir seçeneği kalmamasıyla da kendini açığa vuruyor. Bu kendini açığa vurma, siyasetsizliği gizleyememe hali bir seçimi, tercihi değil, bir mecburiyeti, yani sandığımızdan çok daha önemli bir momenti işaret ediyor; aynı zamanda muhalefet cephesinde kısmi de olsa esen olumlu rüzgârın sebeplerine dair çıkarımda bulunmamıza imkân tanıyor.

Popülist moment

Siyaseti, “siyasi lafı” seçim dönemlerinde şahit olduğumuz salt retorikten ve vaatten ayırt eden şey nasıl “bağlam” ise (örneğin ithal ikameci bir ekonomik kalkınma modelinde herkese yüksek ücret vaat etmenin ya da işsizlik rakamlarını düşürmeyi hedeflemenin manasızlığını düşünelim), yani anlam, bağlam içerisinde “anlamlı” hale gelebiliyorsa, bir siyaset yapma biçimi olarak popülizmi çalışır kılan da hakim konjonktürün, başka türlü söylersek, hakim konsensüsün çatırdamasıdır; popülizmin bağlamı bu çatırdamadır…

Chantal Mouffe, Temmuz 2018’de çıkacak For a Left Populism adlı kitabında, bu çatırdamayı tarif ederken Gramsci’nin eskinin ölmekte olduğu, yeninin henüz doğamadığı durumu tanımlamak için kullandığı interregnum kavramına başvuruyor ve ekliyor:

Siyasal ve sosyoekonomik dönüşümlerin baskısı altında kalan hâkim ideoloji giderek çoğalan tatmin edilmemiş taleplerden dolayı istikrarsızlaştırıldığında bir “popülist moment”ten söz edebiliriz. Bu tür durumlarda, mevcut kurumlar var olan düzeni müdafaa etmeye çabaladığından halkın bağlılığını sağlamakta başarısız olurlar (…) bunun neticesinde, adaletsizlikle malul toplumsal bir düzeni yeniden yapılandırabilmeye mahir yeni bir kolektif özneyi -halk- inşa etme ihtimali zuhur eder.

Bu kavrayışı seçim öncesi Türkiye’si için tercüme etmek, popülist momenti işaret etmek açısından önem taşıyor. Bunun için de henüz doğmamış olanı değil de “ölmekte olan”ı anlamak gerekiyor; AK Parti’nin tükenmekte olan hikâyesini, belki de AK Parti’nin “eski Türkiye”[1] ile özdeşleşir oluşunu anlamak… Çünkü bu atmosferin, bu momentin yarattığı iyimserlik popülizmin yakıtıdır. O halde hakim konjonktürde çatırdamaya yol açan ve dolayısıyla tükenişi gizlenemez hale getiren kritik noktaları teşhis etmeliyiz.

Bunlardan en önemlisi, nasıl dönemleştirilirse dönemleşirilsin AK Parti’nin iktidara geldiği tarihten itibaren öyle ya da böyle sürdürebildiği makro düzeyde büyümeye dayalı ekonomik performansıydı. Kendisi de bir ekonomik bunalımın ertesinde iktidara geldiğinden, ekonomik anlamda istikrar, hemen her zaman, bilhassa da seçim dönemlerinde, seçmenlerin çoğunluğunun nezdinde, diğer tüm anti-demokratik reflekslerini önemsizleştirme işlevi de gören en önemli kozu olageldi. Dolayısıyla ekonomik istikrarı ve ekonomiye duyulan güveni/inancı (bu inancın, mevcut durumdan duyulan memnuniyetsizliği, yarın öbür gün iyi olunabileceğine dair bir umuda feda etmek anlamında salt ekonomik olmaktan öte bir ehemmiyeti vardır) siyasetin en önemli veçhesi haline getirmeyi başardı ve bütün siyasi anlatısını ekonomik istikrara dayalı stratejinin üzerine bina edebildi. Ancak görünen o ki, dünya genelindeki bir ekonomik buhrandan ayrı düşünülemeyecek bir biçimde, bu istikrar sekteye uğramaya başlıyor. Doların önlenemez yükselişi, işsizliğin tahammül edilebilir sınırları çoktan aşması, tüm bunlara bağlı olarak enflasyonun süratli bir biçimde artması, ekonomi bürokrasisiyle faizlerin düşürülmesi konusunda açıktan devam eden sürtüşme, hatta kavga ve ekonomik rasyonalite açısından faizlerin düşürülmesinin pek de mümkün olmadığı bir tablo ile karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanının bu ekonomik bunalıma yanıt olarak yalnızca “Para politikalarında daha etkin olacağım” demesinin ertesinde, doların 4,46’yı görmesi ekonominin kısa vadeli bir istikrarı sağlamada dahi ne denli yetersiz ve kırılgan olduğunu gösteriyor.[2]

İkinci olarak, belki de “güçlenme paradoksu” olarak tanımlanabilecek bir durumdan bahsetmeliyiz. AK Parti, siyasi anlatısını kendisinin henüz ele geçiremediği, dönüştüremediği, yeniden düzenleyemediği, hasım olarak bellediği Kemalist elitlerin egemen olduğu ve onların oluşturduğu “kurulu düzen”e karşı inşa ediyordu. Öyle ki her türlü eşitsizliğin, adaletsizliğin, tabi kılınmışlığın, ötekileştirilmenin, “parya” olmanın müsebbibi söz konusu elitlerdi ve onların karşısında konumlanma, o “mesafe” demokrasi mücadelesinin kendisiyle özdeş hale getirildi. AK Parti’nin hegemonik başarısının en önemli yanı buydu: Kendisinin var kalma stratejisini demokrasi gündemi haline getirebilmesi, anti-Kemalizmi ve anti-vesayetçiliği demokrasiye indirgeyebilmesi, yani kendi kaderiyle “milletin kaderi”ni aynı düzlemde eşitleyebilmesiydi. Ama işte, özellikle de 12 Eylül 2010’daki anayasa referandumu ve 16 Nisan 2017 plebisitinin ertesinde, AK Parti kazandıkça, o “mesafe” de kapandı. Kurumlara neredeyse tamamen hakim oldukça, kazandıkça, iktidarı merkezileştirdikçe, kurumlarla bütünleşti. Kendini mesafeleyebileceği, karşısında olabileceği kurum kalmadığında, “kurulu düzen”in kendisini ifade eder oldu. Her şeyi elinde tuttuğundan, yaprak kıpırdasa (ki doğrudur) “tek” sorumlu olarak görüldü. Dolayısıyla güçlendikçe kırılganlaşan bir kompozisyona hapsoldu. Siyasi hasımlarını dahi kendi içerisinden türetir oldu (Gül, Davutoğlu, Arınç yahut “arkadan iş çeviren”, dava şuuru olmayan bürokratlar, Karar gazetesi etrafında kümelenen yazarlar vs.). Manzarayı Erdoğan ve Muharrem İnce arasındaki şu polemik mükemmelen özetlemiyor mu?

-Bunların tek bir amacı, vardır o da Erdoğan’ı indirmektir. Diyelim ki bunu başardınız, peki siz millete ne vaat ediyorsunuz?

-Benim derdim Erdoğan'ı indirmek değil, mazotu, doları, gübre fiyatların indirmek. Sen gidince bunlar inecekse, sen de in be kardeşim.

Kısacası 16 senedir “paryalık”tan “yeni elitliğe” terfi etmiş, güçlendikçe, düzenle bütünleştikçe hasım üretebilmesini sağlayan mesafeyi de yitirmek durumunda kalan (Erdoğan’ın iktidara gelmeden evvel “dış güçler” takıntısını yersiz bulduğunu söylediğini hatırlayalım; şimdi de iktidarın ve destekçilerinin ona nasıl sarıldığını…) iktidarın kendi tercihiyle “kurulu düzeni” temsil eder hale gelmesi ve en büyük vaadi olagelen ekonomik istikrarın sekteye uğramasının yıkıcı neticelerinin kendisine mal edilebilmesinin kolaylaşması hakim konjonktürdeki çatırdamayı, işte bu çatırdama da “popülist moment”i mümkün kılıyor.

“Gariban” Muharrem ve sol popülizm

Moment bu iken, erken seçim kararı sonucu, muhalefet o ilk tedirginliği çabuk atlattı, muhafazakâr seçmen miti[3] ezberine, yani Türkiye’de neredeyse %70’e %30 gibi statik bir sağ-sol popülasyonu (kimi buna “sosyoloji” der!) olduğuna dair bir ezbere yaslanmadı, ilk turda çatı aday belirleme hatasına -hele ki İlhan Kesici ve Abdullah Gül gibi alternatifler düşünüldüğünde- düşmedi ve her parti kendi adayını çıkardı.

Bu adayların arasından İnce’nin bir sol popülizm örneği olarak okunup okunamayacağını tartışacağım. Bunu tartışmamım nedeni elbette moment kadar, İnce’nin, öyle veya böyle anketlerde Erdoğan’a karşı en ciddi aday olmasının da etkisi var.

Popülizmin bir ideoloji veya bir rejim olmadığını, alt alta sıralayabileceğimiz temel ilkelerinin bulunmadığını daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Gelgelelim popülizmin, modern demokratik gündeme içkin iki önemli boyutu olduğunu görmek gerekiyor. Bunlardan birincisi, ki ben bunu “pragmatik” olarak adlandırıyorum, bir iktidara gelme yöntemi/söylemi, o süreçteki stratejilerin bütünün tanımlıyor. Siyasetin üzerine kurulduğu zemini, meşruluk eksenini teşkil ediyor. İkincisi, yani “ilkesel” olanı ise demossuz demokrasilerde (oksimoron!) demosu hemen her fırsatta, öyle veya böyle gündemleştiren, temsilî mantığı aşan, meşruiyet krizini derinleştirerek “halk”ı geri yüklemeyi deneyen boyutu anlatır. Popülizm tartışmaları söz konusu olduğunda, “muhalefette popülizm” ve “iktidarda popülizm” ayrımını da gösteren bu analitik sınıflandırmanın ikinci boyutu, yani ilkesel yanı, bana kalırsa, iktidardaki performansa bakılarak anlaşılabilecek bir mesele. Popülizme rengini veren, önüne sıfat koyan da gücün elinde bulundurulduğu süreçlere bakılarak değerlendirilebilir. Bu anlamda, Muharrem İnce’nin sol popülist bir imkânı teşkil edip etmeyeceği vakitli bir tartışma olmaz.

Fakat İnce, popülizmin ilk boyutuna bağlanarak başarılı olabilir. Siyasetin meşruiyetini sandığa indirgenen ve adına konuşulan “millet”te eksik ne varsa, onu “halkta”, “halk” adına kurarak, oraya doğru bükerek bunu gerçekleştirebilir. Bir aşağılama sıfatı olarak kullanılan “gariban”lık vasfını üzerine geçirivermesi, Rize mitinginde “Siz zenginleşmeden, ben zenginleşmeyeceğim,” diyerek kendi kaderini halkla eşitlemesi, yani siyaseti zenginleşmek için yapılan bir faaliyetten farklı bir biçimde algıladığını ortaya koyabilmesi, Fox TV canlı yayınında kendisine sorulan “Nerede oturacaksınız?” sorusuna, “Saray’da oturmayacağım, evimde oturacağım,” diye yanıt vermesi, yani sarayı “yeni elitin” merkezi olarak sembolize etmesi, yine aynı yayında, kendisine güvenilmemesi gerektiğini, kendisinin “yoldan çıkmayacağının” garantisi olmadığını, dolayısıyla yalnızca kendisi değil, her kim için olursa olsun yoldan çıkma niyeti olsa dahi bunu kısıtlayabilecek bir rejim kuracağını vaat etmesi, aksi takdirde Erdoğan’dan bir farkının kalmayacağını vurgulaması önemliydi. Buna benzer bir vurguyu, eşit seçim koşullarının dışında bırakılan Demirtaş da, İrfan Aktan’a verdiği söyleşide yapmıştı: 

“Demokrasi, adalet, barış, ekonomi ve eşitlik başlıklarının tamamında büyük bir kriz ve çöküş yaşanıyor. Ben seçilirsem Parlamentoyu, yargıyı, medyayı, akademi dünyasını ve sivil toplumu güçlendirip bütün bu sorunları hep birlikte, hızla çözebileceğimiz katılımcı bir demokrasi mekanizması ve yönetim modeli inşa edeceğim. ‘En akıllınız benim, bu sorunları ben tek başıma çözerim’ demiyorum. Diğer adaylardan farkım budur.”

Bunlar, yazının başında değindiğim üzere, salt vaatten ibaret değil, mevcut popülist momentte içi boşalan kavramların, kurumların, algıların içinin farklı bir biçimde doldurulması ile ilgili olup siyaseten belki de hiç olmadığı kadar mana arz edebilir. AK Parti’de olmayan, artık da olamayacak, onun tükendiği yerlere yapılan vurguların siyaseten bir heyecan yaratmama ihtimali yok. Nitekim Rize’de, Cumhuriyet gazetesinden Bülent Mumay’ın mitingden aktardığı notlarda görüldüğü üzere “Siz zenginleşmeden, ben zenginleşmeyeceğim,” lafına karşılık “Allahı’na kurban,” seslerinin yükselmesi yahut yine Mumay’ın aktardığına bakılırsa, “Biz de bıktık...” tepkisinin yoğunluğu tesadüf değil. Gazete 365 TV’nin İstanbul’un çeşitli ilçelerinde yaptığı sokak röportajlarında oyunu “Reis’e” vereceğini ama Muharrem İnce’nin de “iyi adam” olduğunu, kazanabilme ihtimali olsa (bu da ilginçtir; birine oy vermemenin gerekçesinin “kaybedeceği” olması, zamanın ruhunu ne güzel özetliyor!) belki de “Muharrem’e” oy vereceğini söyleyenlerin sayısının hiç de az olmaması görmezden gelinemez. Bunun yanında belli ki kayıtsız kalıyor görünmemek için, Fransa’da yayımlanan, “İslâm karşıtı” olarak görülen bildirgeye istinaden “Fransa dinimizle dalga geçiyor” gibi dümeni hamasete kırdığı da oluyor, ki bu da siyasi alandaki tahribatı bize gösterir aslında: “Bir şey söylemeye mecbur hissetmek!”

Yazıyı çok da fazla spekülatif bir yola saptırmadan şöyle sonlandırmak isterim: Bir oyun kuruldu ve kuralları oyunculara ve onu maalesef seyretmek durumunda kalan seyircilere sormadan oluşturuldu. Yine maalesef ki oyunu oynamayacağım demenin fazlaca lüks kaçtığı bir dönemi -tam da sosyal medyada son iki üç seçimdir dolaşımda olan “biz postyapısalcı anarşistler bile sandık müşahiti olduk, artık gerisi siz düşünün” ironisinin ortaya koyduğu koşulları- deneyimliyoruz. İnce oyunun kurallarını tanıyıp oynamak durumunda, burada popülizmin basitçe gündelik algılanışını ifade eden “ucuz hamasete” sapmadan, “göreli olumlu rüzgârı”ın nedeni olan tükenmişliği “halkın” lehine tercüme ederek siyaseten problematize edip kendini “önemsizleştirdiği” oranda, ikinci turda başarılı olma şansı oldukça yüksek hale gelecek.



[1] Kemal Can, Cumhuriyet’teki yazısında şöyle diyor: “Seçim atmosferi, artık AKP döneminin ‘eski Türkiye’ haline geldiği bir ‘yeni Türkiye’ beklentisinin ağırlığını hissettirdiğini gösteriyor.” (“AKP artık ‘eski Türkiye’”, 11 Mayıs 2018, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/972406/AKP_artik__eski_Turkiye_.html)

[2] “Para politikalarında daha etkin olacağım” sözlerinin, iktisadi kurumsallaşmanın ne aşamaya geldiğini ve kurumların nasıl da işlevsiz kılındığını göstermesi açısından önemli bir anlamı var.

[3] Dinçer Demirkent, “Muhafazakâr seçmen miti”, GazeteDuvar, 3 Mayıs 2018, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/05/03/muhafazakar-secmen-miti/