Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (III)
Orhan Koçak

Benzer içerikleri olan iki terimi üst üste koyup bağdaşmazlıklara, özdeşliğin dışına kaçan artıklara bakacaktık. Bu, terimlerin birbirine nasıl göründüğüne bakmak da demektir. Kozmopolitizm açısından, enternasyonalizmde birey ile evren/dünya arasına ulusun, ulus-devletin dolayımı girmiştir (“birey”, bir kişi de olabilir, bir grup veya kurum da). Birey ancak ulusun temsilcisi olarak çıkabiliyordur dünya sahnesine, ulusun izin verdiği ölçüde, uygun bulduğu şekilde. BM’nin küçük değişikliklerle bugüne kadar süren “iç işlere karışmama” ilkesi bu ulusal dolayımı tescil eder: “dünya”, “uluslar-arası” evren, dokunulmaz sınırlarla ayrılmış hükümran ulus-devletlerin toplamıdır. Sınırlar hem ayırır hem yapıştırır: herhangi bir ulusal hükümranlığa tâbi olmayan bir ara bölge yoktur, içindeki bireylerin dolaysızca dünyaya “ait” sayılacağı bir ara bölge.[1] Aidiyet önce ulus-devletedir, ancak onun aracılığıyla dünyaya, “büyük insanlığa”.

Uluslararası sporun da enternasyonalizmidir bu: tenis gibi bireysel sporlarda bile oyuncunun adının yanına bir ulusal simge iliştirilir (çoğu zaman bayrak imgesi). Büyük Federer bile, ulus-altı veya ulus-üstü aidiyetleri ne olursa olsun, kendini devletine ne kadar bağlı veya mesafeli hissederse hissetsin, bir İsviçre yurttaşı olduğu için katılabiliyordur turnuvalara. Uluslararası kültürel kurumlarda da benzer bir durum: sanıyorum PEN’in bir İsviçre seksiyonu da vardır. 

Bu ulusçu format, zaman zaman yöreselci girdiler tarafından rahatsız edilse de (mesela “Çukurova”), Cumhuriyet dönemi Türk kültür hayatında siyasal karşıtlıkları aşan bir kabullenme görmüştür. Yazarımız, sanatçımız ancak “derinlemesine bize ait” olduğu ölçüde evrensel olabiliyordur, sadece bizi temsil ettiği ölçüde dünya edebiyatının, sanatının sofrasında kendine yer bulabiliyordur.[2] Daha doğrusu, öyle olmalıdır. Örnek vaka, Orhan Pamuk ve Nobel. (Ya da, kozmopolitizm açısından bakarak, “Ahmet Necdet Sezer vakası.”) Pamuk daha ödülü almadan bile önce burada sağda ve solda (ama en çok da “solda”) başlayan homurdanmaların bence asıl sebebi, romancının “bir milyon Ermeni ve otuz bin Kürt” hakkında sarfettiği sözlerden çok, dünya ödüllenme ortamına ulusun dolayımı (izni, yetkilendirmesi) olmadan geçmiş görünmesiydi. Daha önce yerli duyarlanma geleneğinin soldaki en has temsilcilerinden eleştirmen Fethi Naci tarafından edebiyat ortamına takdim edilmiş olmasına rağmen, bu topraklarda yeterince ter akıtmamış, yeterince çapa sallamamış gibi durmaktaydı. Cümlelerinin tuhaf, yeni, yadırgatıcı (bazılarına göre “çevrilebilirlik” faktörünü göz önünde tutan) sözdizimi, tam da o Nobel ânında dikkat çekmeye, kızgınlık uyandırmaya başladı.[3]   

Kozmopolitizmin uluslar sahnesine bakışını (ve sancısını) eski Doğu Almanyalı şair ve şarkıcı Wolf Biermann’ın dizeleriyle özetlemek mümkün. Şöyle diyordu, mealen: Ben şehirleri severim, ülkelerden ve aşklardan çok / Çünkü bir şehri kolayca terk edebilirsiniz…

***

Enternasyonalizm açısından hazmedilmesi zor olan da tastamam budur, bazı imkânlı tiplerin “dünya şehirleri” arasında kolayca gidip gelebilmesi. Şahıs Paraguay’dan Bangladeş’e veya Yunanistan’dan Kanada’ya gitmiyor, bunun yerine Dublin’den Buenos Aires’e veya Beicing’den İstanbul’a geçiyordur. Öbürü futbolun, PEN’in, hatta satrancın enternasyonalizmiyse eğer, birer ulus temsilcisi gibi davranmayan, davranmaması gereken bireylerin ve kurumların birbirine karışması, birbiriyle iyi geçinmesi vardır burada.[4] Doha’da, Selanik’te veya -niçin olmasın- Mardin’de bir sergi kalabalığı. Herkes ya ulusal aidiyetinden kaçarak gelmiş, ya da o aidiyeti bir “renk” önerisi olarak üstlenmiş – müzakereye açık, her an geri çekilebilecek bir öneri.

Burada artık BM’nin enter-nasyonalizminden değil, Marx-Engels’den 20. yüzyılın sosyalist hareketlerine (ve belli bir “uyarlanmadan” sonra, ulusal kurtuluş hareketlerine de) devredilen bir uluslararası dayanışma ilkesinden (ve pratiğinden) söz ediyoruz. Bu enternasyonalizm şuna dikkat çeker: Kapitalizmin dünyasallaşması, metaların ve sermayenin uluslararası dolaşımını kolaylaştırırken, aynı imkânı emekten esirgemiş, emekçi kitleleri kendi ulusal yerlerine mahkûm etmiştir. Kapitalizmde emek de nerdeyse toprak kadar sabit, hareketsizdir. Özgür, istekli ve “zevkli” uluslararası hareketlilik esas olarak sermaye temsilcilerinin ve üst düzey devlet-insanlarının imtiyazıdır burada – geçen yüzyılın ortalarında sonra buna bir de “yaratıcı sınıfın” ve kısmen de vasıflı emeğin gidiş gelişleri eklenmiştir. Geri kalan yoksul kitlelerin uluslararası yersizleşmesiyse hemen her zaman bir mecburiyetin, bir cebrin sonucudur: 16. yüzyıldan itibaren sömürgecilik ve Afrika’dan Yeni Dünya’ya köle aktarımı, 20. yüzyılda da dış ve iç savaşlar, açlık, topraktan sürülme, yok olma tehdidi.[5]   

Kozmopolit bakış, bu sert, sevimsiz olguların üstünden kayıyordur, Mumbai’dan Oslo’ya geçerken. İhmalin asıl koşulu da kozmopolit idealin 16. yüzyılda sömürgecilikle lekelenmiş olarak doğmasından çok, sonraki yüzyıllarda kendini ya çok resmî ya da çok dar (ve “toplumsal derinlikler” açısından da çok yüzeysel) bir çerçeveye hapsetmiş olmasıdır: ya BM’nin ve daha sonra da AB’nin enternasyonalizm/kozmopolitizmi, ya da işte o “yaratıcı sınıfın” ulus-aşırı conviviality’si. Bunlardan özellikle ikincisinin programında (düşünsel matrisinde) yer almayan şey, zor durumlarda dayanışma fikri ve pratiğidir. Açın Kant’tan-sonra-kozmopolitizm-ideali hakkında 90’lı yıllarda çıkmış kitapları, der enternasyonalist bakış, hiçbirinde savaş-karşıtı kitlesel hareketlerle ilgili, Vietnam ve Filistin’le ilgili kaydadeğer bir “geri beslenme” bulamazsınız. Dayanışma hiç yok değildir, ama baskı altındaki Çinli sanatçının sağ salim Venedik’e getirilmesine odaklanmıştır, fetvanın reddedilmesine. 

Sonra, “vatan” olarak yer meselesi var. Burada sahnelediğimiz şekliyle enternasyonalizm (“Marx-Engels’in mirasçısı”), göçmenlerin, mültecilerin “Batı”da kendilerine bir hayat alanı arama çabalarına öfkelenmiyordur, hatta Alain Badiou gibi bazıları esas olarak “kâğıtsızların” bu yöndeki mücadelelerine odaklanmışlardır. Ama Badiou da dahil hepsi için asıl ideal, insanların kendi yerlerinden kendi rızaları dışında ayrılmaya mecbur kalmadıkları bir dünyadır – ve tabii, ayrılmak isteyene de engel çıkarmayan bir dünya. Zorlanan kitlelerin zihnindeki “vatan” fikrine karşı alınan tavır burada bir ayrım çizgisi oluşturur: enternasyonalist, ister sosyalizmden olsun ister UNESCO’dan, bu fikri “tavizsizce” eleştirse bile küçümsemeye, hor görmeye yanaşmayacaktır. Ve zaten Rosa Luxemburg’un yaptığı da bu iki ayrı ray üzerinde aynı anda aynı maharetle gidebilmeyi becermekten başka bir şey değildir. Veya Lenin’in, veya Troçki’nin.

Şu var ki enternasyonalist, 90-sonrasının sol-lib kozmopolitizmine baktığında daha çirkin şeyler de görüyordur. Médecins Sans Frontières’in (sınır tanımayan tıpçılar) kendi faaliyetlerinden bir “insani müdahale” doktrini türetişini, bu öğretinin on beş yıllık bir süre içinde emperyalist saldırıyı savaş-karşıtı “iyi insanlar” nezdinde meşrulaştırmaya hizmet edişini izlemiştir. Kant-sonrası kozmopolitizmin en esaslı teorik temsilcilerinden Habermas’ın veya Karl-Otto Apel’in veya David Held’in veya Toni Negri’nin bu konuda hiç ağzını açmayışına baktığında kendi ağzı açık kalmıştır, önceden bilmiyorsa eğer. Nereye gitti bu işgal-karşıtı hareketler diye şaşakalmıştır bir an, daha dün burdaydılar! Sonra, “oralarda” yaşayan ve direnmeye çalışan bir kişi değilse eğer, çeşitli internet sitelerine girerek, o savaş-karşıtı hareketlenmenin ana-akım partileri içinde daha solda olanın seçim kampanyalarında istihdam edilerek ehlileştirildiğini görmüştür. Sonra? Sonra, çok büyük namus açıkları yoksa eğer, mümkünse “buraya” bakmış ve Bostancı Gösteri Merkezi’ndeki toplantılarda TSK’nın Afrin harekâtına ilişkin bir itiraz sesi çıkmadığını farketmiştir. 

Demek bu enternasyonalizm de kendisi hakkında düşünmek zorundadır, bütün safiyetiyle.



[1] “No man’s land”, “terra nullius”, “kimseye ait olmayan toprak” – bunlar esas olarak savaş terimleridir. Muharebenin bir duraklama ânında iki düşman kuvvet arasındaki boş toprağı belirtirler. Dolayısıyla geçici bir statüsü vardır böyle bir bölgenin; barış zamanında da sonradan müzakerelerle (veya yine kuvvetle) “çözüme bağlanacak” bir arızadır, bir anormallik. İslamiyet'te de dar-ül İslam ile dar-ül harp bitişiktir, ya birindeyizdir ya öbüründe. Bu ikisi arasında görece barışçı ve güvenli bir bölgeyi tanımlayan dar-ül eman fikriyse çok işlenmemiş görünüyor.

[2] Bu tezi en hararetle savunanlar arasında Türkçe sarf ü nahiv’den nasiplenmemişlerin bolca bulunması, tezin ideolojik etkinlik ve nüfuzunu azaltmıyor, belki de artırıyordur.

[3] Başka etkenler de rol oynamış olabilir. Birdenbire çok satmaya başlaması, ama zaten kitap gelirine ihtiyaç duymadan da rahatça ve çalışmadan yaşamasını sağlayacak bir sosyo-ekonomik katmandan geliyor olması… Bilemiyorum, çetrefil, yapışkan, terli meseleler.

[4] Tek sözcükle çevrilmesi zor bir terim: conviviality. Birlikte yaşama eğilimi. Hatta, birlikte yaşama zevki.

[5] 1950-80 arasında Avrupa ve ABD’nin ucuz işgücü ihtiyacı, çevreden merkeze görece daha rahat ve güvenli koşullarda bir emek göçünü mümkün kılmıştı. Ama bu tarihsel olarak sınırlı bir olgudur. “Konuk işçilerin” oranı ve miktarı, merkezden çevreye giden sermayenin orada istihdam ettiği emekçi kitlenin yanında çok küçük bir nicelik olarak kalır. 90’lı yıllardan itibaren dalgalar halinde Avrupa’ya giden, gitmeye çalışan ilticacı kitlenin yanındaysa lafı bile edilmez.