Hitabet
Tanıl Bora

Politikanın ‘icadından’ beri aslî bir veçhesi, çatışma ve müsabakadır: onun kadimden beri aslî bir unsuru da karşılıklı konuşma müsabakası veya söz düellosu. Muharrem İnce’nin ısrarla üzerinde durduğu çağrı, “Gel karşılıklı tartışalım” çağrısı, ne kadar özsel bir önem taşıyor aslında. Türkiye’de siyasî liderler arasında doğrudan konuşma-tartışmanın nadirattan olması, temel bir demokratik kültür problemi. Erdoğan’ın bir siyasî rakibiyle kamu önünde son yüz yüze münakaşası, 2002’ye tarihleniyor. “Böyle bir şey olabilir mi?”

***

Kadri Gürsel, Muharrem İnce’nin hitabet yeteneğini “Erdoğan’ın üstünde” buluyor. Doğallığı, prompter’a bakmadan konuşması, kıvrak zekâsı, mizah duygusu, olumlu elektriğiyle, bir “politik stand-up’çı gibi” konuştuğunu söylüyor İnce’nin. (link)

“Erdoğan’ın üstünde” ölçüsü, Erdoğan’ın sadece iktidar olmasından değil, onun hitabet yeteneğinin sürekli bir güç faktörü olarak vurgulanmasından kaynaklanıyor kuşkusuz. Siyasal iletişim bağlamında Erdoğan’ın hitabeti hakkında bir yüksek lisans çalışması yapan Ayşe Aslı Yıldırım, onun mimik, ses tonu ve beden dilini kullanma becerilerini saymış. Gençlik yıllarında şiir müsabakalarından ve Haliç’te demirli gemilerin üzerinde kendi kendine yaptığı alıştırmalarla konuşmalarına önceden çalışmasının katkısını belirtmiş. Tabii ki, imam hatip okulunda aldığı hitabet eğitiminin katkısını eklemiş. (O hatip formasyonunun, her konuyu aynı besteyle seslendiren yapısına, otomatik iniş çıkış makamlarına ayrıca bir eğilmek lazım. “Ciddi manâda”, “noktasında”, “çok daha farklı” gibi dolguların bolluğuna da.[1]) Bu lehdar performans analizinde dahi, “Zaman zaman öfkesine hakim olamaması ve bu yüzden de agresif bir görüntü ortaya çıkarabilmesi”ne değinmeden edilememiş. (link)

***

Son devirlerimizin sosyoloğu Can Kozanoğlu da, ne yazık ki yazmak yerine konuştuğu yeni kitabında, Erdoğan’ın “müthiş bir hatip” olduğuna pek kimsenin itiraz etmeyeceğini söylüyor. Buna mukabil, “iyi konuşamıyor” damgası yiyen Kemal Kılıçdaroğlu’nun vasat bir kürsü konuşmacısı fakat çok iyi bir stüdyo konuşmacısı olduğunu düşünüyor.[2]  

Mesela Alparslan Türkeş’in de iyi bir kitle hatibi olmadığı ama küçük toplulukları çok etkileyen bir hitabet yeteneği olduğu bilinir. Evet, hitabetin ortama ve muhataba bağlı farklı kabiliyet ölçekleri vardır.

***

Belâgat veya hitabetin, Eski Yunan’dan beri, demokrasi mücadelesiyle doğrudan alakalı bir tarihi var. Siteye dışarıdan gelenlerin, imtiyazsızların kamuya katılma mücadelesinin aracı olmuş. Belâgatin felsefe karşısında küçümsenerek ayrıştırılması, kamuyu ve politikayı aşağıdakilere kapatmaya dönük seçkinci bir direncin ifadesi. (Kadim Çin düşünürü Lao Çe de: “Bilen konuşmaz/ Konuşan bilmez” demiş.) Yüzyıllar sonra, Roma’nın büyük hitabet düşünürü Çiçero, Sokratesçi felsefenin felsefeyle belâgati, “beyinle dili”, düşünmeyle konuşmayı -daha prompter yokken!- ayrıştırmasına yazıklanacak.[3] 

Ama sonra, Aristotelesçi okul, belâgate kıymet verdi. Belâgat, kamuya hitabet, bizzat kamuyu kuran, cumhuriyeti yaşatan bir eylem olarak Roma’ya intikal etti. Çiçero, diktatörlük altında, hitabet sanatının, belâgatin şartlarının ortadan kalktığını söyler. Ama buna rağmen konuşma iradesini yaşatmak gerektiğini savunur. Roma’nın bir başka namlı hatibi, Tacitus, belâgat sanatının zaten sürekli halk toplaşmaları yanında “muktedir olana da hücum etme hakkının tanınmış olmasından” nefes bulacağı fikrindedir. Erbabı, Roma düşünürlerinin fikrini, “susma…!”dan daha serin ama daha galiba derin bir ifadeyle özetliyor: Konuşma sahasını terk etmemek.[4]    

***

Belâgate karşı şüphe, Hıristiyan Batı orta çağında çok güçlü. Belâgatin ve vaizlerin tezahürat avcılığının vahyî hakikati bulandırmasından endişe ediliyor. İslâm dünyasında siyasetnamelerde de pek yeri yok. “Retorik ve münakaşa ilmi”, istisnaen faydalı beceriler arasında sayılabilse de, sultanda bilhassa aranan bir meziyet değil.[5] Yine de, kıyas ilminde mantığın beş sanatı arasında üçüncü sırada yeri var: burhan (delil), cedel (karşı sav, münakaşa), hitabet, şiir ve safsata (veya mugalata, demagoji). 

***

Hümanizm ve aydınlanma düşüncesi, belâgate itibarını iade eder. Machiavelli Prens’in önsözünde retorik süsü reddetmekle beraber, aslında faydalanır ondan. Savaş sanatıyla ilgili yazılarında zaten savaşla hitabeti birlikte düşünür. Hatip, komutanla aynı soydandır ona göre. Hitabet de komutanlık da aktör odaklıdır, stratejik hesaba, araçsal-teknik uygulama becerisine dayanır. Erbabı, Machiavelli’nin hitabette Çiçero’dan “realizmi” devraldığı kanısında. Hatip, “hayat öğretmeni” değil “meselenin/konunun mütevellisi”dir buna göre.[6] Pragmatik düşünmeli, etkilemek üzere, iknaya elverişli olanı konuşmalıdır. ‘Bizim Makyavelimiz’, İbn Haldun da “kelâmın, halin icabına mutabık olması” demiyor muydu belâgat hakkında? [7]

***

Tarihte fazla ve hızlı gezdik… Belâgati ve hitabeti, performanstan öte, politik ve ahlâkî bakımdan değerlendirmeye gelelim.

“İdeal” hitabet logos, ethos ve pathos unsurlarının birbiriyle uyumlu olduğu hitabet. Yani, hatibin hal ve tavrı, yapıp ettikleri ile sözünün içeriği arasında tutarlılık olması… Dinleyenlerin hissiyatına hitap etme kabiliyetinin de bu içerikle uyumluluk taşıması, yani insanların hangi duygularını nasıl etkileyeceğini de gözetmesi... İbni Sina, hatibin sofistler gibi (demagog) olmaması için kendi menfaatini değil muhataplarının menfaatini düşünmesi gerektiğini söylemiş.[8] Aristoteles’in belâgati, her meselenin içinde barındırdığı veya ona içkin olan, ikna edici ve inandırıcı unsurları görüp idrak etme kabiliyeti olarak tanımlıyor. İknanın altını çizelim: salt destek (alkış ve tasvip) almak değil, muhataplarını ikna etmek, bir kanaate vardırtmak gibi bir derdi olmalı, belâgatin, hitabetin... 

Bu mirası devralan modern demokratik hitabet teorisi, hatibin, rasyonel bir akıl yürütmeye vekâlet edeceğini söylüyor. Şahsiyet, akıl yürütme ve dilsel yetenekler, nesnel bir rasyonaliteyi ikame edecektir. Demokratik hitabet usulünde, hatibin, rasyonel bir akıl yürütmeyi ‘temsil’ edeceği, zımnî bir sözleşmeyle, varsayılmalıdır.[9] İknanın ön koşulu, ondan da önce, ikna gayretinin alâmeti, budur.

‘İyi’ hitabet, demokratik hitabet, böyle bir şey olmalı.

Murat Sevinç, 22 Mayıs’ta Diken’de, bağırarak konuşanları tahammül edilmez bulduğunu söylüyordu. (Erdal İnönü’nün, “coşkulu Deniz Baykal’ı kongrelerde sakin ve esprili üslubuyla alt ettiğini izleme”yi özleyerek.) (link) Bağıran, genellikle, karşısındakini ve başkasını dinlemeyendir. Tezahürat almaya dönük yalandan soru cevaplar bunun yerini tutmaz - başkasını dinlemediğini, dinlemeyeceğini belli eden bir hitabetle, karşılıklı konuşmaya açık olduğunu belli eden hitabeti ayırt edebilirsiniz. İkna etme kaygısı güden, iknayı ciddiye alan hitabeti, böyle ayırt edebilirsiniz.

Erdoğan’ın hitabetinin uzunca bir zamandır bir kenara bıraktığı şey, işte bu: ikna. O, haylidir, ikna kaygısı gütmeden, buyurmak üzere konuşuyor. Tarihlerin, vakaların, kişilerin birbirine karışması dert olmaz o zaman; Hakikat’i bırakalım, düz realite bile o kadar önemli olmaz…[10] 

***

Selahattin Demirtaş’ın hitabetinin ‘iyi’ ve demokratik bir hitabet olması, her şeyden önce, konuşabileceğiniz birisi hissini vermesinden. Dinleyen birisi. “Yurttaş, arkadaş, yoldaş” – haydi “yoldaş”ı herkes benimsemeyebilir, ama herkes için, yurttaşça ve arkadaşça konuşabileceğinizden emin olduğunuz birisi. İşin esası: İkna kaygısı güden birisi.

Haklı olarak çok övülen mizahının, az evvel bahsettiğim “rasyonalite sözleşmesini” ihlâl etmediğini de eklemeli – lâfı dağıtmaya değil, sözü tamamlamaya yarıyor. Heyecanının ve duygusunun ajitasyondan uzaklığını eklemeli. Taha Toros, 1950’de yayımlanan Türk Hatipleri derlemesinde, “temiz, heyecanlı ve inandırıcı konuşma”nın[11] erdeminden bahseder. Evet, Demirtaş’ta görebileceğiniz gibi, hatibin kendi ‘öz’ heyecanı, dinleyenlerini heyecana getirme kabiliyetinden (ajitasyondan) daha temizdir. 

***

Bülent Ecevit, 1985’te siyasi yasaklı olduğundan katılamadığı ve bant kaydından mesaj gönderdiği ilk DSP kongresine, Olof Palme’nin cenaze töreninde okunan şiiri naklederek hitap etmişti: “Konuş... Konuş... Konuş.../ Dudakların varken daha!/ Bil ki borcundur konuşmak.../ Sana konuşmuş olanlara...”  

Evet, bu da var: Konuşmak, insanın, dinleyebilen insanın, onla konuşmuş olanlara, konuşmuş olduklarına karşı da borcudur.

Demirtaş’ın her şartta konuşmaya devam etme iradesi, böyle bir borcun ifası anlamını da taşımıyor mu? Onun dinleyebilen konuşmasına oy vererek ona bir şey söylemiş, onunla konuşmuş olanlara olan borcuna sadakatin ifadesi değil mi bu? 

***

Taha Toros, demokrasiye intibak heyecanının hüküm sürdüğü bir dönemde derlediği o kitapta, hitabetin, “söz ve fikir hürriyetinin şuurlu vasıtası” olarak “şerefli” bir mevkii olduğunu vurgular. Evet, en önemlisi bu. Politik hitabetin, konuşmanın, kamuyu ve politikayı kuran edim olduğunu hatırlayalım. Konuşma sahasını terk etmeme düsturunu hatırlayalım.

Selahattin Demirtaş’ın, her şeye her şeye her şeye rağmen, her yola başvurarak, hikâye yazarak, selâm göndererek, mektup yazarak, “ketıl”la… konuşmaya devam etme iradesi, her şeyden önce, hitabetin ilksel, özsel, temel demokratik anlamının ifadesidir ve başlı başına bunun için kıymetli: Konuşma sahasını terk etmemek, kamusalı ve politikayı hayatta tutmak. İkna gayretinden caymamak. İyi hitabetin esası, nefes ve tonlama tekniği değil, budur.


[1] Necmiye Alpay da dikkat çekmişti buna: Dil Meseleleri Uygulama Üzerine Yazılar II, Metis Yayınları, İstanbul 2018, s. 100.

[2] Can Kozanoğlu: Bıçkın ve Ağlak. Söyleşi: Mirgün Cabas, Can Yayınları, İstanbul 2018, s. 256 ve 99.

[3] Cicero: De oratore – Über den Redner. Reklam Verlag, Stuttgart 1976, s. 483-485.

[4] Andreas Hetzel: “Klassische Rhetorik und radikale Demokratie”, Handbuch Rhetorik und Philosophie içinde (der. A. Hetzel ve G. Posselt), De Gruyter, 2017, s. 535-562.

[5] H. Bahadır Türk: Çoban ve Kral. İletişim Yayınları, İstanbul 2012, s. 83.

[6] Joachim Knape: “Machiavelli und die Rhetorik”, Retorica: Ordnungen und Brüche (ed. Rita Franceschini /Rainer Stillers Maria Moog-Grünewald /Franz Penzenstadler Norbert Becker/ Hannelore Martin) içinde. Günter Narr Verlag, Tübingen 2006, s. 183-201.

[7] İbn Haldun: Mukaddime. Hazırlayan Süleyman Uludağ. Dergâh Yayınları, İstanbul 2017 (14. Baskı),s. 1046-7.

[8] Abdülkadir Coşkun: “İbni Sinâ’da retorik”, yayımlanmamış doktora tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2010, s. 186.

[9] Karl-Heinz Göttert: Mythos Redemacht. Fischer Verlag, Frankfurt am Main 2015, s. 30 vd.

[10] Belâgat, ‘bağlılarını’ gerçeklikten koparmaya da dönebilir o zaman - Fulya Alikoç’un işaret ettiği gibi: https://ekmekvegul.net/gundem/bir-yalanin-inanilma-ihtimalini-sevdi-o

[11] Taha Toros: Türk Hatipleri. Kültür Basım ve Yayın Kooperatifi, Ankara 1950, s. 7.