Mahalle Siyaseti
Murat Belge

Tayyip Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”si kurulma yolunda. Son seçim, muhalefetin, Erdoğan’ı destekleyen kesimden yeterli sayıda insanı ikna edemediğini gösterdi. Bu, zaten epey bir süredir devam eden bir durum: “mahalle”ler ayrışmış, herkes kendi “mahalle”sinin sözcüsü kimse onu dinliyor, onun dışındakilere kulak vermiyor. Ama bu, “dikkat etmiyor” anlamına gelmiyor; çünkü herkes, “karşı taraf”ın ne yaptığını izlemekte. Çünkü siyaset gergin, kaybetmenin riskleri (iktidar açısından) yüksek.

Bir toplumu dönüştürmek, nereden nereye doğru olursa olsun, her zaman güç bir iştir. Seksen milyona dayanmış bir toplumda yüzde yüze yaklaşan bir konsensüs kurmak zaten imkânsızdır. Onun için aslında Erdoğan’ın işi de kolay değil; ama şimdilik “Erdoğan’ın işi”ni bırakalım, bu “mahalle”de ne oluyor, ona bakalım.

Bir kere “bu mahalle” dediğimiz yer homojen bir yer değil; kendi içinde mahallelere bölünmüş durumda. Tabii en başta “CHP mahallesi”, “HDP mahallesi” v.b. var; ama onlar da kendi içlerinde homojen sayılmazlar. Bu “anormal” bir şey değil, ille bir “handikap” da olmayabilir. Öyle olup olmayacağı genel gidişin içinde belirlenecek. Varolan güçler dengesine baktığımızda, bu tarafta en belirleyici konumda CHP’nin durduğunu görüyoruz. Bu belirleyicilik olumlu da olabilir, olumsuz da.

Nitekim şu son seçimde iki türlü tecelli biçimini de gördük. İyi Parti’nin seçime katılabilmesini sağlamak için CHP’nin yaptığı yardım bence olumlu haneye yazılması gereken bir davranıştı. İktidar cephesinde uyandırdığı öfke de yerinde bir davranış olduğunun kanıtı sayılabilir.

Muharrem İnce’nin kampanya boyunca yaptıkları ve söyledikleri de bence doğruydu. CHP’nin genel tavırlarına en azından kısmen aykırı sayılacak işler yaptı İnce. Demirtaş ziyareti ve Hakkari mitingi bunların başında geliyor. Müslüman kesime karşı da kucaklayıcı bir dil kullandı. Zaten Erdoğan’ın hiç elden bırakmadığı “kutuplaştırma” siyasetine karşı bütün muhalefetin bu “kan davası” atmosferini dağıtmak üzere konuşması isabetli bir stratejiydi. Nitekim İnce’nin eriştiği yüzde otuzluk oran bunların bir ölçüde etkili olduğunu gösteriyor.

Ama yüzde otuz “yeterli” olmaktan bir hayli uzaktı. Başta söylediğim gibi, AKP’ye oy vermiş olan kesim, oyunu AKP’ye ve Erdoğan’a vermeye devam etti; Haziran seçiminin gerisine de düşmedi. Neden?

İnce ve partisi bunları yaparken AKP’nin eli de boş durmuyordu elbette. Ne eli, ne dili. Onlar da harıl harıl uzak geçmişten, yakın geçmişten örnekler göstererek CHP’nin sözüne güvenilmeyeceğini anlatıyordu. Tek-parti dönemi ne kadar eskide kalırsa kalsın, onunla ilgili kuşaktan kuşağa –genellikle sözlü olarak– aktarılan anılar, bu söyleme güç katıyordu.

Tek açıklama bu değil elbette. Ama bu etken çok önemli. Temelsiz olduğu da söylenemez.

İnce’nin ve CHP’nin bu kampanya sırasında benimsediği tavırların olumlu olduğunu söylüyorum. Peki, hepsi mi olumlu? Hayır. İnce, işin başında, “herkesin Cumhurbaşkanı olacağım” sloganıyla ortaya çıktı; ama ertesi gün, “tek istisnası var” deyip Soma’da tekme atan adamı hoş görmeyeceğini ilân etti. Böyle konularda söylediğin genel sözün ardından “istisna” olarak özel bir örnek verdin mi genel sözün gücünü kırarsın. “Demek istisnaları olacak”! “Bunlar iktidar olursa intikam almaya girişirler” düşüncesi o cephede zaten çok yaygın.

Seçim sonrasında TRT’yi kovalamak da doğru bir davranış değildi bence. CHP’nin seçmen kitlesinde böyle olayları görünce yüreği yağ bağlayan çok sayıda kişi olabilir; ama İnce’nin benimsediği genel söylemle, bozulan dostluk ortamını yeniden kurma söylemiyle yola çıkınca, buna aykırı jestlerden kaçınmak gerek. Böyle bir “jest” yapınca, “İşte, bakın, biz size söylemedik mi?” diye lafa başlayacak bir propaganda ordusu hazır, bekliyor.

Öte yandan gene seçim sonrasında, Kılıçdaroğlu kanadından gelen “Muharrem İnce başarılı olamadı” söyleminin de kitleler üzerinde bıraktığı izlenimin çok olumlu olmadığı kanısındayım. Gene İnce’nin kurultay istemeyeceğine teminat verdikten sonra “değişim rüzgârı” edebiyatına başvurması özellikle AKP’ye oy veren seçmenin gözünde “güvenilir bir CHP” imgesinin biçimlenmeye başlamasına yardımcı olmadı sanırım.

Daha küçük ayrıntılar da eleştirilebilir. Anti-entelektüalizm yolunda dev adımlarla ilerleyen Erdoğan’ın “Quantum” bilmemesi ona vurmak için “silâh” olabilir mi? Seçmenlerinin arasında bu kavramı bu vesileyle hayatında ilk kez işitmiş olanların oranı bu kadar yüksekse, etkisi olumsuz olacaktır. Popülizmin kuralı, sıradan yurttaşın kendisiyle önder seçtiği kişi arasında kuracağı özdeşlik ilişkisidir. Neyse, bunu fazla uzatmayalım.

Bana epey korkunç görünen “CHP tavırları”nın başında sayım sırasında olanlar geliyor. “Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalacağı kesinleşmiştir” gibi bir önerme yapabilmek, ayağını sağlam bir yere basmış olmayı gerektirir. Bu söz söylendi ama bunu doğrulayacak herhangi bir şey açıklanmadı. Açıklama yerine “Muharrem İnce kaçırıldı” yollu bir “tevatür politikası” var. Bunlar, bir siyasi parti için çok yıpratıcı davranışlar. Ve bunlar hepsi, oyunu AKP’ye vermiş seçmene “Doğru yapmışım” dedirtecek şeyler.

Seçim kazanmak, elbette ki son analizde “gönül kazanma”nın sonucudur. Bu değindiğim olaylar ise gönül kazanmayı büsbütün güçleştiren şeyler.

Bugünün Türkiyesi’nde her türlü sağ var. Sol yok. “Solcu” olan sanırım birçok kişi var; ama bir “siyasi hareket”ten söz edemiyoruz. Bu bağlamda ben bu toplumda bir “sol siyaset odağı”nın yeniden oluşmasını CHP’den beklemeyenlerin arasındayım. Yeşil-Sol ittifakı parti kurunca ben de üye oldum çünkü bu birlikteliğe aklım yatıyor. Ama çok zayıf olduğumuzu görmemek de mümkün değil. Kuruluşundan bu yana her seçimde HDP’nin bir bileşeni olarak davrandı. Benim bu yakınlığa bir itirazım yok, çünkü HDP’yi de bu toplumda demokratik düşüncenin yeşerme potansiyeli taşıdığı yerlerden biri olarak görüyorum. Ama YSP’nin de bir “hayal kırıklığına uğramış emekli sosyalistler kulübü” olmaktan çıkıp bir “siyasi parti” olmaya doğru adım atması gerekiyor. Bu arada, bu ülkede bir “sol” partinin tabanı olacak bir kesimin de halen AKP seçmeni, hattâ militanı olduğunu görmek gerekiyor.