“… Gerisi Teferruattır”: İyi Geçinmeye Dair
Orhan Koçak

Eski milli futbolcu yeni AKP’li politikacı Alpay Özalan, yıllarca önce, henüz top oynadığı dönemde, saha içindeki ve dışındaki bazı davranışları yüzünden eleştirildiğinde, şöyle savunduydu kendini: “Ne yani! Ben vatan haini miyim!” Başarılı futbolcu, böyle derken, bu ülkenin (ve herhalde başka ülkelerin, başka ulusal toplulukların da) en “kadim bilgeliğine” yaslandığının farkında mıydı acaba? Bu savunmanın geçmişte vahşete karşı her türlü itirazı boğmaya yettiğini ve gelecekte de yeteceğini seziyor muydu?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mütareke İstanbul’unda geçen Sahnenin Dışındakiler (1950) romanında, millici Bolâhenk Tevfik Bey yeğeni Mümtaz’a şöyle der: 

“Asıl mücadele öbür tarafta, Anadolu’da oluyor. Biz burada sadece herhangi bir ihtimale karşı müdafaa vaziyetindeyiz. Vak’a filan çıkarmıyor, belki vak’a çıkmasını önlüyoruz. Vatan meselesi çıkınca insanoğlu değişiyor. Galata’yı [işgal güçlerine ve Damat Ferit inzibatına karşı] tutanlar kimlerdir, bilir misin? Polis, sabıkalılar, külhanbeyleri, falan. Evet, polisle sabıkalı el ele verdi. Garip değil mi? Ama adı üstünde, Milli Mücadele bu! Bu ateşte sabıka filan kalmaz, hepsi temizlenir!”[1] 

Geçenlerde de 41. Asliye Ceza Mahkemesi'nin çete lideri Sedat Peker’le ilgili beraat kararının gerekçesi açıklandı: 

“İsmi ne olursa olsun terör örgütlerine karşı devlet ve milletin yanında olmak her Türk vatandaşının borcu ve görevidir. Sanığın bu görevini kendi dünya görüşü çerçevesinde, yargılamaya konu sözleriyle kendince ifa ettiği, anılan bu sözleri sarf ettikten sonra herhangi bir şiddet içerikli olay ya da eylemin de baş göstermediği anlaşılmakla sanığın beraatına…” 

Ülkücü mafya şefinin 15 Temmuz’un yıldönümünde Üsküdar’da mitingde yaptığı konuşmada “halkı suç işlemeye alenen teşvikten” yargılanmasına yol açan sözleri şöyleydi: 

“Cezaevleri de bir gün basılacak. Ancak onların hayal ettiği gibi değil. Dışarıda yakaladıklarımızın hepsini ağaçlara, bayrak direklerine astıktan sonra cezaevlerine de gireceğiz. Onları cezaevlerinde de asacağız. Boyunlarından asacağız bayrak direklerine.” 

Bu üç metin, Özalan ile Ahmet Hamdi’nin cümleleri ve mahkemenin gerekçeli kararı, “yazısız” bir yasanın yazıdaki izleri, ifadeleridir. Şüphesiz, yine farklı tarih ve bağlamlardan, başka örnekler de bulunabilir. Ama herhalde en kısa ifadesi, çeşitli savcı ve yargıçların ağzından duyduğumuz o ünlü cümle olmalı: “Vatan mevzubahisse gerisi teferruattır!” 

Ne söylenmiş oluyor böylece? Vatan hainliğinden başka suç olmadığı mı? O kadar dolambaçsız değil. Bir tercümesi şöyle olabilir. Birtakım sıradan suçlar vardır, hırsızlık, irtikap, yolsuzluk, tecavüz, cinayet vb – bunlarla pozitif hukuk ilgilenir. Bir de büyük suç vardır, asıl suç olarak vatan hainliği ki, yazılı yasalarda yaptırımı bulunsa bile asıl mahkûm edildiği yer bir tür “yazı-öncesi” ya da “yazı-üstü” yasanın geçerli olduğu bir yüce mahkemedir – “millet vicdanı” denmiştir, “töre” denmiştir, biz Barış Ünlü’yü izleyerek “Türklük sözleşmesi” de diyebiliriz, ya da “Amerikalılık sözleşmesi”. Böylece ceza hukukunun ardında daha güçlü, daha hükümran, daha kökensel bir hukuk her zaman çoktan kurulmuş olur. Bu yazılmamış ve yazılamayacak yasanın ikili bir nesnesi vardır: vatan-hainliği-olan şeyler ve vatan-hainliği-olmayan şeyler. Ve bunlardan ikincisi, yukardaki üç metinde de gördüğümüz gibi, her türden suç ya da kabahat için koruyucu bir şemsiye haline gelir. Ama bunu da en kısa yoldan belirten, 18. yüzyılda İngiltere’de Samuel Johnson olmuştu: “Vatanperverlik, alçakların son sığınağıdır.”

***

Bir kronoloji sorunu var. “Kadim” dedik, “yazısız” dedik. Öyleyse bildiğimiz şekliyle yasalar, anayasalar, pozitif hukuk, en eskiden beri süregelen o kökensel/yazısız yasanın üzerine sonradan eklenen bir katman mıdır, Aydınlanmayla, “medenileşmeyle”, modernlikle birlikte şekillenen bir tür kabuk? Kısmen ya da büyük ölçüde o eski töre’nin, “kan ve toprak yasasının” aşırılıklarını, gereksiz tahripkârlığını da zapturapt altına almak üzere? Bu yönde son derece inandırıcı ve doyurucu sunumlar da vermiş bütün bir sosyolojik tahlil ve anlatı geleneği vardır, Max Weber’in “meşru şiddet tekeli olarak modern devlet” fikrinden Norbert Elias’ın “medenileşme süreciyle” ilgili metinlerine kadar. Freud’un antropolojik önermelerini de (“tarih-öncesi Baba’nın oğullar tarafından öldürülmesiyle yasanın ve toplumun kurulması”) biraz çekip çekiştirerek bu çerçeveye sığdırabiliriz belki.

Aydınlanma-sonrasının bu evrimci hukuk düşüncesi büsbütün kör veya safdil değildir elbet: pozitif yasanın içinde, diplerinde, deyim yerindeyse geminin su kesiminde, kadim töre’nin gerektiğinde aktifleşebilecek bazı “muhafızlarının” beklediğini bilir – yasayla tanınmış bir hakkın ya da özgürlüğün kullanımını kısıtlayabilecek veya tümüyle iptal edecek bazı yasa maddeleri, içtihatlar, vb. Görünür ve yazılı devletle “derin” devlet arasındaki zorunlu fark, hemen her zaman, hemen her yerde, yazının kendi içinde izini bırakmıştır – en bilinen örnek, ABD Anayasası’nın bir ilave maddeyle tanıdığı silah bulundurma ve kullanma hakkı ki, çeşitli linç edimlerinin hoş görülmesinin de yazılı garantisi olmuştur. 

Burada sorun evrimci düşüncenin doğrusal zaman anlayışındadır: önce vahşet vardı, herkesin herkese kıydığı bir “doğa hali”, sonra kabilecilik, kan davaları, töre, derken düello, azar azar kural, görgü ve nihayet bütün bu fiili şiddetin modern ulus-devletin yurttaşlık çerçevesi içinde toparlanıp sadece bir potansiyel şiddet olarak kapatılması. Şimdi, bu evrimci sunum isabetli bile olabilir, belli yerlerde belli zaman dilimlerine bakıldığında: Celali isyanlarının tarihi bile, başa çıkılamayan hayduda “paşa” unvanı verip kuralsızlığın kural içine çekilmesinin tarihi değil midir?

Sorun şurada: evrimci bakış, hele tarihte, insanların ve toplumların evriminde, bizi getirip kolayca cevaplandıramayacağımız soruların (düşünsel skandalların) önünde bırakıveriyor: tarihte ağır ağır bir medenileşme sürece yaşanmıştır, gelgelelim şimdi de hızlı bir “medeniyet kaybı” sürecini yaşamaktayızdır. Şu halde evrimin amansız ve kötü niyetli bir şakacı olduğuna mı inanacağız? Ya da tam kavrayamadığımız bir kozmolojik devinim: evren (veya “madde”) önce dağılıyor, başıbozuk güçler halinde, sonra toparlanıyor, şekilleniyor, “görülür” ve kavranır hale geliyor, ama bir noktada yine su koyvermeye başlıyor.

Biliyoruz ki bu saptamanın da toplumsal teori geleneği içinde son derece ağırbaşlı ve şakasız sözcüleri olmuştur: Marx (sevinçli bir şekilde) kapitalizmle birlikte her şeyin katı halden gaz haline geçişini, ondan yüz küsur yıl sonra da Zygmunt Bauman (daha sevinçsiz) durumun tam gaza dönüşmeden sıvı halinde gevşeyişini anlatır. Bunların ikisi de açıklayıcı, öğretici sunumlardır. Ama sanıyorum ikisi de (Marx sadece Komünist Manifesto ânında, 1847-51 arasında) o evrimci bakışla kısıtlanmışlardır. İkisi de tarihte retroaktif doğumların çok farkında değil gibidir.

Bunu hemen nasıl özetlemeli? Belki Freud’un o nachtträglichkeit (“sonradanlık”) kavramına başvurabiliriz: bir şey, bir olay, olduğu, meydana geldiği anda, o âna kadar hiç olmamış olan kendi öncesini de yaratıyor, kendisine yol açan koşulları da toparlıyor, görülür ve anlaşılır kılıyor. Böyle bir retroaktif etkinliğin en berrak modelini yine Marx’ın Kapital’deki “artık değer” teorisinde buluruz, ama yerimiz dar. Ama orada diyordu ki, sömürünün bir geleneksel ve herkesçe bilinen ve kabullenilmiş bir gasp olmaktan çıkıp bir hukuksuzluk, demek bir meşru itiraz ve pazarlık konusu haline gelmesi için önce gizlenmesi gerekir, kapitalizmin serbest piyasasındaki eşdeğerlerin özgürce ve eşitçe mübadelesi kuralının ardında gizlenmesi gerekir. Bunun için de (kendisinin çok üzerinde durmadığı) bir yazılı hukukun şekillenmesi gerekir, Napoleon döneminden başlayarak.

İşte, yazılı hukuk oluşurken kendi su kesimini, teknenin yüzmesini sağlayan sintine suyunu, kirli ağırlığını da aynı anda geriye dönük olarak yaratmıştır. Daha önce hiçbir şey yok muydu? Değil tabii. Ama her şey açıktaydı, Genç Osman’ın önce tecavüze uğrayıp sonra boğulmasını önleyen (veya emreden) bir yasa yoktu. Böyle bir yasaya ihtiyaç yoktu, dolayısıyla bir yasa-dışı da yoktu. Ancak yazılı yasanın şekillenmesiyle “yasa-altı” veya “yasa-öncesi” (ama her zaman yasa-üstü) denilebilecek bir özgürlük alanı oluştu. Hobbes’un da Spinoza’nın da görmeyi reddettiği şey. 

Bir belirsizlik bölgesidir bu; yasakla ihlalin, töreyle pozitif yasanın birbirine karıştığı, söze, cümleye, harfe başvurmadan birbiriyle iyi geçindiği, sadece bakışmalarla ve (bir ecnebinin asla anlayamayacağı) deyimlerle anlaştığı bulanık bir aşinalık dünyası. Cemal Süreya’nın bir şiirinin başlığıyla, “sımsıcak, çok yakın, kirli”. Kısaca, modernlik kendi “modern-öncesini” yaratmıştır, medenilik kendi yedek vahşetini, her an burada, en ilerde ve her an “müracaat edilmek” üzere.

Burada kritik nokta, bu başvurunun yine hukukçular tarafından yapılmasıdır: yazının, demek sınırın, kısıtın bekçisi olması gereken savcıya, yargıca vb, “vatan söz konusuysa her şey serbesttir” dedirtebilen bir toplum, bir cumhuriyet, bütün bunlardan önce ve bunların üstünde, bir ulus olduğunu kendi hukukçularının, kendi şairlerinin ağzından böyle ilan ediyordur: bir ortak suçun (ve suçsuzluğun) çevresinde bütünleşmiş bir topluluk, büyük ve küçük hisseli ortaklarıyla.

***

Tanpınar. Mümkünse ağız tadıyla bitirmek üzere. Aynı romanın başında Mümtaz’ın bu bulanık tanışıklığın kendi çapında keskin bir gözlemcisi olduğunu görürüz (Mürai İbrahim Efendi’yi tanıttıktan sonra, Elâgöz Mehmetefendi Camii’nde toplanan mahalleliden söz ederken):

İşte her akşam saatinde, ya kalblerinden gelen bir itişle, yahut da isteyerek ve yolunu bildikleri için, birbirine bu kadar benzeyen, aralarında çok yavaş sesle konuşan, birçok girift meseleleri tek bir bakışla halleden ve yine tek bir bakışla çok zalim hükümler veren bu insanlar bu iki oda ile cami kapısının önünde birleşirler, karşı duvarın kenarındaki çiçek tarhlarına […], şakayıklara, bahar rüzgârında üşür gibi titreşen cılız gül fidanlarına bakarak, hazırlanan çayı içerler, mahalleye ait işlerden bahsederler, korka korka devrin fenalığından şikâyet ederler, yahut dar ve ufuksuz hayatlarının tek eğlencesi olan küçük, çoğu bu yedi sokağın arasında geçen şeylere ait dedikodular yaparlardı. (a.b.ç.)

“Birleşmeyen”in, “dar ve ufuksuz hayat”ın ötesinde dolaşanın böyle bahislerdeki tavrı nedir peki? Bir kısmını yukarda görmüştük. Ama daha güzel örnek şu (Mümtaz kendi pansiyoncusundan söz ediyor):

1915 yılında [!] Madam Elekciyan’ın hayatında dört mühim hâdise olmuştu. Evvela bu evi satın almışlardı [1]. Yazık ki bu sevincin üstünden iki ay geçmeden Kirkor Elekciyan ölmüş [2], fakat talih bu kaybı telâfi etmek ister gibi beş seneden beri izini kaybettiği Salih Kaptan’ı karşısına çıkarmıştı [3]. İşte bu ikinci buluşma kat’î olmuştu. Talih bu sefer de bu saadeti kıskanmış olacak ki, hemen arkasından Madam Elekciyan’ın vücudunun güzelliğinde o kadar zararlı bir rol oynayan kaza olmuş, Salih Kaptan’ın bütün ihtimamlarına rağmen, kırılan sol bacağı öbüründen biraz kısa kalmıştı [4].

Demek 1915’te “Madam Elekciyan”ın hayatında meydana gelen dört önemli olay bunlardan ibarettir – ve esas olarak hepsi bu Ermeni karakterin tam o yıl (aslında galiba eskiden de tanıdığı) bir Türk sevgilinin himayesine geçmesine indirgenir.

Niçin bu “mahallede” hep son derece gevşek bir okumanın nesnesi oluyor Ahmet Hamdi, bolca bağışlanmış, her zaman çoktan hoş görülmüş olarak? Bazı sahiden parlak, ışıltılı, keskin pasajlar, gözümüzü o bulanık, kirli töre’nin fokurdamalarına karşı köreltiyor mu? Belki başka çok örnek de verilebilir ama benim gözümün gelip takıldığı, Tamer Erdoğan’ın (bu mahalledendir) Türk Romanında Mütareke İstanbulu (2005) kitabında o romanla ilgili yazısı: çok şeyi saptamış, çok alıntı yapmış, ama Boğazlıyan Kemal’in de, Madam Elekciyan’ın 1915 yılının da üzerinden nefis bir aldırışsızlıkla kayıp geçmiştir. Barış Ünlü’nün “Türklük sözleşmesi” derken Nihal Atsız’a değil de esas olarak bana seslenmesi bu yüzdendir belki.

Öte yandan, yanlış hatırlamıyorsam, Tamer Erdoğan’ın kitabı, çıktığında merhum solcu şair ve yazar Sennur Sezer tarafından, yeterince yerli ve milli olmadığı için kınanmıştı.



[1] Kitabı okumuş olanlar, bu sözlerin herhangi bir ironi içermediğini bileceklerdir. Bir başka pasajda, anlatıcının (Tanpınar/Mümtaz) şu cümlelerini okuruz (Mümtaz, bir duruşmayı izlemek üzere Adliye’ye gelmiştir): “İstanbul’da Mütareke yıllarının tarihine, divanıharp kararıyla idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için yaptıkları cenaze merasimiyle o kadar parlak şekilde giren Askerî Tıbbiye talebesinden mühim bir kalabalık da benim gibi içeri giremeyenler arasında idi.” Kemal Bey, Ermeni “tehcirinde” ölümlerden sorumlu bulunarak 1919’da idam etilen tek görevlidir.