Polemiğe Dair (II)
Orhan Koçak

“Bir muarıza karşı, ideal bir muarıza karşı bile, siz yalnızken, yanınızda kimse yokken yöneltmek elinizden gelmeyecek bir argümanı, bir suçlamayı yöneltmekten kaçınmak.” (a.b.ç.) Paul Valéry’nin tartışma ilkesi buydu. Valéry kim? Victor Hugo ve Gerard de Nerval ile başlayan, sık sık sağcılaşan, zaman zaman solculaşan ve bazen de nefisçe tarafsızlaşıp renksizleşen 1789-sonrası Fransız şiirinin sondan bir önceki tek önemli noktası. Ama bugün şiirlerinden çok denemeleriyle, “notlarıyla” hatırlanıyordur belki, kışkırtıcı cümleler haline getirilmiş zekâsıyla (o yıllarda önem veriliyordu, 1970’lerden önce). Gençler için: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da iki en büyük ecnebi ustasından biri. Şu şeker cümle de onun: “Bazen düşünürüm, bazen de varımdır.” (Bir de şunu eklemek geliyor içimden: “Kendini bilmek kendi düzeltmek anlamına gelmez. Kendini bilmek çoğu zaman kendin için mazeretler bulmanın dolambaçlı bir yoludur.”) 

Ama devam edelim Deniz Mezarlığı şairinin tartışmayla, sözel kavgayla ilgili önermelerine. “Gerçekten düşünülmüş olmayan şeyleri söylemeyin,” diyor (vurgu kendisinin), “sadece kamunun önünde etki yaratan ama biz kendimiz geç saatlerde evde yalnızken bizim kendimizi utandıracak ve sefil edecek suçlamaları yöneltmeyin.” (a.b.ç.) Başka bir deyişle tribüne oynamayın, ucuz puan almayın. Ama “tribün” konusunu da açıyor Semiramis şairi: “gece geç saatlerde yalnızken, her şeyi anlamamızı ve insanlık durumunu tartmamızı engelleyen bir şey yokken ortada; kazanmamız, cezbetmemiz, tatlı sözlerle kendi tarafımıza çekmemiz gereken bir kamu yokken, savlarını çürütmek, maskesini indirmek ve yere sermek zorunda olduğumuz bir muarız yokken,” işte ancak o zaman eleştirmeye başlayın muarızınızı: “kendi kusurlarımızın göze batacak kadar belirginleştiği, zaaflarımızın da kolayca avlayabileceğimiz kişininki kadar açığa çıktığı anda”, işte ancak o anda polemiğimizin bir değeri olabilir.

Buradan bize ne kalır, 21. yüzyılda yaşadığımızı da düşünürsek? Hegel, Estetik derslerinde mealen şöyle bir şey diyordu, şüphesiz çok inanmadan, aşılacak bir “uğrak” olduğunu bilerek: “Şövalye odur ki, er meydanına rakibinden önce gidip onun kılıcını bileyler.” Biz hepimiz bugün buna “Stockholm sendromu” diyoruz, mazohizm demediğimiz zaman. Valéry’nin kastettiği bu değil; aslında tartışma adabından bile söz etmiyor, sadece şunu diyor: sadece yalnızken, muhatapsızken, tribünsüzken dürüstsünüzdür, sadece kendi düşüncenizi kendi mantığı doğrultusunda ilerletirken namuslu, o mantığın içsel zorunluluğu dışında hiçbir şeye cevap vermek zorunda olmadığınız saatlerde. Her şey sizin içinizdedir o anda, muarızınız bile size içsel, sizin iç tartışmanızdaki “uğraklardan” biri, onun adına da siz mantık yürütüyorsunuz – şu halde muma üfleyebilirsiniz, tartışılacak bir şey yoktur, çünkü aslında hiç olmamıştır, hep süregidecek olsa da.

“Komşunun kalbini aç (ki aslında seninkidir de) ama her insanın bağrında yuvalanmış pislikler üzerinde çok oyalanma. Daha derine in; ve masumluğu, zorunluluğu bulana kadar da durma, kalbin kronometrisini, tarifeyi ve saati; çünkü rezil düşünceler, arzular, pişmanlık, hayali cürümler ve bencil içgüdüler, sadece kendi sonuçlarına ulaşamadıkları için iğrenç ve nefretengiz görünüyorlardır – ve bunu yapamayacakları için.” Masumiyet, “zorunluluk” (?) – iyi ama tartışma nasıl yapılacak, yapılacaksa eğer?

Tartışmayı bir şekilde yürütmenin yordamları vardır elbet, biri “deneme” yazarlığı. Aklımda büyük denemecimiz Nermi Uygur’un üslubu var. Her önermenizin karşısında aynı kuvvette bir başka savın da bulunduğunu peşinen biliyorsunuzdur. Bunlar iyi geçinecek ve mümkünse kendi sürtüşmelerinin içinden bir üçüncü savın çıkmasına izin vereceklerdir, ikisinin de hem hakkını veren hem de hadlerini bildiren. Bir düşünce, bir önerme, bir iddia haline geldikleri için denemecinin sopasını yiyorlardır. Hiçbir düşünce bir ötekinden üstün değildir, hiçbir düşünce kendi söylenişinden, kendi kurgulanışından daha üstün ve daha erdemli değildir (bakın bu ikinci formülasyona yukardaki adam da hak vermek durumunda kalırdı, kendisiyle tutarlı olmak adına).

“Deneme” janrı hakkında sıkı denemeler yazan iki büyük denemecinin (Lukács ve Adorno) çok dikkat etmediği bir nokta var: terlemeden, güreşmeden çıkmak. Bunların ikisi de diyordu ki bütün büyük cümleler bizden önce kurulmuştur, Aristo, Corneille, Emerson. Biz ne yapmalıyız: çok geç başlamanın, filme son on beş dakikasında girip de doğru yorumu yapmanın bir tekniğini bulmalıyız – ve bu da Montaigne’de yok. Yüzyılların zekâsının ağırlığını hissedeceksin, kendin bir yumurta kırmayı beceremezken bile – hem de ortadan başlayıp yüzyılların çözümünün yetersizliğine ilişkin bir şey söyleyeceksin, bir ilave, bir çıkıntı, bir kesik. Ama ikisinin de önerdiği şuydu: İyi geçinmeye çalışma, tatlı olmaya. Sen de okurun da zararlı çıkarsınız. Ahlaki bakımdan da. – Şu halde nasıl tartışacağız?

***

Valéry diyor ki tartışmayın, çatışmayın, bir “karşı taraf” mı var, onu kendi zaten devam etmekte olan içsel düşünce sürecinizin bir uğrağı olarak alın, Hegel gibi; çünkü karşınızda bir başkası yok, yeterince düşünmediğiniz bir kendiniz var, kendinizin bir yoklanmamış ihtimali. – İyi, güzel, Orhan Kemal’in diyebileceği gibi. İyi de, bu “ihtimal” bizim hiç tahammül edemeyeceğimiz, yok etmek istediğimiz bir öğe olduğunda ne yapacağız? 

Valéry diyor ki “hakaretler galeri içindir,” tribün için, herkesin içinden geçeceği sergi mekánı için. Ama duyguların, düşüncelerin, kısaca “içselliklerin” berisinde bir çatışma (bir hakaret isteği) cereyan ediyorsa ne yapacağız?

Bu en zeki insan, bütün benzerleri gibi, zekânın karaya oturduğu anlar üzerinde zekâsızca, çaresizce, çaresizken düşünmeyi becerememiştir, düşünce ve gramer hep üste çıkıyor, kayık hep su üstünde. Üstelik herkesle iyi geçinmeye çalışan bir kişi de değildi. Ben damadının anılarından aktarıyorum, ya da oğlunun: Akşamüstüne doğru, mutfaktan yemek kokuları gelmeye başladığında odasından çıkar ve sofraya çökerdi, diyor. Eğlenceli olurdu, güldürür ve kızdırırdı bizi. Güncel politikayla, savaşla, milletle ve devletle dalga geçerdi. “Siz ne biçim sağcısınız?” diye sorduğumuzda da, “ben bir muhafazakâr anarşistim” türünden cevapları olurdu. Yeni olan her şeyden habersizdi, ama daha çok da habersiz görünmeyi severdi. Jean Cocteau’nun “İki Başlı Kartal” oyunu için kendisine ve karısına bilet aldık, ilgilenmedi bile, ilgilenmemiş göründü. Oysa tanışıyorlardı. Muhakkak ki kıskanıyordu.

***

Tartışılması gereken şey, tek tartışılacak şey, cümlenin, gramerin, sentaksın ötesindeyken (ya da çoktan berisinde) ne yapılabilir? Valéry seksen yıl önce öldü; ahlaki zorlukla boğuşmaya çalışmış başka insanlar, başka gönderi noktaları da yok bugün, herkes geçiniyor, iyi veya kötü. Burada Lukács’ı hatırlamak istiyor insan, ya da daha iyisi Ernst Bloch’u, şu bakımdan: ikisi de, nerede olurlarsa olsunlar, ister Moskova’da Lubyanka hücrelerinde isterse Peşte’de veya Paris’te, Leyla Güven’in edimiyle elektriklenmeye başlayacaklardı, sonradan uzun uzun düşünmeye koyulsalar bile (özellikle Lukács). Şu var ki bunların öğrencileri, mesela Michael Löwy veya Enzo Traverso gibi yazarlar, o “edimden” gelen çağrıyı işitmiş görünüyorlar. Türkiye’deki yayıncılarına inat. (Namus zor.)

***

Nasıl tartışırız? İlk cevap bir cildiye sorunudur, o kadar hassas olmamalıyız, yıllardır buradaysak eğer. İkincisi, sahiden tartışmak istiyor muyuz? Yoksa içimizi döktükten sonra rahatlıyor muyuz, gelen veya gelebilecek cevaba hiç bakmadan. – Ama galiba uzun bir süre daha bizim rahmetli Rober’in deyimiyle “paralel monologlar” sürecek.