Oedipus Karmaşası (31): "Oedipus" Hâlâ Geçerli mi?
Erdoğan Özmen

Bir arkadaşım dedi ki, “artık büyüse şu çocuk, aile matrisinden/ödipal dönemden çıksa, okula başlasa, topluma karışsa…”. Bu vesileyle bir kere daha söylemek istedim: Ödipal ya da pre-ödipal dönemi merak etmemizin nedeni, tam da topluma nasıl karıştığımızı anlamaktır. Yani, toplumun ve kültürün bir öznesi olmak için hangi süreçleri kat etmek zorunda kaldığımızı, hangi mecburi ‘seçim’ ve kararlarla karşı karşıya kaldığımızı, hangi yapısal sınırlılıklar ve olanakları üstlendiğimizi, neleri yapamadığımız ve neleri tekrar edip durduğumuzu anlamak. Bir özne teorisinin kurulacağı çerçeveyi oluşturmak. Birey olarak (ama toplum olarak da) daha olumlu ve avantajlı şartlara, bilimsel ve teknik gelişmelerin sağladığı onca imkana rağmen neden kendimize hep aynı ızdırap ve zorluklarla eziyet ettiğimize, neden her seferinde kendimizi aynı müşkül durumlara düşürüp durduğumuza, içimizi ezen suçluluk ve utanç duygularına (ya da onların yokluğuna; ikiyüzlülük, utanmazlık ve sorumsuzluğa), içimizdeki iyilik ve kötülüğün kaynaklarına, sevgi ve nefretin çekirdeklerine yaklaşmaya çalışmak. En nihayetinde yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki kıyasıya mücadelenin zemini olarak ortaya çıkan, ve en baştan itibaren bölünmüş olan ruhlarımızın soyut/metafizik ve tarih/toplum-aşırı bir kendilik/varlık olarak kavranması yerine hangi somut, maddi ve tarihsel/toplumsal ilişki, süreç ve pratikler içinde yapılanıp olgunlaştığının izini takip etmek.

Ya da şöyle söyleyelim: Bilinçli/akıllı varlığımızın tam kalbindeki yarığı/akıldışılığı (o tuhaf ve öteki yeri), -ya da tersinden söylersek- tuhaf ve akıldışı görünen şeydeki mantığı/aklı, demek bilinçdışını anlamaya çalışmak bu. Varlığımızın, iç dünyamızın bu kurucu unsurunu, zihnimizin “bildiğimizi bilmediğimiz” bilgisini kuşatmaya çabalamak.

Yine de şunu ekleyelim ama: Jungçu anlayışın arketipal bilinçdışı anlayışında ifade edildiği gibi, stabil ve değişmez bir fenomen olarak bilinçdışı kavramından uzak durmalıyız. Bilinçdışı, bir dizi ilksel/kökensel imgenin en baştan verili olan anlamlarına karşılık gelen, o verili anlam setiyle örtüşmekten ibaret sayılan ve mecburen kolektif bir nitelik arz eden atıl, pasif bir yapı değildir çünkü. Tam aksine öznesi olduğumuz toplum ve kültürle eklemlenen, içeriklerini bu etkileşim sayesinde edinen, demek ki mütemadiyen değişen ve sahip olduğumuz bilinçli anlamları üreten anlamlandırıcı ve aktif bir yapıdır.

***

Bir yamyamlık çağındayız uzun zamandır. Kapitalizmin mutlak zaferi denen şey, insan varlıklarının tüketilmesi sayesinde ilerleyen sürecin adı değil mi en nihayetinde: Nihai anlamıyla tüketim toplumu. Bu korkunç gerçeğe rağmen, bu korkunç gerçeğin tam koynundayken, aynı biçimde yapmaya devam eden, aynı yaşam alışkanlıklarını sürdürmekte ısrar eden, demek bu tuhaf kayıtsızlığa, aldırmazlığa, donukluğa duçar olmuş insanlık durumunun karşı karşıya kaldığı derin mutasyon var bir de. Bulunduğumuz yeri ve kim olduğumuzu saptamamıza yardım eden tüm referansların ve koordinatların yıkıldığı, insana yüceliğini ve biricikliğini bahşeden simgesel uzamın ve bağların çözüldüğü bir zamanın, bu çok katlı kayıp deneyiminin semptomu (ve aynı zamanda ona karşı savunma) yoğun bir apati ve uyuşma halinden başka ne olabilirdi ki zaten?

Demek temel yapıları, kurumları ve ilişki ağlarıyla çoktandır basbayağı değişmeye başlamış bir toplum yapısından ve dolayısıyla belli türde değişikliklere maruz kalmış bir bilinçdışından söz etmenin ve bunu mümkün en radikal anlamlarıyla düşünmeye girişmenin zamanı bu.


“Hiçbir şey zamanı tutmuyor. Yaşam bir sürem tesis eden düzenleyici yapılarda veya koordinatlarda yerleşik değil artık. İnsanların özdeşleştiği şeyler de devamsız ve geçici. Dolayısıyla, insan da radikal bir kalımsızlıktan mustarip. Yaşamın atomlaşmasına, atomlaşmış kimlikler eşlik ediyor. İnsanın elinde kendinden, küçük bir benlikten başka bir şey yok. Uzam ve zamanda, hatta dünyada, birlikte-varoluşta radikal bir kayba tabiyiz. Dünya yoksunluğu bir diskroni belirtisi. İnsanı, bütün gücüyle sağlıklı tutmaya çalıştığı küçük, önemsiz bedenine ufaltıyor. Bundan başka hiçbir şeyi yok insanın. Kırılgan bedeninin sağlığı dünyanın ve Tanrı’nın yerini alıyor. Hiçbir şey ölümden uzun ömürlü değil. Dolayısıyla bugün ölmek, çok zor. Ve insanlar, yaşlanmadan yaş alıyor.”[1]

Bu altüst oluş, toplumun ve insanlık durumunun bu çözülmesi ve dağılması insanın her daim karşı karşıya olduğu üç temel sorunda da; yani, psiko-cinsel kimliğim nedir (bir kadın ya da erkek olmak ne demektir), partnerimle/ötekiyle ilişkimdeki konumum nedir ve otoriteyle (paternal otoriteyle, Babanın Adı’yla) ilişkimde bulunduğum yer neresidir sorularında da bariz değişikliklere yol açarak ilerliyor. Zayıflayan paternal otoritenin bir sonucu olarak örneğin, cinsiyetler ve nesiller arasındaki rol, fark ve sınırların bulanıklaşması, büyüme ve yetişkin olma zorlukları, uzamış ergenlik günümüzün yaygın belirtileri artık. Diğer otorite yapıları ve kurumlarındaki gerileme ve çözülmeyle birlikte toplumun örgütleyici ilkesi olmaktan çıkmış bir paternal otorite kaybı söz konusu. Şimdiki otoriter liderler kuşağını da mümkün kılan bir gelişme bu, belki de. Demek belki de, ruhsal gerçekliğe hükmeden ödipal karmaşadan söz etmenin rahatlığına sahip değiliz artık. Şiddetli bir konum, yer kaybıyla, sayesinde kendi yolumuzu ve koordinatlarımızı bileceğimiz genel bir kural, kılavuz ilke kaybıyla karşı karşıyayız.

Sosyal medyada psikolog/psikiyatrların bolca kişilik tarifleri yapmasının, tüm o kişisel gelişim kılavuzlarının ve iyi/sağlıklı yaşama reçetelerinin, farklı mekanlardaki imgelerimizi habire çoğaltma ve yayınlamanın gerisinde demek ki, işte bu nerede bulunduğumuzu ve kim olduğumuzu saptama/anlama çırpınışı var belki de. Yakın ilişkiler kuramamak, bağlanma zorlukları, birbirini tanımak, tanışmak için sabır ve istek duymuyor olmak hiç de kendi başarısızlığımız ve yetersizliğimizle ilgili değildir belki de. Tümü belki de, onları mümkün kılacak bir kimlikten ve konumdan mahrum olmanın en yüzeydeki belirtisi kadardır. Aksu Bora da yazmıştı: “Belki de bütün o selfie’ler, instagram hikâyeleri, bloglar… narsisizme değil de boşluğa düşme korkusuna, bulunma arzusuna işaret ediyordur.”

Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, çev. Şeyda Öztürk, Metis, 2018, s. 9-10