Oedipus Karmaşası (33): "Oedipus" Hâlâ Geçerli Mi? (3)
Erdoğan Özmen

Psikanalizi bir bilim ve tedavi pratiği olarak kuran temel jest, bilinçdışının oluşumlarının, yani semptomların, rüyaların, sürçmelerin, sakarlıkların, unutkanlıkların okunması gereken, okunmaya muhtaç metinler olarak ele alınması, onların bilimsel bilginin nesnesi olarak yeniden tanımlanmasıdır. Belirli bir zamana yayılan, tedricen ortaya çıkan bir jesttir bu. Böylece o güne kadar süregelmiş ve belirleyici olmuş yüzeysel okuma biçimlerine göre sıradan ve ‘anlamsız’ görünen ve üzerinde durulmaya değer bulunmayan söz konusu fenomenlerin esasında sahip oldukları anlamlar, psikanalizin gerçekleştirdiği başka türlü bir okumayla, bu kurucu jest sayesinde açığa çıkmaya, görünür olmaya başlar. Freud için Oedipus karmaşası, tam da bu radikal olarak farklı okumayı mümkün kılan çerçeveyi sağlıyordu. Ona göre, hastaların semptomlarının anlamını ortaya çıkaran, ifşa eden bağlam Oedipus idi, yani Ödipal anlamın bağlamı.

Nitekim Lacancı teorinin 1950’li yıllar boyunca merkezinde yer alan paternal otorite (Babanın Adı) kavramı da aynı zihniyeti ve arkaplanı paylaşıyordu. Daha sonra, 1970 lerden itibaren toplumdaki ve aile yapılarındaki değişimi kavramak üzere oluşturulan bir dizi kavram -postmodernizm, büyük anlatıların artık geçerli olmadığı, tarihin sonu vb- eşliğinde bilinçdışının yapısının da yeniden düşünülmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Buradaki sorun bu kavramların değişimi uygun biçimde temsil edip etmediğinden ziyade, “ruhun yeni hastalıkları”yla çoktan belirgin hale gelmiş bir dönüşümün varlığıdır.

***


Öznenin kimliği, kim olduğuna ilişkin bilgiler, ya da kim olduğunu gösteren gösterenler daima Öteki’den gelir ve bu anlamda daima yabancılaşmış bir kimliktir. Ancak Öteki’den gelen gösterenler zinciri ve dolayısıyla kimliğimizi oluşturan her hikaye temel bir eksiklikle malüldür. Bu yüzden şu soru daima tepemizde sallanır durur: “Bana söyledikleri bu, fakat benden tam olarak ne istiyorlar?” İşte bu eksik söz konusu yabancılaşmaya bir sınır getirir, ve ayrılma ve öznenin kendi arzusu için bir alan yaratır. Yani, Simgesel’in yetersizliğinin, hepsini söyleyememesinin gerisindeki bu Gerçek fazlalığı (Simgesel tarafından özümsenemeyen bu minik parça) bilinçdışının çekirdeğini oluşturur. Lacan’ın alışılageldik dış-iç/dışsal-içsel ikiliğini aşmak için icat ettiği dış-yakınlık/dış-mahrem (extimate) terimiyle kuşatmaya çalıştığı işte bu tortu/fazlalık, sindirilemeyen bu Gerçek parçasıdır. Demek ki dış-mahrem (extimate) mahremin (intimate) karşıtı değildir. Daha ziyade, Mahrem olan Öteki’dir demektir bu. Freud’un “Tekinsiz”i ile örtüşen bir tür “yabancı cisim”:

das Ding (Şey) yalnızca dışlanmış olması anlamında merkezdedir. Yani, gerçeklikte dışsal olarak, unutulması imkansız tarihöncesi Öteki olarak koyutlanmak zorundadır. Freud’un entfremdet, bana yabancı bir şey formunda önceliğini teyit ettiği Öteki; tam merkezimde olmasına karşın bilinçdışı düzeyinde ancak bir temsille temsil edilebilen bir şey.”[1]

Bu unutulması imkansız tarih-öncesi Öteki, ensestiyöz arzunun nesnesi olarak ilksel annedir. Demek çocuğun ilk, ilksel açmazıdır Şey: Bir yanda bilinçdışı olarak söz konusu ensestiyöz arzu ve niyetler vardır diğer yanda ise bunların edimselleşmesinin sadece travmatik olacak olması (Şey’e düşülmesi, sınırları ortadan kaldıran tam bir kaynaşma hali) söz konusudur. Bir de Orhan Koçak’tan okuyalım:

“Oysa insani (dilsel) uzayda öznenin Şey’e düşmesini önleyen şey her zaman başka bir nesnedir, başka nesnedir, başka olduğu için korur. Özne “asıl şeye” (das Ding, “yitik nesne”, “o”, “B”, “bir görünüp bir yiten”) doğru uzanır, ama buluşma noktasında hep başka bir şey vardır, bir temsilci, bir vekil, bir ikame nesne. Bu değiştirilebilir, ikame edilebilir nesneler, Lacan’ın verdiği anlamla gösteren’lerdir; birbirleriyle ilişkileri, benzerlik ve farklılıkları sayesinde hayat bulurlar. Ama bu noktaya gelindiğinde, gelinebildiğinde, Şey sahneden çekilmiş, yerini ve bazı işlevlerini (arzunun sebep-nesnesi olma işlevini) nesne küçük a devralmıştır: değişen gösterenlerde temsil edilebilen ve hiçbir zaman yeterince temsil edilemediği için de özneyi hep başka şeye yönelten odur. Şöyle özetlersek çok yanılmış olmayız: küçük a, Şey’in “sonraki” halidir, öznenin oraya düşme tehlikesi kısmen savuşturulduktan sonra das Ding’in aldığı isim.”[2]


[1] Lacan. The Ethics of Psychoanalysis (Book VII), Routledge, 1992, s. 71.

[2] Orhan Koçak, Tehlikeli Dönüşler, Metis, 2017, s.143.