Eleştiride Öznellik ve Nesnellik: Zevk-i Selim
Barış Özkul

Zevk-i selim yanılmıyorsam ilkin Recaizade Ekrem’in Talim-i Edebiyat’ıyla dolaşıma girmiş bir “asalet” ölçütü: İyi edebiyattan, iyi müzikten, iyi yemekten, özcesi estetikten ve güzellikten anlama yetisi. Yetenek değil yeti: Doğuştan edinilmiş, Tanrı vergisi… Herhalde tevazu sahibi hiç kimse kendisi için “ben zevk-i selim sahibiyim” demez; tanıdığımız, bildiğimiz, zevkine güvendiğimiz insanlar için söyleriz bunu: Mesela Murat Belge çeşitli vesilelerle Fethi Naci’nin “zevk-i selim sahibi” olduğunu söylemiştir.

Fethi Naci ile Recaizade arasında neredeyse bir asır var. Kavramın evriminin anlaşılması için Recaizade Ekrem üstünde biraz duralım. Geç Osmanlı’da edebiyat eleştirisi öznel bir uğraştı; Fransa’da Zola’nın Claude Bernard’ı okuyup (Introduction a l’etude de la medicine experimentale) edebiyata bilimsellik ölçütü yerleştirme çabasına benzer bir çabaya bizde rastlanmaz. Zola’dan çok Zola’cı olabilecek Abdullah Cevdet (şiir de yazmıştır) gibi İttihatçılar edebiyata “bilimsellik/nesnellik” türü ölçütlerle bakmayı düşünmemişlerdir. Oysa son derece rastlantısal seçimlerle Zola’yı, Balzac’ı taklit eden romancılarımız olmuştur. Zola’nın yazım tarzını taklit edip dünya görüşünden olabildiğince uzak durmak 19. yüzyıla özgü bir zihniyet ketlenmesi değildir sadece. Geç Osmanlı’da edebiyatçı toplumun en şanlı “adam”ıdır (Namık Kemal gibi) ve yapıtlarını değerlendirmek için başvurulacak ölçütler ister istemez özneldir. “Bais-i şekva bize hüznü umumidir Kemal / kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına” diyen şairin ayaklandırdığı duygular nesnellik kıstasına vurulamaz.

***

“Zevk-i selim” sahibi olmak 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da da bir eleştirmen ayrıcalığıydı: Müzikten anlamak; Schubert ile Dvorak arasındaki farkı bilmek, bu farkın senfoni tarihindeki yerini belirleyebilmek için Walter Pater’a danışırdınız. Roger Fry’ın beğenmediği resmi beğenmez; Clive Bell’in “estetik duygu”sundan anlamayan bir yazarla vakit kaybetmezdiniz.

Eleştiri alanında “zevk-i selim sahipleri”nin otoritesini ilk sarsanlardan biri I. A. Richards oldu. Richards, bizde daha çok Pratik Eleştiri (Practical Criticism, 1929) kitabıyla tanınır ama C. K. Ogden ve James Wood ile yazdığı The Foundations of Aesthetics ile (Estetiğin Temelleri, 1921) edebiyat eleştirisinde nesnellik adına önemli bir tartışma başlatmıştır. Özetle şunu diyordu Richards:

Sanat yapıtının bir eleştirmende “güzel” duygular uyandırması estetiğin ölçütü olamaz. “Güzel” teriminin on altı farklı anlamı vardır ve bu anlamların okurla yapıt arasındaki empati sürecinde aldıkları çok farklı biçimler sözkonusudur. Empati nesnel bir kavram değilse bile okurla yapıt arasındaki ilişkinin empati sürecinde aldığı biçimler bizi nesnel ölçütlere yaklaştıracaktır ve bu ölçütleri yazarın, eleştirmenin veya okurun zevkine güvenmek yerine yapıtın iç tutarlığında aramak gerekir. İç tutarlık gibi ölçütler bugün son derece basit görünebilir ama 1921 gibi erken bir tarihte bu, nesnellik yolunda atılmış önemli bir adımdı ve T. S. Eliot gibi yazarların sonradan ortaya atacakları “nesnel bağlılaşık” (objective correlative) gibi terimlere; E. M. Forster’ın altı yıl sonra yine Cambridge’te yazacağı Aspects of the Novel kitabına zemin hazırlamıştı. Artık iyi edebiyatın nesnel ölçütleri vardı. Batı’da bu aynı zamanda edebiyat eleştirisinin akademikleşmesinde bir milattı.

Bizdeki üniversitelerde –filoloji formasyonu olan Berna Moran gibi akademiklerin kişisel çabalarını bir kenara koyarsak– o yıllarda böyle bir nesnellik çabasına rastlanmaz. I. A. Richards’ın sistematik eleştiri anlayışını kurmaya çalıştığı yıllarda Köprülü, Türki-i Basit diye bir akım icat edip 16. yüzyılda “duru Türkçe”yle divanlar veren şairler araştırmakla ya da 13. yüzyılda Anadolu’da hâkim dilin Farsça değil Türkçe olduğunu kanıtlamakla meşguldü. Onu bu arayışa ideolojik baskılar “itmişti” kuşkusuz; Kemalizm’in Osmanlı’yı unutturma projesine uygun hareket etmek o yıllarda edebiyatta nesnel ölçütler belirlemekten daha “hayati”ydi. Dünya medeniyetlerinin Orta Asya Türkler’inden doğduğu tezini Turancı olduğu halde kabullenmek istemeyen Zeki Velidi Togan gibi aydınlar üniversiteden kovulurken resmî tezleri kabullenen Köprülü terfi etmişti. Edebiyatta veya siyasette “nesnel” olmak Köprülü’nün birinci derdi değildi. Buna uygun olarak, 1910’larda “Türk edebiyatı tarihinde usul” saptamaya çalıştığı araştırmalarından zamanla uzaklaştı.

Bu yazının konusu Türkoloji bölümleri değil. Ama Köprülü’den sonra Mehmet Kaplan’ın açtığı yoldan ilerleyen bu ekolün Türk-İslâm sentezinin klişelerine yaslanarak yaptığı edebiyat analizlerinin nasıl bir “zevk” ürettiği ayrıca tartışılmalı.

***

Üniversite dışında ise zevk-i selim sahibi bazı eleştirmenler birkaç kuşağın eleştiri anlayışını belirlediler. Aralarında Nurullah Ataç ve Fethi Naci öznellik, nesnellik ve düşünce namusu arasındaki dengeyi kurabilen iki önemli eleştirmendir. Edebiyat eleştirisinde eyyam yapmadan –bizim oğlan/bizim kız torpili geçmeden– iyiye iyi, kötüye kötü diyebilen iki büyük yazardı Ataç ve Naci. İkisi de iyi edebiyata saygılarından kötü ve niteliksiz yapıtları açık yüreklilikle eleştirdiler. 

Bugün bu iki eleştirmenden geriye zevk-i selim adına ne kaldı?

Fethi Naci vefat ettiğinde edebiyat eleştirisi alanını Kitap Ekleri ele geçirmişti ve eleştiri yazıları ile tanıtım yazıları arasındaki denge ikincisinin lehine günden güne bozuluyordu. Buna karşılık Fethi Naci, söyleyeceklerini daima nesnel eleştiri sınırları içinde kalarak, yargılarına metin içinde nesnel dayanaklar arayarak söyledi. Kişisel tanışıklık edebiyatı yapmadı; “Cuma Masası” yazıları yazmadı. Tarık Buğra’yı eleştirdiği kadar Orhan Pamuk’u ve Adalet Ağaoğlu’nu da eleştirdi. Daha eski bir kuşağın (Peyami Safa, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Aziz Nesin gibi yazarların gazete sütunlarından birbirlerine “domuz, alçak, adi” diye hitap ederek polemik yaptıkları kuşak) temsilcisi olan Nurullah Ataç daha da sert eleştiriler yazdı; yazarlarla kişisel veya kimliksel bir derdi olduğu için değil okuduklarını zevk-i selim duygusuna aykırı bulduğu için.

Artık Fethi Naci ve Nurullah Ataç’ın hayatta olmadığı; her ay otuz romanın yayımlanıp bunlardan en az on beşine methiyelerin düzüldüğü, her tarafı aksayan anlatıları yarım ağızla eleştirmeye cüret edenlerin garipsendiği bir edebiyat ve eleştiri dünyası var. Burada nesnellik ve öznelliğin nerede başlayıp bittiği, zevk-i selim sahibi olmanın ne anlama geldiği, bir sanat yapıtını değerli kılan ölçütlerin ne olduğunu yeniden tartışmak gerekiyor.