Oedipus Karmaşası (36): Komünizmin Sesi (2)
Erdoğan Özmen

Zamanımızın en duru, en saf, en dolaysız hakikatinden söz ediyoruz demek ki. Vicdanın sesiyle komünizmin sesi arasında, çoktandır gerçekleşmiş olan örtüşmeden. Tarihin bu anındaki benzersiz çakışmadan. Vicdan çünkü, acı ve yokluk içindeki çaresiz, güçsüz ve muhtaç herkes için içimizden yükselen harekete geçme itkisinden ya da bulunduğumuz yeri altüst eden keskin bir sızıdan çok daha önce belki de, onların tümünü kardeşimiz bilmeyi emreden yüce bir ses değil midir? İçimizdeki, demek kendi zamanını bekleyen cömertlik, şefkat, incelik ve sevgiyi cisimleştiren; onları nihai anlamıyla buluşturan, başkalarına yönelmiş ilgi, tasa ve sorumluluk kapasitesine dönüştüren bir kutlu ses? İşitir işitmez, ne isek artık o olarak kalamayacağımızı bildiğimiz yeni bir benlik düzeyidir bu, kendimizle anlamını ancak sonradan ve belli belirsiz idrak edeceğimiz yeni bir karşılaşma anı. Varolan bütün konum ve kimliklerin, bütün bağ ve ilişki biçimlerinin aşılacağı başka bir ruh ve hayat tasavvurunun/düzeninin eşiği. En temelde, belki de kendini oluşturma -aralıksız bir oluş- sürecinin öznesi olan insandan söz etmek bu aslında: En derin hakikatim geçmişte değil gelecektedir, kendi arzumla hükmedeceğim ve kuracağım gelecekte. Demek varlığıma ilişkin hakikatinin ortaya çıkma imkanlarının indirgenemez nitelikte ve sonsuz oluşu da bu yüzdendir. Dahası, insanın geçmişi bile, belirli bir geçmiş zamanda gerçekleşen bir geçmiş olmaktan ziyade, bu sürekli oluş halinden, bir gelecek perspektifinden inşa olan bir geçmiştir. İnsan-öznenin yapısı ve kuruluşu, ve kendi benzerleriyle ilişkisini olabilecek en radikal terimlerle yeniden düşünmenin, bu düşünme cesareti ve sorumluluğunu üstlenmenin tam vaktiyse şayet şimdi, ancak sınıfsız bir toplumun bakış açısından kavrayabileceğimiz apaçık bir hakikat değil midir bu? İçine battığımız zillet halini, herbirimizin bir diğerini kendi sefaletinin, kendine yönelmiş yıkıcılığın ve düşmanlığın, ve kendinden esirgenmiş zevkin/tatminin ve iktidarın/gücün sahibi ve faili gördüğü bu kötülük ve çürüme iklimini layıkıyla kavrayabileceğimiz bakış açısı tam da eşitlik-özgürlük-kardeşlik toplumunun mümkün kıldığı bakış açısı değil midir? 

İnsanlığın sınıfsız toplum hayalini ve özlemini ete kemiğe büründüren de zaten, kendi evlatlarının en ücra ve müşkül zamanlarda, en olumsuz şartlarda uç veren, her seferinde yeniden başlayan ve asla yok edilemeyen ortaklaşmacı-dayanışmacı-eşitlikçi tavır ve eylemleri değil midir? Sınıfsız toplum fikrinin yaslandığı ve çiçeklendiği aşılamaz kaya/zemin, bütün hayatların eşdeğer olduğunu ilan eden o minik minik jestlerin toplamından başka nedir ki? İnsana/kendimize duyduğumuz inanç bu yüzden, en ümitsiz ve çaresiz anlarımızdayken hatta, birden ortaya çıkıveren, içimizi tarifsiz bir hafiflik ve yumuşaklıkla dolduran, ve mümkün olanın sınırlarını habire genişleten (ne büyük armağandır bu, insana mevcut durumun içinde henüz nüveler halindeki değişim imkanlarını sezdirmesi) bu iyilik, cömertlik, şefkat ve kardeşlik jestleri yüzünden hiç kaybolmaz işte.

***

İyi de, psikanalitik teorinin bir yapısı/inşası olan Oedipus karmaşası ile komünizm fikri arasında nasıl bir bağ düşünülebilir peki? Umarım her iki kutba da haksızlık etmiyor, onları sevimsiz bir indirgemeciliğin hedefine yerleştirmiş olmuyorumdur.

Freud 1913 tarihli “Psikanalizin Bilimsel İlişki İddiaları” isimli makalesinde bir tür evrimsel tekrar/özet anlayışından söz eder:

“Son birkaç yılda psikanalitik yazarlar ‘birey-oluşun (ontogeny) tür-oluşun (phylogeny) bir tekrarı olduğu’ ilkesinin zihinsel yaşama uygulanabilir olması gerektiğinin farkına vardılar ve bu durum psikanalitik ilginin yeni bir uzanımına yol açtı.”[1]

Freud’un bireysel psikoloji ile toplumsal psikoloji arasındaki ilişkileri merak ettiği bir dönemdir bu. “Cinsellik Teorisi Üzerine Üç Deneme” (1905) isimli makalesinin üçüncü basımına 1914’de yazdığı Önsöz’de söz konusu anlayışı yeniden ele alır:

“Tür-oluş daha yeni deneyimler tarafından değiştirilmediği sürece, birey-oluş tür-oluşun bir özeti/tekrarı (recapitulation) olarak kabul edilebilir. Tür-oluşsal yatkınlık birey-oluşsal sürecin gerisinde işler halde görülebilir. Fakat yatkınlık nihai olarak türün daha erken dönem deneyimlerinin bir çökeltisidir ve bireyin daha yeni deneyimleri bunun üzerine rastlantısal/kazara olan (accidental) etmenlerin toplamı halinde eklenir.”[2]

Bu anlayışa göre birey, türün tarihinin ve uzun serüveninin özeti ve yoğunlaştırılmış bir tekrarı sayesinde zuhur eder, bir özne haline gelir. Halbuki “analizde temel rolü oynayan rastlantısal etmenlerdir, ve çözümlemenin etkisine tümüyle açık olanlar bunlardır, yatkınlık etmenleri ancak onlardan sonra aydınlığa çıkarlar ve onların yeterince ele alınması psikanalizin evreninden çok uzaklara götürecektir.” Diğer yandan ise birey-özne, süregiden tarihsel sürecin bizzat öznesi/taşıyıcısı olmak üzere ortaya çıkmaktadır.

[1] Freud, SE XIII, “The Claims of Psycho-Analysis to Scientific Interest”, s. 184 (Türkçe çeviri: Ruhçözümlemesinin Tarihi içinde, Çev: Emre Kapkın-Ayşen Tekşen Kapkın, Payel yayınları, 2000).

[2] Freud, SE VII, s. 65, (Türkçe çeviri: Cinsellik Üzerine içinde, Çev. Emre Kapkın, Payel Yayınları, 2006).