Pınar Öğünç’ün Öyküleri (I): Kanıksanmış Alarm
Orhan Koçak

“Beterotu”. Böyle bir bitkinin, bu adla bilinen bir bitkinin sahiden olduğunu Pınar Öğünç’ün yine Beterotu (İletişim, 2019) adlı yeni öykü toplamından öğreniyoruz, doğruysa eğer. İnsanın aklına ilk gelen, karanlık bir Grimm Kardeşler masalının mantığı oluyor, ya da bir Beckett anlatısının: kötüyken beter oldu. Kitabın ortalarındaki “Çimento” öyküsünde belirip kayboluyor. Bir apartman var o öyküde, daha önce bahçeli bir köşkmüş sonra peş peşe iki varis kuşağı iki kere yıktırıp yerine biraz daha büyüğünü yaptırıyorlar. Çiftehavuzlar’dan Bostancı’ya kadar bütün bir yerden-bitme şehir kesitinin kırk yıllık tarihi. Bu bir aile apartmanıdır ve temelin harcına şer karışmıştır, cinayet. Bir yaşlı kadın var, aile tarihinin yadigarı. Oğullar, kızlar, yeğenler üst katlarda daha geniş dairelerde, bu kadın giriş katında. Şüphesiz Orta Asyalı bakıcı var. Yaşlı kadın hâlâ çiçek resimleri yapıyor ve hâlâ eskiden toplayıp kuruttuğu otları duvara astığı çerçevelerin içinde saklıyor. Otların adlarını da sadece bakıcıya söylüyor. Ama o resim yapmaya devam ederken binaya dışardan taşınan bir kiracının merakı, çimentoya karışmış kanın her türlü unutuş ve inkâr perdesinin içinden ortalığa sızmasına yol açacak.

Yaşlı kadının çocukluğunu geçirdiği köşkle şimdi torunlarının oturduğu apartman arasında geçen zamanı (bir elli yıl) biz de öykücülüğün tarihine tercüme edebiliriz: Tomris Uyar olsaydı hikâyeyi yazan, ya da Nezihe Meriç, namussuzluğu farkeden ve kaydeden şaşmaz bir şekilde o yaşlı kadın olacaktı: “modernleşmenin” yalanı, ancak onun gerisinde kalan, oraya yetişemeyen bir “duyarlık” tarafından saptanabiliyordu. Tomris’te çok vardır: solcu yazarın geleceğe yatırımını temsil eden torun kuşağı, kendi ana-babalarında görmedikleri sahiciliği, hakikati ve buna benzer şeyleri bir önceki kuşakta bulurlar.

Ne yazık ki en az kırk yıl geçmiştir. Artık hiç kimse genç Tomris kadar safdil değildir. Binanın harcındaki pislik ortalığa saçılır ve apartman kardeşleri gecikmiş bir şekilde birbirine düşerken yaşlı kadın bütün bunlardan habersiz kendi bitki resimlerine devam eder.

Saliha Hanım tepedeki açmamış tomurcuklara başladı. Yüzden fazla yaban çiçeğinin Latince ismini bilirdi eskiden, kiminin Türkçesini daha şiirli bulurdu. Bayır peleni, deligöz dikeni, dumanasması, aynısefa… Canan yukarda Birol’a “Kaza desen kaza değil, bu iğrenç bir şey, bildiğin cinayet,” diyordu. “Sen biliyordun yani Melda, hiçbirimize söylemedin ve biz bu apartmanda oturuyoruz, hepimiz buradayız. Melda nasıl miden bulanmadı?” Vargit gülü, yalancı havacıva, tüysüz mavidünya, vahvah çiğdemi, beterotu… “Bir ömür bir bahçeye yeter ancak,” derdi Saliha Hanım, “o da kendi bahçene.”


Öğünç’ün (ve belki onun kuşağından başka iyi yazarların da) muhtemel ideolojik farkını bu kısa pasajda görebiliyoruz: “bir ömrün” sadece kendi içinden adam çıkmıyor; özne, on dokuzuncu yüzyıldan kalma romantik veya gerçekçi özne, dışardan herhangi bir müdahale gelmediğinde kendi tatlı enayiliğine devam ediyor. Burada da adı bile tırmalayıcı olan (“Esra Tanol”!) bir kiracının olaya dahil olmasıyla başlayabilecektir öykü. Meriç’ten, Uyar’dan, hatta Erbil’den son derece farklı olarak, Öğünç’ün öyküsü bugünün rezaletine direnme gücünü geçmişten, yaşanmış geçmişin bazı değerli öğelerinden devşiremeyeceğini en başından biliyor, bunu en başında ilan etmese de. Geçmişin “torpilinden” yoksun bir çıplak, kefilsiz şimdi var. O peş peşe gelen ot adları da artık onarılamayacak bir hatanın, bütün eski güzel şeyleri yalana indirgeyen bir zavallılaşmanın gösterenleri değil midir: vargit gülü, yalancı havacıva, tüysüz mavidünya, vahvah çiğdemi ve tabii beterotu… (Ansiklopediden mi bulmuştur bunları? Yoksa çok nefis ve hesaplı bir uydurma mı?)

***

Bu küçük kitapta yeni hayatımızın farklı sektörlerine bakmış gibidir yazar, kendi kişisel duygularını ve yandaşlıklarını bize dayatmaya (bir “kanıt” olarak seferber etmeye) kalkışmadan. Ya da olabildiğince geride durarak. İnsanın “içini ısıtan” öyküler değil bunlar, ama artık kim tam “Sait Faik” gibi yazma gücünü kendinde buluyor ki. Öğünç içinde bulunduğumuz hayata bakıyor ve orada genellikle balçık görüyor, ancak “faziletsiz mağduriyet” gibi bir deyimle tanımlanabilecek bir toplumsal manzara. Herhangi bir kurtarıcı bakışa cevap vermeyen kaskatı sefillik. İki öykü, “Bir İleri İki Geri” ile “Ses – Tuval Üzerine Yağlıboya”, böyle bir çıkışsızlığın başarılı betimlemeleri. İlkinde, şehrin yeni TOKİ semtlerinden birinde iki ayrı dairede aileleriyle birlikte yaşayan iki adam, biri belediyede şoför öbürü ocakbaşı ustası, oturdukları semtin arazisinde define aramaya girişirler, belediyecinin kışkırtmasıyla. Ermenilerin kaçarken gömdükleri bir şeyler burada da olmalıdır: “Hem Ermeni işi daha kolay oluyor diye ben hep duydum zamanında köydeki arkadaşlardan, onların yalancısıyım yani, hani hızla çıktıkları için evden, onlarınkiler daha yakına gömülü oluyor şeklinde. Ziynet eşyası falan fıstık da olabilir, tarihi eser de…” Ne yazık ki sonuçsuz çabadır: “Küçük ürkek kürek hamleleriyle yeniden başladılar, bir çukurun içindeydiler artık, dizlerini çoktan geçmişler […] bir saattir kürek salladığı, oyuğunda küçüldüğü toprak, bataklık gibi görünüyordu Hüseyin’in [ocakbaşı – O.K.] gözüne, zorlasa da kolu işlemiyordu artık. Belli etmeden süzdüğü Ender [belediye] tabiatı bataklık olan yabani bir hayvan gibi, başka bir vahşiyle bataklıkta boğuşur gibi çalışıyordu.” TOKİ’lerin birinde pencerede bir kadının kendilerini izlediğini fark ederler. Ender gidip öldürmeyi önerir, Hüseyin’in midesi kaldırmaz. Sonunda:

Ender hiç ondan yana bakmadan, yakında düşecek bir meteora aceleyle yer hazırlar gibi genişletiyordu başladıkları çukuru […] “Şunun kafasına indiriversem küreği,” diye geçirdi içinden […] “Kadını zaten korkutsak yeter […] Asıl şunun kafasına indiriversem küreği…” Belki önce Hüseyin’den kurtulmalıydı. “Allahın ayyaşı, hem bir cehennemlik eksilir dünyadan, bana da sevap…” […] sağ avcunun içi kürek sapı sıkmaktan su toplamıştı, acıyordu, ama kendine acıyacak zaman değildi, “Buraya da gömerim hem,” dedi, “hazır çukur var.”

Yazarın burada malzemesini kendi ideolojik/politik yatkınlıklarına fazlaca alet ettiğini düşünenler olacaktır. Ama karikatür hep bunu yapmaz mı? Benim itirazım, “hazır çukur var”ı izleyen son cümleye: “Toplu konutlarda komşuluk pek olmuyordu, yoksa Ayla [şoförün eşi – O.K.] çok güzel helva kavururdu.” Şimdi, böyle bir karikatür çizdikten sonra bir de ilave ironiye (ya da “sarkazm”a) ihtiyaç var mı? Parçanın ana fikrini bir kere daha vurgulayan bir açıklama olarak kalıyor bu cümle. Oysa bunlar zeytinyağıyla su gibidir, ironiyle açıklama. Birincisi çıkarmalarla, eksiltilerle, sıçramalarla iş görür (bizi galip çıkamayacağımız tartışmalardan da olabildiğince korumasının yanı sıra). Açıklamaysa sadece biz kalın derililer içindir, olaya büsbütün “Fransız kalacaklar” için. Oysa parçanın güçlü açılış cümlesi, her şeyi zaten söyleyerek o son cümleyi en baştan gereksiz kılmıştı: “‘Burası şehrin basuru gibi lan, sonradan çıkmış’ demişti biri, taşocağının sahibi iflas edince tıraşlanması yarım kalan uzaktaki tepeye bakarak, taşkın bir nehre daha çok benzeyen otobanda bir dere dibi huzuru bulup da kutu birasından bir yudum alarak. İçinden.” 

Andığım öbür öykü, “Ses – Tuval Üzerine Yağlıboya”, adıyla bile ilan ediyor, daha bir “profesyonel sanatsal” çerçevelemenin ürünü olacağını. Bir resim vardır önümüzde, çok daha serinkanlı, telaşsız bir “resmetme” çabasının ortaya çıkaracağı bir tablo. Çizim ya da desen değil, suluboya da değil, yağlıboya: kalsın diye üretilmiş. Başlıktaki ironiyi, “sanatın” kendi kendisiyle gizliden gırgır geçer gibi yapmasını bir yana bırakalım – öykü de geliştikçe, kendine güveni arttıkça böyle bir kaytarmaya tenezzül etmez oluyor zaten. Bir toplu ya da çoklu sahne var burada, ama Rembrandt çağının grup portrelerinden çok, Brueghel’in, hatta belki en çok Bosch’un resimlerini model almış gibi: büsbütün odaksız değilse bile merkezsiz: tuval üzerinde yan yana resmedilen bütün olaylar, olaycıklar, birbiriyle eşdeğerde, eş değersizlikte. 

Bir siren çalmaya başlar mahallede, neyin alarmı olduğu, nerden geldiği anlaşılmaz. O uzayıp giden sinir sesin altında, yerde, sokakta, çeşitli ahlaki yetersizlikler, “insani zaaflar” yan yana dizilir, hiçbiri öbüründen daha namussuz değildir. Duvarında Latin Amerikalı şair Nicanor Parra’nın imzasıyla bir tabela (“Paranla şeref kazanma, şerefinle para kazan ki paran bittiğinde şerefin de bitmesin”! Nicanor Parra!) bulunduran emlak komisyoncusunun aslında üniversitede talebeyken polis muhbiri olduğu öğrenilir (“‘Bu kimmiş?” diye merak edenlere ‘Delikanlı bir abimiz’ diyordu.”[1]) Yan tarafta kendisi mutluluğu bulamamış genç terzi kadın, “ölçü alırken cakasından, coşkusundan bunaldığı gelin namzetlerine bile isteye topluiğne sapla[maktadır]”: “abla tonlamasıyla: ‘Pardon canım, gelinliğin tam oturması için bunlar hep olacak…’” (a.b.ç.) Resimde bundan yedi-sekiz santim ötede, aynı genç terzi, zaman zaman sohbet ettiği yetmiş iki yaşındaki emekli vergi memurunun teklifiyle karşılaşıyordur: “İster misin… Eğer şeysen bozmadan da yapabilirim.” Siren susar ve sonra tekrar başlar. Bir başkası, “geçen seneden beri bir kulübün başkanlığını” yapan, “bir gün bakan koltuğuna oturacağından emin” bir kişi, “hava saldırısı falan mı olacak maazallah” diye düşünür ve “partiden bir büyüğüne” mesaj atar: “Noluyo? Biri mi saldırıyo abi?” Bütün bunların içinden daha serin bir materyal de geçiyordur o sırada: altı ay önce kocasını zehirlemeye karar vermiş bir kadın, elinde eczane poşetiyle yer alır bu yağlıboyada. Dahası yok değil. “Yükselen ses karşısında ne yapılması gerektiğini bilemeyen itfaiyecilerden biri kaldırıma oturup sigara yaktı. Bir ay önce kayınvalidesinin kolesterol haplarını bırakmaya baldızının evine gitmişti.” Yatarlar, baldız devamını istemez, itfaiye eri de bir arkadaşının üzerinden bacanağına “Karının bir ilişkisi var” diye mesaj atar. Bütün bunların içinden mahallenin meczubu Salih de “şerefsiiiz, şerefsizleeer…” diye bağırarak geçiyordur. Resmin personeli hiçbir anlam veremez uzayan siren sesine. O arada hoş bir şey de olur: bir hırsız, “gençten çevik bir adam”, elinde torbasıyla bir çatıdan öbür çatıya atlar. Yandaki bir başka binanın damını aktaran iki çatıcının söyleşisi: “Diyarbakır karpuzu gibi patlayacak aşağıda gavat.” Onların da düşünceleri vardır: “‘Çantaya ne tıktıysa onu çalabilmiş herhalde, Allahın soysuzu […] kaçarken düşürürse gidip alıp içindekileri paylaşacaklardı. ‘Allahım sen yüzümüzü güldür, altın maltın çıksın içinden,’ diye yukarı yakardı yaşlıca olanı.”

Resmin altında, ressamın (ya da karikatüristin) imzasının da altında, çerçevenin hemen üzerinde, bazı daha minyatür orostopolluklar da cereyan etmektedir: “Soldaki sokak lambasının direği eğikti, geçen hafta Bursa plakalı bir Citroen çarpıp kaçmıştı; dibinde uluyan sarı köpeğin kuyruğuna sakızı iki gün önce muhtarın on dört yaşındaki oğlu yapıştırdı. Kapısını kapatıp içeri giren çiçekçi saksıların dibine deniz kumu koyuyor, karısını dövüyordu.” Başlayınca durmak kolay değil. Ama siren de durmuyordur zaten: “Durup yeniden başlayan sesin bir düzeni var mı, mahallede böyle bir alarm çaldığında kimden yardım istenmeli, kimse emin olamıyordu […] Arada azıcık kesilip habis bir planı işletir gibi yeniden başladıkça, siren mi her ne ise o sesin hangi çeşit bir felaketin habercisi olduğundan konuşan kalmamıştı. Artık felaket o sesti.” (a.b.ç.)

Artık o ses yaklaşan bir felaketin habercisi, temsilcisi, işareti filan değil, ta kendisidir. Çünkü yaklaşan felaket hem sürekli yaklaşırken hem de her an burada çoktan olup bitiyordur. Felaketin işaretiyle kendisi arasında azıcık nefes alabileceğimiz bir temsil mesafesi kalmamıştır. İçindeyiz. Hayır, “bizzat” felaketiz.

Bu siren yukardaki “Çimento” parçasına da asıl anlamını iade eder: binanın en eski sahibi Saliha Hanımın yaptığı çiçek resimleri de sessiz ve sonuçsuz bir alarmdır – en çok da, kendisi bunun hiç farkında olmadığı için. Masumiyet, gözümüzün önünde, savunulmaz bir zihinsizliğe ve giderek yalana dönüşmektedir. Binanın içlerine işlemiş rezaletin asıl işareti, asıl temsilcisidir o “dünyadan bihaber” resimler. -- Ama ben Öğünç’ün kitabında asıl şu üç parçaya dikkat çekmek isterim: “Plazada Huzur”, “Ağ Tercihleri” ve “Ceylan ile Kâmuran”. Doğa’nın dönüşsüzce yitirilişinin çeşitli görünümleriyle karşılaşacağız bu üç öyküde.



[1] Yine aynı komisyoncunun instagramında bir başka özlü söz: “Kendini kaybedenler, kazanma ihtimalini de kaybeder.” Bence Goethe, ama olgun Thomas Mann da olabilir.