RTÜK Netflix’i, Biz Birbirimizi Denetlerken
Aybars Yanık

Yalnızca Netflix’i değil, Türkiye’de faaliyet gösteren Puhu TV, Blu TV gibi dijital yayın platformlarını da kapsayan ve iki yıldır gündemde olan RTÜK denetimi (lisans şartı ve içerik denetimi) Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Aslında bu gelişmeden yaklaşık bir hafta önce Karar’da Akif Beki “Netflix, Akit’e hak verdiriyor!” diyerek birtakım içeriklerden, sahnelerden, yayın tercihlerinden şikâyetini dile getirmişti. Sonra tepkiler üzerine ne Netflix üyeliğinden ne de eleştirilerinden vazgeçeceğini söyleyerek konuyu kapatmıştı. O sıralarda sosyal medyada tartışmanın ana ekseni, “içerik ücretli, istemezsen izlemezsin, bu kadar basit” eksenine oturmuştu. Resmî Gazete’de yayımlandıktan sonra tartışmalar daha ciddileşti, sertleşti. Örneğin TGB Genel Başkanı Yıldırım Gençer şunları söyledi:

“… Bu konuda eleştirilerimiz ve tavrımız üzerine Netflix ve benzeri platformlara cansiperane göğüs gerenlere; tartışmayı, beğenmiyorsanız üye olmayın diyerek bireysel abonelik meselesine indirgeyenlere, konuyu özünden kopararak anlamsız bir özgürlük-sansür tartışmasına sıkıştıranlara sesleniyoruz.

Toplumdaki taciz, tecavüz, istismar, vakalarına kıyamet koparanlar söz konusu Netflix olunca neden hassasiyetlerini rafa kaldırırlar?

Zümrüt Apartmanı kitabına karşı çıkıp, sosyal medyada mangalda kül bırakmayan klavye şovalyeleri neden Netflix’in pedofili içeriklerine susuyorlar.

Çürümeye özgürlük olmaz, Türk Gençliği bu zehri yutmaz!”

Türkiye Liseliler Birliği (TaLeBe) “dijital gümrük” önerisi getirdi.

Cumhur İttifakı’nın paydaşlarının benzer gençlik özlemleri içerisinde olması anlaşılır. Bugün FETÖ diye anılan yapının da “Altın Nesil” hevesleri vardı. Çok daha gerilere gider bu hevesler; gençlik ve geleceği üzerine söz söylememiş bir örgüt/parti/dernek yoktur herhalde. Bu tasarıların ortaya koyulması ve tartışılması da tamamen yersiz değildir. Ancak benim dikkatimi çeken mesele bu tartışmalarla sınırlı değil. Son zamanlarda, bilhassa da sosyal medyada, hak talepleri ve bu taleplerin dile getirilmesi üzerinde işleyen bir tartışma frekansı, sansürü ve denetimi savunanların/eleştirenlerin temel argümanlarından çok daha dikkat çekici geliyor bana.

Bu tartışma frekansı dediğim şeyin kalıp ifadelerini Kemal Can geçtiğimiz haftaki yazısının girişinde belirtti: “‘Ona verilen tepki niye buna verilmiyor?’ ‘Şuna sesi çıkmamışlar, şimdi neden buna bağırıyor?’ ‘Konuşması gerekenler neden susuyor?’ ‘Hakkı olmayanlar neden konuşuyor?’”

Bu “demokratik” talepleri stratejiyle boğan, siyasalı yerindelik ölçütüne tıkan, bu yerindelik ölçütüne göre aktör tayin eden; talebi, konuşanı beğenmeyen kalıpların arka planındaki motivasyon, bana kalırsa, aslında talebin çarpacağı, yani talebin muhatap alacağı bir siyasal oluşumun yokluğu/belirlenmemişliğidir. Bu tespiti detaylandırmadan önce bu kalıpların başka bir boyutundan daha söz edelim.

“Bir Netflix’imiz vardı, bir dizi keyfimiz vardı, onu da elimizden alıyorlar” kahırlanmasına “vaktiyle filanca gelişmelere ses çıkarsaydınız, şimdi bunları yaşamıyorduk”, “Netflix sansürü değil asıl mesele, esas olarak hükümete karşı olan medya saldırı altında”, “insanların başına neler geliyor, sizin derdiniz bu mu?, Allah dert vermesin” gibi karşı çıkışlar ilk bakışta tutarlı ve haklı karşı çıkışlar gibi görünür. Hatta geçenlerde Diyarbakır, Van ve Mardin belediyelerine kayyım atanması üzerine bir tartışmada da, kayyım atamalarına karşı çıkmak için, sıra Ankara ve İstanbul’a da gelecek anlayışına sığınmanın ne kadar yersiz ve pragmatik olduğunu söyleniyordu. Yine, ilk bakışta, haklı ve “yerinde” bir tavır…

Bu akıl yürütme biçimleri haklı ve “yerinde” bulunabilir ama her durumda siyaseten bir anlamı var mıdır? Bu soru önemli çünkü bu argümanlar, birincisi idealleştirilmiş ve bilinçli bir özne/insan varsayımına dayanıyor, ikincisi siyaseti bir etik ve bilinç düzeyi sorununa kilitliyor, üçüncüsü yine siyaseti rasyonel bir zeminde yürüyen dil oyunlarına havale ediyor (bunun aşırı ucu apolitik bir siyaseten doğruculuktur) ve son olarak dördüncüsü, pozisyonunu siyasal talebin çarpacağı muhataba karşı değil, talebini dile getirenin siyasal aklına karşı alıyor.

İnsanlar çoğu zaman tercihlerini, bir başka tercihin pahasına (yani, öyle dahi olsa) yaptığının farkına varmaz. Daha doğrusu, bunu tamamen bilinçli bir biçimde, başkasının istek ve taleplerinin, haklılığının üstünde tepinmek için, tamamen bu amaçla yapmaz. Öyle olsaydı, bunca zulüm ve haksızlığın yayılımı geniş bir kesimce kabullenilmezdi. Toplumsal yaşamda pek çok şey dolaysızlığıyla ve apaçıklığıyla ortada olsaydı, bunca mezalimi, adaletsizliği insanoğlunun manyaklığından başka bir şey açıklayamazdı. Oysa öyle değil. Öyle olmadığı için siyaset var, öyle olmadığı için akıl-fikir muhasebesi yapılıyor, aksi bir durumda zaten bunlara gerek kalmazdı. 

Netflix’in sansürlenmesiyle diğer alanlardaki anti-demokratik uygulamaların bir bağının olması (ki bu da tartışmalıdır), toplumun büyükçe bir kesiminin bu bağın farkında olduğu veya olması gerektiği anlamına gelmez. Böyle bir varsayımdan hareketle, “önce şuna şuna karşı durmalıyız” isteği haklı ve doğru da olsa, anlamlı değildir çünkü burada insanlığa dair naif bir varsayım vardır: İnsanlar gerçekleri gördüğünde, o gerçeğe göre konumlanır –hele şimdilerde hiç de böyle değil sanırım.[1] Öte yandan, anlamlı olması için bir talebin bastırılmasındansa, onun üzerinde tepinmektense, o talebin diğer taleplerle bağının kurulması (zaten vardır, kör müsünüz! diye boşlamadan) gerekir. Netflix’i RTÜK denetimi olmadan izlemeyi talep etmenin siyasi iması, illa sözgelimi Kürt meselesine, rejim değişikliğine, Kıbrıs meselesine, medya sansürüne, liyakatsızlığa karşı bir duyarsızlık olmak zorunda değildir çünkü siyaset bu farklı meseleler arasında zaten olan bağ üzerinde bir tezahür değildir; siyaset başlı başına o bağı kamusal bir mahiyette kurmak mesaisidir.

“Talebin çarpacağı bir siyasal yapının yokluğu”na dönersek… Bu birbirimiz üzerinde tepinme “tercihi”nin galiba biraz da bu yoklukla ilişkisi var. Ne olursa olsun, talep, kendi ötekisini kurmalıdır; ama hısım olarak ama hasım olarak. Çokça tartışılan popülizm bahsinin bu en önemli yönlerinden biri pek dikkate alınmaz: Laclau, kabaca, talep doyurulmazsa siyaset mümkündür, der. Talebi doyurmayan bir siyasi aktörün varlığına gönderme yapar. Talebi anlamlı kılan bir “öbürü” vardır. Siyaset, etik duruşların yarışma alanı, haklılık ölçütlerinin onaylanma ve kabul sahası, en doğru pozisyonu alma sanatı ve saplantılı bir ilkeliliğin test mekanizması değil. Öyle olsaydı, bu kadar “haklı” insanın olduğu bir ülkede trafik kazası haberlerini bile dehşete kapılarak okurduk.

Aman kimseyi ötekileştirmeyelim derken, en çok yakınımızdakileri, berimizdekileri, aynı değilse de yakın olduklarımızı itip kakıyoruz. Biriken öfkeyi nereye kanalize etmek gerektiği sorunu siyasetin değil, psikolojinin alanına transfer edildikçe sorun olmaktan çıktı sanki; buna toplumsal sorunların doğal afet olarak tasnif edilmesi de katkı sundu. Oysa talebin istikameti ve talebi demokratik kılan hat, siyasal olarak kurulmuş bir “öteki”den kaynaklanır, oradan anlam kazanır. Bu da öyle sandığımız kadar, orada bir yerde apaçık duruyor değildir.

Ofansif mizah denilen mizah biçimiyle güçlü bağı bulunan bu birbirimiz üzerinde tepinme tablosu vahim. Benzer dünya görüşünü paylaştığını iddia eden ve düşünen kesimler arasında okların hısımlara çevrilmesi, sanırım “asıl” hasmın ol(a)mayışından ve hasım belirleme yorgunluğundan kaynaklanıyor.



[1] Elizabeth Kolbert, “Why Facts Don’t Change Our Minds”, New Yorker, 27 Şubat 2017, https://www.newyorker.com/magazine/2017/02/27/why-facts-dont-change-our-minds