Oedipus Karmaşası (46): "Kutsal Annelik"
Erdoğan Özmen
“Ama çocuğumun sevinci geri gelince, gülümsemesi sadece gözlerimi yıkayıp duruluyor benim. Ama acı, onun acısı içimden yükselir, asla ayrı değil benden, başka değil, anında yakıyor beni, bir saniye aman vermeden. Sanki ben o acıyı doğurmuşum, benden ayrılmak istemiyor, inatla bana geri dönmek, bende kalmak istiyor. Acı içinde değildir doğum, doğurulan acıdır: çocuk onu temsil eder ve bundan böyle o yerleşir, süreklidir bu. Açıkçası gözlerinizi kapayabilir, kulaklarınızı tıkayabilir, kurslar düzenleyebilir, ayak işlerini yapabilir, evi toplayabilir, nesneler, özneler hakkında düşünebilirsiniz. Ama bir anne daima acıyla damgalanmıştır, kendini ona bırakır.”
J. Kristeva


Psikanalitik teorinin varsaydığı manzarayı özetleyecek olursak: Ödipal çatışmanın/karmaşanın seyri esnasında çocuk anneden babaya geçiş yapar. Nitekim simgesel düzene girmek, çocuğun anneyle olan başlangıçtaki bağlanmasını terk etmesi ve “babanın yasasına” girmesi, tabi olması anlamındadır. Lacan da 1960-70 lerden önceki döneminde bu görüşe sadık kalır: gösterenler düzeni olarak Öteki, bir diğer aşkın Öteki, yani baba Yasası (paternal Law) tarafından güvence altına alınır. Bu, yasa olarak Öteki (Ötekinin Ötekisi) Babanın Adına karşılık gelir. Babanın Adı, Ödipal karmaşanın çözümüne izin veren, demek, öznenin anneyle ilişkisinden kopmasını/ayrılmasını ve özneler-arası simgesel alana aktif biçimde girmesini sağlayan şeydir. (O halde şunu ekleyelim: yas tutmak, bu yüzden, hayatlarımızı ileriye ve geriye doğru mütemadiyen kat ederek ipotek altına alacak olan en temel ve en hakiki şeydir. Bir de tabii ki, daima hem ileriye hem geriye doğrudur yas tutmak, aynı anda hem kökenlere doğru çeken/tutan hem ileri iten/serbestleştiren bir hareket; öyle denebilirse şayet, trajik bir çaba/çalışmadır yas: demek, anlamını kökensel olanın belirlediği bir çerçevede edinen güncel kayıptan geriye, kökensel olana doğru gerçekleşir yas). Bu görüşe göre anne, ancak imgesel alana, imgelerin ve dolaysız ikili ilişkinin alanına hapsedilmiş ve dolayısıyla simgeselden dışlanmış halde var olabilir artık.

“Eğer bir kadının ne olduğunu söylemek mümkün değilse (farklılığını ortadan kaldırma riskini göze almaksızın yani), kesin bir biçimde varoluşu atfettiğimiz/dayandırdığımız “öteki cins”in biricik işlevi olduğuna göre, anneye (mother) ilişkin olarak söz konusu bu durum (onun ne olduğu) farklı mıdır ki? Oysa burada da bir paradoksa hapsolmuş haldeyiz. Her şeyden önce kadınlığın (femininity) kutsal (dini ya da seküler) temsilinin annelik tarafından (motherhood) yutulduğu/absorbe edildiği bir uygarlık içinde yaşıyoruz.”

J. Kristeva “Stabat Mater; paradox: anne veya birincil narsisizm” makalesine[1] bu cümleyle başlar. Şöyle söyleyebiliriz demek ki: psikanaliz de “kadınlığın annelik tarafından yutulduğu/absorbe edildiği bir uygarlık”tan nasibini almıştır. Nitekim Kristeva’nın başka yerlerde (“Ruhun Yeni Hastalıkları”) dilsel anlamlandırma ile göstergesel (semiotic) anlam arasında yaptığı ayrımla birlikte düşünüldüğünde, demek, anneden söz ettiğimizde Oedipus-öncesi (pre-Oedipal) dönemden, semiyotiğin alanından söz etmiş oluyoruz. Kristeva semiyotiği, “duyusal boyutları sıklıkla sözsüz (nonverbal) olan (ses ve melodi, ritim, renk, koku vb.) birincil süreçlere göre düzenlenmiş dürtü-ilişkili ve duygulanımsal anlamdan ibaret” olarak görür. Aynı yerde şunları yazar Kristeva:


“Kadınlığın (femininity) anneye özgü olanda (maternal) soğurulması/yutulması, bir çok uygarlığa özgü bir durumdur, ama Hristiyanlık bu soğurulmayı kendince doruğuna çıkarmıştır. Maternal olanın eril kendine mal edilişinden başka bir şey olmayan bu indirgeme birincil narsisizmi maskeleyen bir fantaziden mi ibarettir?”[2]

“Kadınlık annelik tarafından absorbe edildiği için bir kadının ne olduğunu söylemek mümkün değilse”, demek ki kadınlık hakkında konuşmanın koşulu anneliği ayrıştırmak olacaktır. Yani, maternal olanın eril temellükünü (masculine appropriation), bir fantaziyi, esasında maternal olanı da perdeleyerek çarpıtan bir imgesel figürü ayrıştırarak yola koyulmak.

“Çocuğun ihtiyaçlarını yalnız anneler bilir. Onu kollarının gizemine almayı yalnızca onlar bilirler. Sonsuz düşünce onları çocuğa doğru yöneltir, aralıksız. Bedenin bakımına özen gösterirler ve sözün de. Doğa nasıl özen gösterirse Tanrı’ya böyle özen gösterirler çocuğun bedenine, sessizliğin karı sarması gibi…Genç anneler görünmeyenle ilişkidedir. Görünmeyenle ilişkide olduklarından genç anneler görünmez hale gelirler, her şeyden anlarlar, ama hiçbir şeyde usta değildirler.”[3]

Demek bu satırlarda dile gelen anneliğin, bu idealize arkaik imgenin anneliği ve kadınlığı temsil etmediğini varsayarak. Çünkü “..bu annelik (motherhood), kayıp bir bölgenin kadın ya da erkek yetişkinlerince beslenen bir fantazidir, dahası burada söz konusu olan idealleştirilmiş arkaik bir anneden çok, bizi ona bağlayan bir ilişkinin idealleştirilmesidir; lokalize edilemez olan bir birincil narsisizmin idealleştirilmesi.”

Kadınlık ve annelik konusuna, belki de, Lacan’ın imgesel/simgesel/gerçek kavramlarının ışığında, arkaik anne imgesi, anne ve kadın kavramlarını birbirinden ayırarak/tecrit ederek başlamalıyız. Tüm dünyadaki muhafazakar/sağ zihniyetin ve tüm dinlerin bir kutsallık ve “kutsal aile” örtüsü altında anne/kadın terimlerini ortadan kaldırarak yücelttiği bu arkaik anne imgesi değil midir?

[1] J. Kristeva, Stabat Mater (The Kristeva Reader içinde, (editör: Toril Moi)), Blackwell, 1986, s. 160-186.

[2] Kristeva, agy, s. 163.

[3] C. Bobin, Eksik Parça, Çev. Işıl Yüce, Monokl, 2012, s. 12-3.