Oedipus Karmaşası (47): Eve Dönmek
Erdoğan Özmen
“Tanrısal Odysseus uyandı uykusundan baba toprağı üstünde, ama tanımadı onu, çok olmuştu ayrılalı ordan, çevresine de sis dökmüştü Pallas Athena, Zeus’un kızı, Odysseus hiç tanımasın diye buraları.”
Homeros


İnsanın ve ruhlarımızın hiç değişmeyen meselesidir eve dönmek. Asıl yerimize kavuşmak, orada köklenmek-köklerle karşılaşmak, yabancılıktan ve ötekilikten temelli kurtulmak… kaybolma korkusuna artık hiç kapılmadan “orada yerde dikili kalmak”, varlığı sarıp sarmalayan bir güven duygusuyla ve kaygısızca, orada. Kökleşmek. Şimdi her birimiz için iyiden iyiye ağır bir utanç ve suçluluk vesilesi halini almış olan -ama varlığımıza kayıtlı- daimi bir yoksunluk ve eksiklik halini böylece aşmak, en çaresiz ve zavallı halimizle bile tanınır, bilinir olmak, demek nihai olarak bir kimlik edinmek, kim olduğumuzu bilmek: bünyevi bütün bölünme ve parçalanmaların ötesinde kendimizle tam bir özdeşliğe ulaşmak, tüm olmak, tamamlanmak. Kim olduğumuzun ve nerede durduğumuzun tüm referansları ve çapalarından mahrum edildiğimiz şimdiki çağda her zamankinden daha hayati bir şeyden söz ediyoruz demek ki. Bu yüzden çıkarız yeni ve güç yolculuklara, durmaksızın. 

Aynı sorunun/meşgalenin peşi sıra biriken, genişleyen ve tekrar eden bir hayattır bizimkisi: ne zaman evde olurum ve ne zaman evden uzakta? Evde olduğumu ya da eve döndüğümü nasıl anlarım? Her şeyin yerli yerinde ve kararınca olduğu, kokuların, renklerin, sesin, sıcaklığın, ritmin ve hareketin ilk zamanki dünyasına, bütün arayışlarımın son bulacağı zamana döndüğümü? Ebedi kaderimiz budur işte. Eksiksiz uyumun, kıpırtısız sükunetin, ebedi saadetin ve huzurun mahalline yerleşmek, orada kök salmak. Her türlü kayıp ve ayrılığın uzağında. Bir olarak. Kendimi arzulu bir varlık olarak var edişim bu yüzdendir biraz da, bu tutkulu/ateşli özlem yüzündendir. Demek oraya dönemiyor olmanın ıstırabından, geçip giden zamanın yol açtığı yıkımlar karşısında duyduğum çaresizlik ve öfkeden tümüyle farklı bir şeyden söz ediyoruz.

“Odysseia”da, o olağanüstü eve dönüş destanında bile hala ortada duran soru, henüz hiçbir çözüme bağlanamamış mesele de apaçık olarak bu değil midir:

“Odysseia bitmemiştir, daha doğrusu şiir bitmiş ancak yolculuk bitmemiştir. Odysseus evine döndüğü anda bile henüz geri dönmemiştir ve bunu bilir. Odasına girip yatağına yatmadan önce kavuştuğu eşine onu yeni bir sınavın beklediğini söyler: ertesi gün daha da uzağa, Hades’te Teiresias’ın ona söylediği gibi yaban ellere gitmek zorundadır.”[1]

Günümüzün çok boyutlu yersiz-yurtsuzlaşma, varolan bütün bağları kaybetme, köklerden/yerden kopma ve dağılma, sürekli savaş ve kitlesel göç koşullarında, hayatlarımızı ve geleceğimizi istikrarlı ve güvenli kılan bütün dayanakların bir bir yıkıldığı, ufacık çocukların her gün karanlık sularda kaybolduğu bir dünyada (demek dinsel ve etnik kimliklerin, asıl zeminlerini ve kaynaklarını çoktan kaybetmiş halde başka bir şeye, mecburen bir aşırılığa dönüştüğü, milliyetçiliğin ve köktendinciliğin yükseldiği bir dünyada), demek sürgünlüğün/göçmenliğin/kimsesizliğin güncel insanlık durumumuzun en doğru temsili/modeli olduğu bir çağda söz konusu soru en ağır haliyle karşımızdadır artık. O dehşetle çoktan yüz yüzeyiz hepimiz. O yüzden bir de, “Hepimiz mülteciyiz” bu çağın en uygun sloganlarından biridir. H. Arendt’in çok önceden yazdığı gibi:

“Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işe yaradığımıza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların serbestçe dışavurumunu.”

Kaybettiğimiz/kovulduğumuz ve en sonunda tekrar kavuşacağımız/döneceğimiz dinlerin cennet anlayışından kaybedilmiş çocukluk, ardımızda bıraktığımız/sürgün edildiğimiz çocukluğun gizemli zamanı fikrine kadar bir dizi vaat/kurgu/yapı da aynı arka plana sahip değil mi?

***

Kendimizi kandırmanın, ya da daha temel/asli bir krizi -ve açmazı, belli bir imkansızlığı- örtmenin, kendimizden gizlemenin bir yolu olarak yine kendimize anlattığımız sıradan -bu düzeyde tamamen anlaşılır olması anlamında sıradan- bir hikaye bu. Yine de kendimize anlatmadan, çeşitli versiyonlarını yaratmaktan kendimizi alamadığımız -demek bu anlamda da temel- bir hikaye. Çünkü daima/çoktan bilinçdışının hareketine, ruhun kaprislerine tabi haldeyizdir.

Demek en saf haliyle ruhlarımızın hareketinden, bilinçdışının işleyişinden söz ediyoruz burada asıl olarak. İnsan ruhunun kurucu ilkesinden, bilinçdışının üzerinde konumlandığı, bilinçdışını mümkün kılan, ete kemiğe büründüren zaman-dışı bükülmeden? O hareket/işleyiş yüzündendir ki, bilinçdışı zihin kapalı ve durağan bir yapı, yani geçmişimizin belli bir zamanında bir kez oluşmuş ve hep aynı biçimde varolmayı sürdüren bir yapı olarak kavranamaz artık. Ruhlarımızın kat ettiği ve ulaştığı her aşamada -deyim yerindeyse- dışarıdan bir müdahaleyle bir önceki aşamanın geri-dönüşlü olarak yeniden ele alınması, işlenmesi, yazılması, düzenlenmesi ve yeniden-yapılandırılması jestinden söz ediyorum. Ruhlarımızın sahip olduğu bir “töz” varsa eğer, bu sadece söz konusu geri-dönüşlülüktür (retroaction). Bence, Freud’un ruhsal yapıyı betimlerken başvurduğu arkeoloji metaforunu ve psikanalitik tedavinin temel olanaklılık koşulu olarak aktarımı (transferans) yerleştireceğimiz çerçeve de budur.

[1] B. Cassin, Nostalji, (çev. Seçil Kıvrak), Kolektif Kitap, 2018, s. 40.