Ayşegül Devecioğlu (I): Hazır Anlam mı Serseri Duyuş mu?
Orhan Koçak

Ayşegül Devecioğlu’nun bir önceki romanı Ara Tonlar’da (Metis, 2015) bir tür alt-sorunsal olarak şunu görmüştük: duyuş, saf, çiğ ve keskin duyuş, beş duyunun etkinliği, anlamın yükünden, baskısından kurtulup özerkleşmeye çalışıyor. Burada “anlam” derken hazır anlamdan, her zaman kalıplaşmış ve duyuşu da çoktan belli bir yönde örgütlemiş olarak gelen anlamdan söz ediyorum. Kitaptan bir örnek vereyim: “Birkaç karga, düşman topraklara operasyon düzenleyen bir hava indirme bölüğü gibi yanından geçtiği korunaklı bahçeye süzülüyor. Tel örgüleri kaplayan koyu sarmaşıkların ardında bir köpek kendini paralarcasına havlıyor.” Kargaların hızla yere inişi çok başka şeylere de benzetilebilirdi, hatta hiçbir şeye benzetilmeyip sadece saf devinim, saf şekil veya çizgi olarak betimlenebilirdi. Oysa bu güzel teşbih kuşların hareketini belli bir anlam dünyasının belirmesinin vesilesine indirgiyor. En genel deyimiyle “solcu” bir dünya bu: silah ve “operasyon” gibi şeylere kuşkuyla, korkuyla, hatta nefretle bakan, “mecbur bırakılmadıkça” şiddete/savaşa “başvurulmayacağı” varsayımını benimsemiş insanların dünyası; baktığı börtü böcekte derhal mülkiyet ve tahakküm ilişkilerinin izlerini görebilen bir bakışın dünyası. 

Denebilir ki saf doğa olmadığı gibi saf duyuş da yoktur; bütün duyumlar, duyarlık verileri, her zaman çoktan yapılaşmış gestalt’lar halinde gelirler bize. Doğru, ama burada kalmayıp daha fazlasını da söylemek koşuluyla: bu duyuş özerkleşmesinin de kendi anlamı hatta bir “ideolojisi” vardır, belli bir anlam dünyası içinde, o dünyanın kısıtlarına karşı meydana gelmektedir.[1] O dünyayı ve romanın başkişisi Serpil’in oraya oranla hafifçe eğri konumunu hemen izleyen pasajda buluyoruz: “Bir türlü kurulamayan dengenin ele geçmez bir imgesi şimdi hayatta olmayan sayısız genç yüzde şimşek gibi parlayıp sönüyor. Kitaplar, toplantılar, eğitim çalışmaları, tartışmalar, alıntılar. Ekim Devrimi ve Nisan Tezleri, dolu kül tablaları, boş çay bardakları, Devlet ve İhtilal, ekmek ve helva, dost ellerden arta kalan ılıklık, Ne Yapmalı? Soru değişmiyor, cevabı ise bu ismi taşıyan da dahil hiçbir kitapta yok!” Serpil, sadece “değişmeyen” soru’nun değil, genel olarak soru’nun, cevapsız soru’nun evreninden, sorusu sorulmamış cevapların, saf verilerin evrenine göç etmek ister ister gibidir.

Alıntılar… Melih Cevdet, “Yazsonu Şiirleri”nin bir yerinde, “Saf değil doğa, oyalandım, ama kanmadım” diyordu. Karl Marx da, gestalt psikolojisinin doğumundan çok önce, Alman İdeolojisi’nin ünlü “kiraz” pasajında, kişiye saf, emsalsiz bir lezzet/bedensellik/varlık vs. duyumu yaşatan bu küçük kırmızı doğa verisinin aslında nasıl uzun bir tarihsel/toplumsal hazırlığın ürünü, demek sancılı bir “soru” sürecinin cevabı olduğunu anlatır. Yine de böyle bir tarihselliğin her ânında, her noktasında, duyu ile anlam/duygu arasında, an ile yapı arasında bir bağdaşmazlık, belki bir çekişme, en azından bir indirgenmezlik durumu belirmiş olmalıdır. Anlamların ve duyguların (anlamlılığın ve duygululuğun) yorucu gelmeye, aşınmış ve bayat görünmeye, Salvador Dali’nin resimlerindeki gibi eğrilip büğrülüp sarkmaya başladığı anlar artmış, sıklaşmış olmalıdır. Hava almak ister insan, sadece terasa çıkıyor olsa da. 

Ara Tonlar’da, romana başlığını da kazandıran stratejik bir pasajda, duygu (anlam) ile çiğ duyum arasındaki çekişme sahnelenmişti. Serpil caddede yürürken, hayır, “yürüyüş yaparken”, demek anlam değil de saf şekil görmeye daha yatkın olduğu bir durumdayken, bence çok huzursuz edici olabilecek bir görüntüyle karşılaşır: 

“… bir kedi gördü, asfaltın ortasında uyuyakalmış gibi, yaralanmamış, parçalanmamış… / Kedinin on beş yirmi santim uzağında, tek bir kırmızı nokta, parlak, dağılmamış, büyüleyici bir kırmızı nokta duruyor. Ağzından, belki ciğerinden, dışardan görünmeyen öldürücü bir yaradan fırlamış tek bir kırmızı nokta. Kedinin ölü olduğunu kabul ettikten sonra bile kırmızı nokta bununla ilişkilendirilemiyor. Tesadüfen ölünün yanında duran kırmızı bir nokta sadece.” (a.b.ç.)

Şimdi siz olsanız ne yaparsınız, mutlakçı bir hayvansever veya kedi ebeveyni olmanız da gerekmez: inanın bana, önce yatan kediyi görürsünüz ve sonra sadece yatan kediyi görürsünüz, gestalt. Kedinin belki de uyuyor olabileceğine ilişkin bulanık umut, ölmüş olduğunun kesinliği karşısında bir süprüntüdür. Bir an sonra ama her zaman çoktan duygular, fikirler gelir: bunu yapan sürücüyü elime geçirebilecek miyim acaba, ona ehliyet verenlerle hiç tanışma imkânım olacak mı… “Kırmızı nokta” çok sonra girer zihinsel çevrimiçine: kurtarılması, saklanması, kıymetlendirilmesi gereken duyu izi olarak, anı olarak: bir “ideoloji” öğesi haline gelmesine ramak kalmıştır. Hayvan gibi BMW kullananları sevmiyoruz! Ama kan ter içinde iş yetiştirmeye çalışan kamyonet sürücülerini de!

Hayır, yanlış söyledim, ramak filan kalmamıştır, çoktan parçası, harcı olmuştur gittikçe güçlenen ama hiç eskileri kadar mütehakkim veya güvenli olamayacak bir ideolojinin: “beden” deniyor epeyce bir süredir, haklarının peşine düşmüş, özerkleşmeye yönelen beden, evet, daha eskimiş deyimle duyarlık, çiğ duyusallık, modernist bayrak (seksten ve seyahatten hiç söz etmiyoruz bile). Edip Cansever, Wallace Stevens. Kiraz da yok. Nokta.

Ayşegül Devecioğlu’nun çekimser kahramanı Serpil de hazmedilmemiş “solcu” geçmişiyle görünmeyen geleceği arasında sahipsiz bir bölgede durakalmış, hem önceden hem sonradan gelecek saldırılar karşısında çok çareli değil. Ne diyeceğini, neler diyebileceğini bilmediği bir eski “solcu” arkadaşı aramıştır bir gece önce:

Telefonun sabahın köründe çalmadığı yepyeni bir gün… Belirdiği gibi çabucak kayboluyor bu iyimserlik havası. Kolu kanadı kırık kahvaltıya oturuyor, ama karnı doyunca kendini daha iyi hissediyor. / Hayatta kalmaya çalışan, acıkan, üşüyen, yas tutan bu bedeni küçümsememeli. Aksine ona bütün gücüyle tutunmalı. Neler gizlediğini, gizlerini ne pahasına açığa vuracağını bilmiyor. Telefon sesiyle birlikte hüküm sürmeye başlayan şeyin bilgisini, henüz anlamadığı bir dille konuşan bedeninden çekip alacağını tahmin ediyor yalnızca. Yine de olan biteni kırık camdan yansıdığı kadarıyla görebilir; gözünü kamaştıran bir ışıkta ve parçalanmış olarak. (a.b.ç.)

İnsan sevdiği bir kitabı şusu iyi busu iyi diye övmeye utanır; o zaten iyidir ve zaten sen de onun için sevmişsindir. Yine de söylemek zorundayım, Oğuz Atay’ı bir yana bırakır ve Ayhan Geçgin’i de dışta tutarsak, tema ile dil arasında, zihinle duyuş veya kalple deri arasında bu kadar… bu kadar ne… iyi geçinen mi.. iyi uzlaşan mı? Hayır, iki kutbun da kendi konumundan vazgeçmeksizin birbirini bu kadar iyi aydınlattığı romanlara az tesadüf ediyoruz. Eskiden yoktu, azdı, bu kadar düşünülmüş veya hazırlıklı değildi. Ya modernizm müsamereleri vardı, kimi zaman Vüs’at O. Bener ve Bilge Karasu’nun bile kaçınamadığı, ya da… Ya da kopkoyu bir zihinsizlik. Klişenin topyekun egemenliği.

Ama “ideoloji” dedik, kötü anlamıyla ideoloji: “beden” de bizi sormaktan, soruşturmaktan men eden, vazgeçiren bir kolaylık olabilir. Duyuş her tarafa gidebilir, her pisliğin, her yetersizliğin örtüsü, mazereti haline gelebilir, en iyi Anday’ın bildiği gibi (şairlerden adam çıkmaz anlamında değil). İşte ben de burada asıl Ayşegül Devecioğlu’nun bütün bu deri-anlam tartışmasını artık “eski sol”un dışında yepyeni (ve “bizlerin” son derece hazırlıksız ve cevapsız olduğumuz) bir mecraya taşıyan son romanı Güzel Ölümün Öyküsü’nden (Metis, 2019) söz etmek istiyordum. Ama yerim azaldı. Belki bu süre içinde biraz daha okunmuş olur. Sadece şunu söyleyeceğim: o sahipsiz, saf, çiğ duyuşun da bir sahibi, bir öznesi olabiliyor: duyuşun en az kendisi kadar sahipsiz bir duyarlanan.



[1] Bunun başka bir örneğini Pınar Öğünç’ün Beterotu (İletişim, 2019) kitabındaki “Plazada Huzur” öyküsünü okurken de görmüştük. Adam alışılmış görüntü içinden bir vahşi doğa manzarası üretme tekniklerini geliştirmişti.