Can Binali Aydın: Bir Protesto Olarak İntihar (I)
Derviş Aydın Akkoç

Toplumsal ve iktisadi ilişkilerden hiçbir surette bağımsız olmayan bir varoluşun monotonluk düzlemindeki devinimi: bu devinim kişiyi intihara teşvik eder ama bu teşvik intiharın nedeni değil, daha ziyade görünür, algılanabilir gerekçesidir. Monotonluğu sürgit kılan rutinler yaşamın anlamını, özneyi dünyayla ilişki halinde tutan bağları, şu ya da bu şekilde edinilmiş değerleri zamanla parça parça kemirir. Kapitalist mülkiyet, iktidar ve arzu ilişkilerinin şekillendirdiği bir toplumsal dünyada bireysel varoluş kapana kısılmış haldedir. Olabildiğine basık, havasız bu kapanda bireyin bilincini bir kabuk saran ilişkilere, demek taşlamış dış dünyaya karşı içeride bir yerlerde, belki öznenin bile erişimine uzak bir alanda karanlık ve saklı bir itiraz mayalanır. Monotonluğu, otomatikleşmiş edim ve duygulanımları askıya alan bu itiraz kışkırtıcı bir soru şekline bürünerek, hiç olmadık bir zamanda öznenin karşısına dikilir; Albert Camus’nün işaret ettiği üzere, kişi birdenbire ve durup dururken “neden?” diye sorar:

“Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı çarşamba perşembe cuma cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün ‘neden?’ sorusu yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. ‘Başlar’: işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından da sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme.”[1]

Albert Camus’de intihar bir sözü söyleme, bir düşünceyi ifade etme biçimidir, bu sözün toplumsal veçheleri elbette hasıraltı edilemez, ama intihar ve bireysel bilinç arasındaki ilişkide bir de “yürek” bölgesi vardır: “intihar yüreğin sessizliğinde tıpkı büyük bir yapıt gibi hazırlanır. İnsan kendi de bilmez bunu. Bir akşam tetiğe basar ya da kendini sulara atar.” Bir söz söyleme biçimi olarak intihar için derin bunalımlara, şimdilerde moda olduğu şekliyle dallı budaklı, fiyakalı “depresyonlara” da gerek yoktur aslında. Zira yaşamak –kutsal metinlerin de dillendirdiği üzere- özü itibariyle zahmetli, çileli bir süreçtir. İntihar bu zahmetteki anlamsızlığı, çabadaki gülünçlüğü de ifşa eder.

Fakat modern burjuva fantezileri yaşam sürecindeki tüm zahmetleri, sıkıntıları ideolojik olarak perdeler: bu dünya monotondur, çalışmak zorunludur, rutinler egemendir ama önemli olan yaşama ilişkin anlamlara yahut değerlere sahip olmak değil, bilhassa ve yalnızca onun “tadı”nı çıkarmaktır, ki bu da sözümona öznenin kendi elindedir. Ne var ki, özne kavuşması ancak para ve boş zaman sayesinde mümkün olan bu gelgeç tatlar cehenneminde, bu cehennemin duvarları arasında hareket ederken, Albert Camus’ye göre, sözgelimi gece vakti bir “sokağı” dönecekken, yüreğinde hazırlanan, bütünüyle kendine has o “neden?” sorusunu sessizce haykırır ve ardından tüm “dekorlar yıkılır”: kişi vitrinlerin, odaların, fabrikaların, aşk kaçamaklarının, ofislerin, seçim afişlerinin, barların, aile ritüellerinin, kimliklerin ve ideolojilerin, turistik egzotik uzak ülkelerin, otellerin ve ışıkların ortasında aniden ve keskin bir şekilde hem dünyayı hem de kendini yadırgayan bir “yabancı”ya dönüşür; ufukta yaşamın ve ölümün sınırları belirir...

***

Can Binali Aydın’ın Yalnızım İnsanla Geçilmiyor adlı öykü kitabının ağırlık merkezini intihar teması oluşturur.[2] Bu girift meselenin odağında pek çok unsurun yanı sıra, iletişimsizlik ve çağdaş yabancılaşma –kapitalist toplumsal ilişkilere teğet geçilmeksizin- süreçleri sorunsallaştırılır. Öykülerde -çoğun birinci tekil şahıs ağızla- temsil edilen özneler “zincire dönüş” ile “uyanış” arasında mekik dokuyan karakterlerdir. Aydın, öykülerde karakterlerinin intihar isteklerinin nedenlerine eğilmez. Zira intihar söz konusu olduğunda tek ve kuşatıcı bir neden olmadığı için belirgin ve eylemi bütünüyle izah eden bir nedene odaklanmak zaman kaybı olduğu kadar hadsiz bir tutumdur da. Öte yandan, nedenler üzerine kesin bir ışık düşürmek failler üzerine ışık düşürmek anlamına da gelir. Aydın’a göre, intiharın toplumsal nedenleri kadar, hatta ondan da önce bireysel nedenleri üzerine kafa yormak çok daha önemli bir mesele sanki. Toplumsal nedenler daha açıkken bireysel bilinç alanındaki nedenler çok daha bulanık ve sislidir. Nitekim öznenin “neden?” sorusunu ne zaman sorduğu belirsizdir, intihar fikrinin yüreğin sessizliğinde tam olarak ne zaman ve hangi izlenimlerden yahut olaylardan hareketle fısıldamaya, konuşmaya başladığı da müphemdir...

Can Binali Aydın, intihar isteğinin pek çok nedeninin olabileceği, bu nedenler arasında yüzeyde görünen ve algılanan nedenlerinse esas itibariyle zayıf nedenler olacağı kanısında gibi. Nitekim hiçbir öyküde intihar düşüncesinin ve eyleminin meşrulaştırılmasına, salık verilmesine girişilmez ya da intihar ahlaki bir düzlemde kalınarak tartışılmaz, tanımlar üretilmez, intihar eylemine dayanak oluşturmak üzere dış dünya negatif içeriklerle donatılarak kötülenmez. Zira her ne kadar ihmal edilmemesi gereken bir dinamik olsa da, intihar dış dünyanın değil, önünde sonuna iç dünyanın, bizatihi öznenin kendisinin kararıdır. Belki de alınmış yegâne karar. Ama bu kararda trajik bir mesele vardır artık: Öznenin bu kararında suçlanacak genel bir mecra olmadığı gibi tekil bir figür de yoktur. İyice yıpranmış “beden” kelimesi değil, içine “ruh”u da alan “can” kelimesi etrafında dolanarak; öznenin yaşamını teslim edeceği bir “Sahip”in olmadığını işleyen “Ya Gerçek Bu Mutluluk ya da Tur Bindirdi Acı” isimli öykünün açılış paragrafından:

“Günlerce kömürlüklerde, alışveriş merkezlerinde, tek durağını atlamadan kolaçan ettiğim metro istasyonlarında aradım canımın sahibini. Sonra sokak sokak, adım adım gezerek kaybetmediğim bir şeyi arar gibi, ne bulacağımı bilmeden aradım. Arayan, bulunmak ümidiyle aranmaktaydı. Canım emanetti, emaneti ihtiyacım kadar kullanacak, sonrasında sahibine devredecektim. İhtiyaç can mıydı, yoksa canın devredilmesi mi, devredince anlayacaktım. Bir şey olacakmış da yaşamım başlayacakmış gibi hissediyordum. Can benden çıkmıştı çıkmasına ama sahibine ulaşamamıştı. Boşta kalan can, gücenir. Kimi zaman son duraklarında indiğim trenlere binip aradım Sahip’i, kimi zaman da ikinci, üçüncü mola yerlerine denk gelen rasgele şehirlerde.”[3]

İçli ve yumuşak bir söz akışı: cümleler hüzünle, ortalığı ayağa kaldırmadan birbirlerine ekleniyor... Öznenin yaşamında yaşamı başlatan hiçbir şey olmamıştır: başlamamış bir yaşamın sonlandırılması anlamında intihar arzusu da boşa düşer. Aranan şeyi; yaşamın devredileceği o sahibi bulmak değil, onun tarafından bulunmak, yani tanınmak, görülmek ve fark edilmek çok daha baskın bir istektir. Ama bu istek gerisin gerisi kaynağına çekilir zira ortada hiç kimse yoktur. “Emanet” kelimesi teolojik bir tınıyla Tanrı bahsini de gündeme getirir tabii, Tanrı’nın iradesine karşı çıkmak olarak intihar: Gelgelelim Tanrı’nın öldüğü, paranın ve iktidarın Tanrı’nın işlevlerini taklit ettiği bir uzamda bireyin intihar teşebbüsü bir yok-otoritenin iradesine karşı çıkmak şeklinde cereyan edecektir. Vahim bir durumdur bu da. Bir yoksulluk sembolü olarak “kömürlüklerde” de, tüketim ve ışıltı alanı olarak “alışveriş merkezlerinde” de bulunamayan; rasgele kentlerde sürekli aranan, arayan özneyi de bulacak, onunla karşılaşacak olan Sahip yokluğu: Korku, cesaret eksikliği yahut yaşama isteğinin yeniden kıvılcım alması değil, intiharı bir teşebbüs hattında tutan başlıca faktörlerden biridir bu yokluk, bu melankolik karşılaşamama durumu. Tanrı öldüğü gibi “Baba” da yoktur üstelik. Aydın’ın öykülerinde dayaklar atan, kaba, zalim ve zayıf bir baba tipi vardır var olmasına ama yaşamın devredileceği, konuşmanın muhatabı, suçlamak için değilse bile “sorumlu” tutulacak, intiharı bir söz söyleme biçimine dönüştürecek olan “Sahip” Tanrı olmadığı gibi “Baba” da değildir: intihar hissi ve arzusu aile dramlarını, teolojik söylemleri kapsar ama onları aşar da...

***

Genel anlamda eylem düşüncesindeki çözülme ve daralma intihar edimini de kapsamına almıştır: Bir “protesto” olarak intihar da tartışmaya açıktır artık: Aydın’ın karakteri “fakat intihar kalanlara yöneliktir” iddiasında bulunur. Kırılgan bir itirazın, usulca büyümüş bir öfkenin, parçalanmış anlamların, çözülmüş amaçların sızısının, çok eskilerden kalma, giderek büyüyen bir hayal kırıklığının, çoğalan bir his kırıntısının, belli belirsiz bir izlenimin, kesik kesik işleyen bir kederin, işitilmemiş olmanın hırçınlığının yahut içe yönelmiş bir şiddetin intihar biçimindeki dışa vurumunun alıcıları, muhatapları olarak “kalanlar.” Kabul. İntihar eyleminin öznesinin kararında yüzlerce etmen aynı zamanda yürürlüktedir, ama eylemin yöneldiği bu “kalanlar” kimdir: Devlet, toplum, siyaset kurumu, psikologlar, ekonomik ilişkiler, dostlar, bitik bir aşkın tarafı, hangisi? Suçu, günahı, kabahati, sorumluluğu üstlenecek bir “kalanlar” hâlâ var mıdır; hele de dünyanın şu vakitlerinde, hele de yoksulların ailece intihar ettikleri, kişilerin gündüz gözüyle meydanlarda kendilerini cayır cayır yaktıkları bir zamanda..?  


[1] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 2016, s. 31.

[2] Kitap elbette sadece intihar öykülerinden mürekkep değil, intihar gibi kasvetli bir temanın karşıtı olabilecek, sözgelimi Cemil Kavukçu metinlerinde –Mimoza’da Elli Gram’da mesela- rastlanabilecek türden mizah dozu yüksek meyhane anlatıları ya da politik örgütleri ve bu örgütlerin öznelerini müşfikçe makaraya alan pek çok başka parça da var, bu yazının meramı intihar olduğundan sadece bu tema eksenindeki metinler tezgâha alınıyor...


[3] Can Binali Aydın, Yalnızım İnsanla Geçilmiyor, İstanbul: Everest Yayınları, 2020, s. 48.