Kıbrıs'ta Neler Oluyor?

Aslında, işin o yanı değildir üzerinde durmak istediğimiz. Kıbrıs, emperyalizmin “batmayan uçak gemisi” olduğuna göre, “Kıbrıs Meselesi” denen meselenin de ne biçim bir mesele olduğu bellidir.

“Türkiye” derken, Türkiye’nin bir NATO üyesi, ayrıca Amerika’nın özel müttefiki olduğu akla gelirse, işte o zaman “Kıbrıs Meselesi” denen mesele doğru algılanabilecek ve doğru anlaşılabilecektir.

Üzerinde duracağımız bu “Kıbrıs Meselesi”, son günlerde Kıbrıslı Türklerle-Türkiye ilişkisiyle ortaya serildi. Kuzey Kıbrıs silâhlı kuvvetleri durumundaki Güvenlik Kuvvetleri’nin başındaki Türkiyeli generalin yaratmış olduğu durum, yani (Kıbrıslı Türklerin kendi orduları olan Güvenlik Kuvvetleri’ne bir Kıbrıslı komutan atama hakları yoktur)... Güvenlik Kuvvetleri’nin başında bulunan Türkiye yurttaşı generalin, askerlerin andiçme törenindeki konuşmasında, isim vermeden birtakım muhalif kimselere tehditler ve hakaretler yağdırması, ardından Başbakan Yardımcısı Mustafa Akıncı’ya ve Başbakan Derviş Eroğlu’na hakaretler etmesi, devamında da “casus şebekesi oluşturdukları” iddiasıyla aralarında Avrupa gazetesinin sahibi ile başyazarlarının da bulunduğu altı kişiyi tutuklatması.

Gerçek olan şudur ki, 1974’ten beri geçen süre içerisinde yaşananlar Kıbrıslı Türklerle-Türkiye arasındaki ilişkilerde büyük oranda erozyona neden oldu. Son günlerde su yüzüne çıkanlar, bu ilişkilerde meydana gelen büyük erozyonun doğal sonuçlarıdır.

Kıbrıslı Türklerle Türkiye’den gönderilen yetkililer arasında uzlaşamamaktan kaynaklanan huzursuzluğun, 1963 öncesine kadar uzandığı bir gerçektir. Ancak 20 Temmuz 1974’te başlayan Türk askerî harekatı, Kıbrıslı Türkler tarafından genelde zamanın Türkiye başbakanı Bülent Ecevit’in dediklerine bakılarak bir “özgürlüğe varış” yolunun açılmış olduğu gibi algılanmış ve demokrasiye böylece ulaşılacağı sanılmıştı.

O nedenle, yani Bülent Ecevit’in varlığı nedeniyle, o günün muhalefetini oluşturanlar “nasıl olsa artık her şeye Kıbrıslı Türklerin kendileri karar verecekler” diyerek, Türkiye’nin Garanti Anlaşması’nın öngördüğü “bozulan Anayasal nizamı yeniden kurmak” suretiyle Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinde Kıbrıslı Türklerin 21 Aralık 1963’te başlayan silâhlı çatışmalarla gaspedilen haklarının geri alınmasını bile istemediler. Ecevit, nasıl olsa kısa sürede bir anlaşmayı gerçekleştirmek suretiyle kendileri için en iyisini yapacaktı.

İşler, bilindiği üzere, umulduğu gibi gelişmedi. Bazı solcuların “Türkiye NATO’nun bir üyesidir. O nedenle anavatan-yavruvatan duygusallığı bir yarar sağlayamaz” şeklindeki uyarıları da tabiî ki o günlerin duygusallığı içinde toplumca değerlendirilemeyince kötüye gidiş giderek hızlandı.

1976 seçimlerinde, Denktaş Bey ile partisi Ulusal Birlik Partisi (UBP) seçimleri kazansınlar diye, Türkiye’den aktarılan nüfusa oy kullandırıldı. Seçim yasası marifetiyle de, muhalefet neredeyse Meclis’e temsilci gönderemeyecek duruma sokuldu.

1981 seçimlerine gidilirken Denktaş Bey’in partisi Meclis’te azınlığa düşünce o zaman Başbakan durumundaki Sayın Ecevit açıkça Denktaş’ın yanında yer aldı ve müdahalesi ile partilerinden istifa eden bazı milletvekillerinin geriye dönüp Denktaş Bey’in yeniden çoğunluğu bulmasını sağladı.

1981 seçimlerinde her şeye rağmen Denktaş Bey’in partisi Meclis’te çoğunluğu sağlayamadı. Çoğunluğu sağlayan ve seçimden sonra birlikte hareket etmek suretiyle Meclis Başkanlığı, Meclis Başkan Yardımcılığı ve komisyonlardan istediklerini alan üç sol partiye hükümeti kurma görevi verilmedi. Türkiye’nin asker-sivil yetkilileri alenen müdahale edip siyasal iktidarın değişmesine izin vermediler.

Denktaş Bey’in 1981 seçimlerinde çoğunluk için gerekli olan oyu alıp alamadığı da hâlâ daha tartışılır haldedir.

1981 seçimlerinden hemen sonra Denktaş Bey şöyle demişti: “Sol güçlendi. Tedbir almak lazımdır.”

İşte o günden sonra yeni bir döneme girildi.

Kıbrıs Türkünün nüfusunun azınlığa düşürülmesinin de Denktaş Bey’in dediği tedbirler arasında olması, tartışmaların, Kıbrıslı Türklerin kendilerini idare etme haklarını geri alması şeklinde gelişmesine neden oldu.

Artık her şey Kıbrıslı Türklerin aleyhlerine gelişti. Kıbrıslı Türkler hızlı üretimden kopartıldılar. Ürettiklerini satamadılar, ihraç edemediler. İstedikleri para birimini kullanmalarına da izin verilmeyince, enflasyon altında ezildiler.

Ve Kıbrıslı Türkler kısa zamanda azınlığa düşürüldüler.

Halkta bu durumun Türkiye ile, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta iktidarda tuttuğu hükümetler ve Denktaş Bey’in işbirliğinde bilerek, isteyerek yapıldığı düşüncesi giderek yer etti.

2000 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefet bu konuyu öne çıkardı. Kuzey Kıbrıs’ta iddia edildiği gibi bağımsız bir devlet olmadığını ortaya koyan muhalefet, aslında, Kıbrıs’ın Kuzeyi’nde, Sayın Demirel’in belirttiği gibi “182 bin Türke esir yaşamı yaşatıldığını söyleyerek” bu duruma son verilmesini istedi. Kıbrıs’ın Kuzeyi’nin, aslında, “Türkiye’nin mandası” olduğunu da söyleyen muhalefet, yine aynı sonuca varıyordu: Kıbrıslı Türklere Türkiye kendi kendilerini yönetme haklarını iade etmelidir.

Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir sömürgesi haline getirildiğini de ortaya koyan muhalefet, bu durumu örnekler vererek ortaya koymaya çalıştı. Şöyle örnekleyelim:

1- Kıbrıslı Türkler isteklerine ters olarak, Türk Lirası kullanmak zorunda bırakılmaktadırlar. O nedenle bir para politikaları olamaz.

2- Merkez Bankalarını yönetme hakları yoktur Kıbrıslı Türklerin. Merkez Bankası’nın başkanı Türkiyeli bir unsurdur.

3- Kıbrıslı Türklerin kendi ordularını ve polislerini ve itfaiyelerini yönetme hakları yoktur. Güvenlik Kuvvetleri komutanı bir Kıbrıslı Türk olamamaktadır.

4- Sivil Savunma Kumandanı da Kıbrıslı Türk olamıyor.

5- Posta, telgraf, telefon, Türkiye’nin denetimindedir.

6- Dış taşımacılık Türkiye’nin denetiminde ve emrindedir.

7- Ülkeye giriş çıkış Türkiye’nin denetimindedir.

8- Bankacılık da öyle... Batan bankaları batıranlar henüz askere bağlı olan polis tarafından soruşturmaya tâbi tutulmadılar bile...

9- Kıbrıslı Türklerin biriktirdikleri paraların büyük çoğunluğu da Türkiye’ye ait bankalardadır.

Bu kadar mı? Aslında geriye kalan ne varsa da Türkiye’den sorulur.

Kamuoyunda Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ekonominin büsbütün çıkmaza giriş nedeni de Denktaş Bey’in talebi üzerine Türkiye yetkilileri tarafından alınan önlemlere bağlanınca ve hükümet de hazırladığı ekonomik pakette polisin İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını getirince, kıyamet koptu.

Güvenlik Kuvvetleri Komutanı bu görüşte olan herkese verdi, veriştirdi. Başbakana da, yardımcısına da...

Ve arkasından, sık sık görüştüğü Avrupa gazetesinin sahibi ile bazı yazarlarını “casus şebekesi” ithamıyla gözaltına aldırttı. Genel kanı, olayın düzmece olduğu noktasında. Halk zaten Türkiye yetkilileri ve bu yetkililerle işbirliği içerisinde olanlara karşı güvenini yitirmiş.

Denktaş Bey konuya ilişkin ta Cenevre’den şöyle demiş: “Güvenlik Kuvvetleri Komutanı’na konuşmasını ben söyledim.” Ve devamla Denktaş Bey Güvenlik Kuvvetleri’nin de sivile bağlı olduğunu söylüyor. Kendisine yani. Çünkü Anayasaya göre Başkumandan Cumhurbaşkanı sıfatıyla kendisidir. Böylece polis de kendisine bağlı oluyor.

Doğru mu? Yazılıda değil. Ama fiilen mümkün. Türk Silâhlı Kuvvetleriyle olan özel ilişkisi ve karizması nedeniyle...

Tartışma sürüyor. Bir yanda “Kıbrıslı Türkler kendi kendilerini yönetmelidirler” diyenler, öte yanda da “şükran anavatan” diyenlerle, Türkiye ve yetkilileri.

Yani, bir yanda Denktaş Bey ile yandaşları ve Türkiye, öte yanda varoluş mücadelesi veren Kıbrıslı Türkler...

ARİF HASAN TAHSİN*

(*) Birikim için bu yazıyı kaleme alan Arif Hasan Tahsin, KKTC’nin “kıdemli” ve “özel” bir muhalif simasıdır. 1960’larda itibaren “Türk Mukavemet Teşkilatı”nda yer alan Arif Hasan Tahsin, 1970’lerde öğretmen sendikacılığı hareketinin önderlerindendi. 1974’ten itibaren çeşitli soruşturmalara uğradı, hapis yattı. 1981 ve 2000 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bağımsız aday oldu. Yıllardır gazete yazıları ve kitapları ile KKTC’de resmi ideolojiye ve politikaya muhalif bir ses olmayı sürdürüyor.