ABD Seçimleri: Yeşiller Partisi ve Demokratlar

7 Kasım’da yapılacak olan ABD seçimleri yaklaşırken her ne kadar tüm spotlar Bush ve Gore arasındaki yarışa çevrilmiş olsa da gerek belli başlı medya kuruluşları gerekse Cumhuriyetçi ve Demokratik parti stratejistleri Yeşiller Partisi’ni de (YP) gözucuyla takip etmeyi ihmal etmiyor.

Ralph Nader’in YP’den başkanlığa adaylığını koymasından bu yana kimileri tedirgin, kimileri küçümser, kimileriyse umut dolu bakışlarla bu küçük dev adamın seçim kampanyasını izliyor.

YA GORE YA ÖLÜM!

Kamuoyu yoklamalarında yüzde 3 ila 7 arasında bir oy potansiyeli sergileyen YP en çok da Demokratik Parti’nin (DP) hesaplarını altüst etmişe benziyor. ABD demokratlarını bu aralar oldukça meşgûl eden mevzulardan biri YP’nin anketlerdeki başarısının sandığa yansıması halinde DP’nin halinin nice olacağı. Bu konuda muhtelif senaryolar dinlemek mümkün. Oldukça yaygın bir kanıya göre YP’ye verilen her oy aslında Cumhuriyetçi Parti’ye (CP) atılmış sayılmalı. Bu iddianın temel dayanağı YP’ye oy verecek seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun DP saflarından devşirileceği varsayımı. Başka bir deyişle, Yeşiller DP’yi kan kaybına uğratarak ister istemez muhafazakârların ekmeğine yağ sürmüş olacak. İster samimiyetle benimsediklerinden ister ehven-i şer olarak sineye çektiklerinden… öyle ya da böyle DP’yi yegâne çare olarak görenlerin hepsi dört bir koldan, YP’ye sıcak bakan seçmenlere bu vicdan muhasebesini dayatmaya çalışıyor. Ya Gore ya ölüm!

YA NADER YA ÖLÜM!

Kimi solcu yazarlara göreyse Al Gore’un YP’ye kaybedeceği oylar yüzünden başkanlıktan olması DP yanlılarının veryansın ettiği kadar da kötü bir netice olmayabilir. Her ne kadar George W. Bush yönetiminde geçecek bir dört sene gibi ağır bir bedeli olsa da söz konusu yenilgi demokratların sağa sürüklenişini durdurmak açısından uzun vadede oldukça yararlı olabilir.[1] Al Gore’un başkanlığa seçilmesini hayat memat meselesi olarak algılamalarına ve/veya algılatmaya çalışmalarına rağmen, demokratların birçok kritik noktada muhafazakârlar ile tıpatıp aynı görüşlere sahip olduğu su götürmez bir gerçek. NAFTA ve WTO’dan idam cezasına; Küba ve Irak’a uygulanan ambargodan Pentagon’un muazzam askerî harcamalarına kadar birçok temel hususta DP CP’nin adeta bir klonu gibi hareket etmekte beis görmüyor.[2] Zaten yeterince kaygı verici boyutlara varmış olan bu sağa doğru kayış, Joseph Lieberman’ın DP’nin başkan yardımcısı adayı olarak ilan edilmesiyle birlikte hepten ayyuka çıkmış oldu. İsrail konusundaki şahin tutumuyla tanınan Yahudi kökenli Lieberman, ABD güdümünde Irak’a uygulanan absürd derecede acımasız ambargonun da şevkli bir savunucusu. Ekonomik politikalar açısından da katıksız bir neo-liberal, DP’nin bu yeni başkan yardımcısı adayı. Örneğin, Lieberman’a kalsa Sosyal Güvenlik Fonu bir an evvel özelleştirilmeli, sermaye kazançları üzerindeki vergiler de alabildiğince budanmalı. Kısacası, DP’deki sağcılaşmanın hemen hemen tüm temel unsurları Lieberman’ın şahsiyetinde ete kemiğe bürünmüş durumda.[3] Bu tablodan rahatsızlık duyan kimileri için DP’nin burnunun YP sayesinde biraz sürçmesi, kısa vadede iktidarı CP’ye teslim etmek anlamına gelse de uzun vadede demokratların silkinip kendilerine gelmesi açısından tam bir zaruriyet. Tabiî, bu oldukça iyimser bir senaryo. DP’nin seçim yenilgisini muhafazakâr seçmenlere yeterince hoş görünemeyişine hamletmesi ve dolayısıyla CP’leşme sürecine hepten ivme vermesi de oldukça muhtemel bir gelişme.

SESSİZ ÇOĞUNLUK

CP ve DP’nin ikizleşme sürecinin en manidar emarelerinden biri, sözde dünyanın en demokratik ülkelerinden biri olan ABD’de seçmenlerin seçimler karşısında her geçen gün artan kayıtsızlığı. 1996 seçimlerinde seçmenlerin sadece yüzde 45’inin sandık başına gitmesiyle birlikte katılım hepten dibe vurmuş oldu. Bu demektir ki, ABD’deki 160 milyon seçmenin 80 milyonundan fazlası oy kullanmakta bir anlam görmüyor. Bu ‘apati’ endişe verici olmakla birlikte YP gibi marjinal bir parti açısından aslında belki bir o kadar da yüreklendirici. ABD kapitalizminin iç yüzünü ifşa eden mizahi belgeselleriyle ünlü Michael Moore, YP’nin asıl muhatabının bu sessiz çoğunluk olması gerektiğini düşünenlerden. Moore’a göre, yıllardır kendilerine dayatılan ‘kırk katır mı kırk satır mı’ ikilemi sonucu seçimlerden yabancılaşmış kitlelerin yeniden siyasete kazandırılabilmesinin yolu YP gibi, kendini sistem partilerinden köklü ve samimi bir biçimde ayrıştıran bir alternatiften geçiyor. Bu nedenle, Moore, YP’nin başarılı olmasının illa da DP’nin yenilgisi anlamına gelmesi gerekmediğini savunuyor. Gerçi, iki partili rejiminin boyunduruğunda iyice uyuşuklaşıp bezmiş kitleleri YP gibi ‘çelimsiz’ bir partinin harekete geçirebileceği fikri boş bir temenni ya da eni konu safdillik olarak nitelendirilebilir. Ama şunu da hatırlatmakta fayda var ki, bugüne dek seçimlere en az ilgiyi göstermiş toplumsal kesim olan gençler son zamanlarda sıkı bir politizasyon sürecine girdiler. Dünya çapında yankı bulan Seattle-Washington gösterilerinde önsafları hep ABD’li genç üniversite öğrencileri tuttu. ABD merkezli şirketlerin yurtdışında ne gayrı-insanî koşullarda işçi çalıştırdığını gözler önüne serip kendi üniversite yönetimlerini bu tip şirketlere ait ürünleri boykot etmeye zorlayan yine bu gençlerdi. Belki bu nevi kıpırdanışların ’68 benzeri yaygın bir gençlik hareketine evrilmek üzere olduğunu söylemek için oldukça erken. Ama halihazırdaki hareketliliğin siyaset zemininde -en azından yakın dönemde- kendine bulabileceği yegâne mecranın YP olduğu da şüphe götürmez. Kısacası YP’nin, DP’den oy kapmaktan başka alternatifleri de var gibi görünüyor.

YP VE NADER

Peki YP, ABD halkına sistem partilerinden farklı olarak ne vadediyor? Bu soruya bir çırpıda yanıt verebilmek biraz güç çünkü Nader’in şahsında temsil ettiği ideallar ile YP’nin programatik olarak benimsediği ilkelerin tam olarak örtüştüğü söylenemez. ABD halkı Nader’i, çetin ceviz bir tüketici hakları savunucusu olarak dev şirketler karşısında verdiği başarılı mücadelelerinden tanıyor. General Motors’un yolcu güvenliğini hiçe sayan otomobiller üretip piyasaya sürdüğünü iddia ettiği kitabı geniş yankılar uyandırdıktan sonra GM’nin hışmına uğrayan ama baskılar karşısında yılmayıp bu şirket aleyhinde açtığı davayı kazanan Nader, o gün bugündür ABD’liler için tanıdık ve de saygın bir sima; ihtişam ve güçleriyle insanların yüreklerine korku salan şirketlere kafa tutan onurlu bir ‘post-endüstriyel Don Kişot’. Nader’in seçim kampanyası da onun toplum gözündeki bu imajı çevresinde şekillendirilmiş. Fakat bu yerleşik imaj zaman zaman YP’den fazlasıyla bağımsızlaşıp kendi başına bir ilgi odağı haline gelebiliyor. Dolayısıyla seçmenlerin Nader nezdinde tanıdıkları YP ile parti program, tüzük ve kararlarına yansıyan YP arasında önemli kopukluklar, vurgu farklılıkları olabiliyor. Bu ayrışmayı sol siyaset yapmanın zorluklarına, pragmatik gerekliliklerine atfetmek mümkün. Partisiyle tam bir görüş birliği içinde olsa dahi Nader’in kolay kolay mitinglerde telafuz edemeyeceği ya da en azından fazla önplana çıkarmayı göze alamayacağı oldukça radikal birçok YP kararı mevcut. CIA’in derhal lağvedilmesi, ABD’nin Ortadoğu’dan elini ayağını tamamen çekmesi, banka ve sigorta şirketlerinin kamu mülkiyetine geçirilmesi ya da her aileye yıllık asgari 20 bin dolar gelir bağlanması benzeri YP parti programına ait birçok maddeyi Nader’in meydanlarda dile getirip sahiplenmesi şu aşamada ancak siyasî bir intihar anlamına gelecektir. Bu nedenle Nader, ‘tüketici hakları’ söylemi üzerinden hareket ederek bir yandan ABD seçmenini ürkütmemeye özen gösterirken diğer yandan da bu hakları oldukça geniş tanımlayarak sol bir siyaset için zemin yaratmaya çalışıyor görünüyor. Yani Nader, şimdilik YP programının ancak ‘light’ bir çeşitlemesini halka taşıyabiliyor.

YP’nin kimi üyelerine göre bu strateji, verili koşulların Nader’a dayattığı bir taviz olmaktan ziyade Nader’in şahsi siyasî tercihlerinin bir ürünü. Ne var ki Nader’i başına buyruk davranmakla, partinin yaklaşımını hakkıyla temsil edememekle itham eden bu tip eleştiri sesleri seçimler yaklaştıkça iyiden iyiye cılızlaşıyor. Bu suskunluğun başlıca nedenlerinden biri şayet seçimlerde oyların yüzde 5’ini alırsa, federal hükümetin bu barajı aşan partilere verdiği yaklaşık 12 milyon dolarlık ödeneği almaya YP’nin de hak kazanacak olması. Dolayısıyla, Nader’a mesafeli duran kesimler de dahil olmak üzere tüm YP’liler nefeslerini tutmuş, 7 Kasım’da sandıktan çıkacak sonucu bekliyor. Parti içi çekişmeler o zamana kadar askıya alınmış görünüyor.

16 Ağustos tarihli The Guardian’da George Manbiot “dünya üzerindeki herkesin ABD seçimlerinde oy kullanma hakkı olması gerek” diye yazmıştı. Umarız ABD halkı, tüm dünya vatandaşlarının katılımı olmadan da 7 Kasım seçimlerinden yüreklerimize su serpecek bir netice çıkarır ve ABD’nin buram buram neo-liberalizm kokan siyaset ikliminde sol bir meltem estirir.


[1] DP’nin CP’ye yakınlaşması öyle ciddi boyutlara varmış durumda ki kimi köşeyazarları bu benzeşme sürecini tiye almak için partilerin isimlerini ‘Republocratic’ ve ‘Demican’ olarak melezleme yolunu seçiyor. Bu iki partinin siyamlı ikizlere dönüşme sürecinin bir diğer önemli işareti ise Gore’un, kendini Bush’dan farklılaştırabilmek için elinde kürtaj meselesinden başka neredeyse hiçbir kozunun kalmamış olması. Clinton öncesi 6 hükümetten 5’i CP’ye ait olduğu ve bu zaman zarfında hiçbir cumhuriyetçi kürtaj hakkına ilişmediği halde, DP halen seçmenlerini kürtajın yasaklanması tehtidiyle ıslah etmeye çalışıyor. Kürtaja yapılan bu ağır vurgu, diğer hususlarda bu iki partinin ne denli benzeştiğinin manidar bir kanıtı olsa gerek.

[2] YP adayı Nader da benzer bir tespitte bulunuyor: “DP’de tuhaf bir şey olmakta. DP’liler her zaferden sonra cumhuriyetçilerin meselelerine el attıkları için kazandıklarını söylüyor. Her yenilgiden sonra ise cumhuriyetçi seçmenlere yeterince hitap edemediklerinden kaybettiklerini söylüyorlar. Biz ise ilerici bir hareket oylarını ellerinden aldığı için kaybettiklerini söylemelerini istiyoruz”.

[3] Lieberman’ın şahsiyetinde billurlaşan söz konusu muhafazakârlaşma yönelimini yine Lieberman’ın Gore için sarfettiği aşağıdaki cümle gayet özlü bir biçimde ifade ediyor: “Gerek bir baba, gerek bir koca ve gerekse Yüce Tanrı’nın bir hizmetkarı olarak, o (Gore) hiçbir zaman sorumluluklarını boşlamamıştır”.