Siyasette Yeni Şekillenmeler

1993 yılı sonlarından, özellikle de 1994’ün ilk aylarındaki “dolar krizi”nden beri DYP-SHP koalisyonu, karşılaşacağı ilk dönemeçte devrilmesi muhtemel bir arızalı araba gibi yoluna devam ediyor. İşin tuhafı bu yolculuğun Türkiye son onbeş yılın en ağır iktisadî krizini yaşıyorken yapılabiliyor olması. Bir yanda hemen herkes, bu krizin çok tehlikeli sosyal patlamalara yolaçabileceğini, o nedenle de mümkün en ehil kadroların işbaşında olması gerektiğinden söz ediyor, bu arada DYP-SHP koalisyonunun hiç de bu vasıf ve dirayete sahip olmadığını belirtiyor ve bu teze bizzat iktidardaki partiler içindeki hatırı sayılır kesimler bile katılıyor. Ama buna rağmen yeni bir koalisyon ve hükümet için girişimde bulunması beklenen güçler, adeta felç olmuş ya da enerjileri ancak bir atımlıkmış gibi şöyle bir davranıp kalıveriyorlar. Öyle görünüyor ki bunlar hükümetin “dışardan” bir girişimle işbaşından uzaklaştırılmasının zahmetine katlanmak yerine, her dönemeci geçtiğinde bir tarafı daha dökülen hükümet aracının bir iki ay sonraki dönemeçte kendiliğinden devrilmesini veya yolun kenarına çekilmesini yeğliyorlar.

Toplum sorunlarını ekonomik sorunlara indirgemeye eğilimli olup, kendilerini her şeyden önce ve herkesten daha çok ekonomi bahsindeki iddialılıklarıyla tanımlayan, yerleşik siyasal tasnife göre “merkez-sağ” denilen kesimden bakıldığında durum ve gidişatın özeti böyle.

Koalisyonun öbür ortağı SHP ise “merkez sol”da addediliyor. Bilindiği üzre o da dünyada ve Türkiye’deki aynı kategoriye dahil partiler gibi kendisini ekonomide değil demokratikleşme bahsinde iddialı “olmak”la tanımlıyor. Bu ise 1980’li yıllar boyunca ve hâlâ daha süren neo-liberal ideolojik hegemonya altında merkez-sol’un çekildiği konumun ifadesi. Nitekim 1991’de DYP-SHP koalisyonu kurulduğunda, DYP, merkez sağın ekonomiyi daha ehil yönetecek partisi olarak ANAP’ın seksenli yıllarda uyguladığı politikaları daha düzgün yürütme vaadini temsil ediyorken SHP de buna “ülkeye tam demokrasiyi getirme” boyutunu eklemeyi vaadediyordu. Ama daha 1992 Newruz günlerinde gerek DYP-SHP hükümetinin gerekse özel olarak SHP’nin bu vaadi gerçekleştirmekten ne denli uzak, yetersiz ve inançsız olduğu ortaya çıktı. O tarihten beri de SHP’nin üstlenmiş göründüğü o “demokratikleşme” misyonuna ilişkin hiçbir ciddi girişimi olmadığı gibi, ülke demokratiklik bahsinde 1991 ortamını aratacak hale geldi. Ve böylece SHP hem hükümetin iktisadî-sosyal alandaki beklentilere cevap vermemesinden, hem de asıl olarak bu “demokratikleşme” vaadi konusundaki kofluğundan dolayı dönemin en fazla prestij ve güç kaybeden partisi oldu.

Ama bir merkez sağ ve sol koalisyonu olan DYP-SHP hükümetinin bu yıpranması, ülke siyasal yelpazesinin merkez sağ ve solunda yeralan öteki partilerin alternatif olarak güçlenmeleri gibi beklenebilir bir sonuç da yaratmadı. 27 Mart seçimleri koalisyon partilerinin uğradığı oy kaybının yine merkez sağ ve sol alana değil, yelpazenin daha sağında addedilen MHP ve RP’ye kaydığını gösterdi. Böylece Türkiye’de aşırı sağı ve soluyla temsili demokrasinin siyasal yelpaze modelinin ilk kez görünür olduğu 1965 ve 1969 seçimlerinden beri benzeri görülmemiş bir oy dağılım manzarası ortaya çıktı. Yüzde biri bile bulmayan bir (aşırı) sol sıfatlı oyun “karşısında -hâlâ kullanılan ölçütlere göre- (aşırı) sağda sayılan partilerin toplam oyu % 30’lara varmakta; merkez sol tarihinin en düşük oy oranıyla % 27 civarına gerilerken, merkez sağın iki büyük partisi ve öteki küçük partiler % 40’lar civarında bir oy gücünü temsil etmektedirler.

Şüphesiz bu tabloda bazı düzeltmeler yapmak gerekir. Her şeyden önce “düne kadar” aşırı sağda sayılan MHP’nin % 9’luk oy gücü -bu partinin görüşlerinde hiçbir ciddi değişiklik olmamasına karşılık- artık “merkez”de, merkez-sağ da sayılmalıdır. Bunun nedenlerini daha önce Birikim’de açıklamaya çalışmıştık. (Bkz.Ömer Laçiner, Refahın yükselişi ve “hayat tarzı”nın siyasallaşması; Tanıl Bora,“İki MHP”. Birikim, sayı 60 [Nisan 1994]) Burada, MHP’nin “merkez”e dahil edilme operasyonuna ne iktidardaki SHP’nin ne de muhalefetteki öteki merkez-sol etiketli partilerin itiraz etmediklerini, hattâ sessizce onayladıklarını bir kez daha belirtmek gerekecek. Hatırlanmalıdır ki MHP de bu yeni konumuna uygun hareket etmeye başlamış ve örneğin son 10 Temmuz seçimlerinde taraftarlarını RP karşısında en şanslı merkez-sağ adaya oy vermeye çağırmıştır.

Ama bu durumda, MHP’nin merkez-ılımlı sağda sayıldığı bir yelpazede RP’nin aşırı sağda sayılabilmesinin kıstası ne olacaktır? Öyle bir kıstastan -örneğin “laiklik gibi” söz edilse bile, böylece çizilecek bir şemadaki sol ve sağ deyimlerinin ne hükmü olacaktır? Çünkü sözkonusu deyimler, temsilî demokrasinin içinde ve üzerinde oluştuğu modernist zihniyetin siyasal ufkunu çizen ve belirleyen kavramlardır. Bu zihniyet dünyası ve siyasal ufukta sol ve sağ kavramları esasta tamamen laik içerikte olup, -özetle ifade edilirse- başlıcaları eşitlik, hiyerarşi ve özgürlük olan ve içerikleri yine modern çağların çerçevesince belirlenen ilke ve değerler planında tasarlanabilir iki toplum modeline atıfta bulunurlar. Sol hiyerarşik kalıpları ve ilişkileri hükümsüz kılmaya, eşitlik durumuna varmaya çalışan bir yaklaşımı temsil eder ve özgürlüğü bu yaklaşımı destekleyecek bir içerikte yorumlarken; sağ, hiyerarşiyi değişen kıstaslara göre kalıpları değişse bile ebedî bir gerçeklik olarak kabul eden yaklaşımı gereği özgürlüğü sadece o gerçekliği yeniden üretebilecek dinamiklere alan açma anlamında modernist bir keşif olarak kavrar ve o nedenle de eşitliğin öncelikli bir ilke ve amaç olarak görülmesine temelden karşıdır. O nedenledir ki temsilî demokrasinin klasik siyasal yelpazesinde aşırı sağ, hiyerarşiyi tek ölçüt olarak alan, dolayısıyla eşitliği kökten reddeden akımları, aşırı sol ise tam aksine hiyerarşiyi kökten reddedip eşitliği tek ölçüt olarak yerleştirmeye çalışan akımları ifade eder. Bütün bu zıt konumlarına rağmen her iki akım da tezlerini modern sağ zihniyet dünyasında referans kaynakları olarak belirlenmiş “doğa yasaları”, “bilim”, tarih ve sosyoloji hipotezlerine dayandırırlar. Dolayısıyla dini referans kaynağı olarak alan akımlar bu çerçevenin dışında - veya bir başka ifadeyle “gerisinde”dirler. “Gerici” deyimi buradan türetilir.

Bu bakımdan eğer dini referans alan bir akım ihmal edilemez bir güçle özerk bir hareket olarak ortaya çıkarsa, aşırı sağından aşırı soluna kadar tüm siyasal yelpazenin bu olgu karşısında konumlanması gerekir. Fakat sorun bunun olup olmaması değil, böyle bir olgunun tüm bu yelpazenin odağında, temelinde yeralan bir iddiayı hükümsüz hale getirmiş olmasıdır. Çünkü bu yelpaze dinin aşılmış bir zihniyet evresi olduğunu kabul üzerine kurulmuştur. Bu kabul ise, zihniyet dünyalarının insanın kendisini çevreleyen doğa üzerinde gerçekleştirdiği değişiklikler ile buna tekabül eden bilgi düzeyi tarafından belirlendiğini esas alır ve bu bağlamda doğada başdöndürücü bir değişimi ve bunu mümkün kılan devasa bilgi düzeyini sağlamış modern çağ koşullarında dinî düşüncenin böylesi bir zuhurunu kesinlikle ihtimal dışı sayar. Dolayısıyla “dinî akımların yükselişi” gerçekliği, temsili demokrasinin geleneksel siyasal yelpazesinin “doğru” ve sağlam esaslar üzerine kurulmuş olduğu yolundaki önyargıyı temelinden sarsar. (Bu son cümle, sözkonusu önyargı olgular tarafından daha önceden zaten sarsılmış olduğu içindir ki dinî akımlar yükselmektedir şeklinde de okunabilir.)

Bu noktada hatırlanmalıdır ki, daha 1970’li yılların başlarında, yani henüz mevcut “komünist düzen”ler ancak bir dünya savaşı ile yıkılabilirmiş gibi sağlam ve kalıcı gözüküyorlar ve ortada henüz ciddiye alınır bir dinî hareket yokken “ideolojilerin sona erdiği”nden bahseden düşünürler vardı. Bunlar özetle sol ve sağ ideolojilerin içinden doğdukları varsayımlar kümesinin gerisinde toplanmış beklenti ve ideallerin gitgide zayıfladığı 19’uncu yüzyıldan beri sürecin bu beklenti ve ideallerin taşınmasını giderek güçleştiren olgularla yüklü yaşandığı ana fikri etrafında konuşmaktaydılar.

Bir kez daha dinî hareketlerin “gerici” diye nitelenmesi konusuna dönersek; bu nitelemenin olgularla uyuşur gibi göründüğü dönemlerde, dinî hareketler öncelikle modern bilim ve onun uygulamalarına karşı aldıkları olumsuzlayıcı tavırla dikkati çekiyorlardı. Oysa 20’nci yüzyılın ortalarından beri hem dinî hareketler özellikle fenni bilimlerle pekala uzlaşabilen bir kimlik geliştirebilmişler ve hem de bilimi tüm sonuçlarıyla tartışılamaz bir veri ve referans sayan temel modernist inancın bu katılığını terke mecbur bırakan olguların varlığında dinî dıştalayan tavır alışın gerekçesi bir hayli zayıflamıştır.

Özetle, gelinen noktada dinî hareketleri “gerici” diye nitelemenin kanıtları diyelim bir elli yıl önce güven ve inançla öne sürülebiliyorken, aynı şey bugün için söylenemez.

O halde bugün dinî hareketlerin tüm dünyada, özellikle “İslâm ülkeleri”nde apaçık bir gerçeklik, en azından orta vadede kalıcı bir olgu olarak varolması karşısında; bu gerçekliği de kapsayan bir “siyasal yelpaze” hangi ölçütlere göre kurulabilir? Ve eğer özellikle İslâm ülkelerinde ve örneğin Türkiye’de ergeç bu siyasal yelpaze oturacaksa, halihazır siyasal hareketlerin bu yelpazedeki muhtemel konumlarını şimdiden kestiremez miyiz? Eğer bunu yapabilirsek; içinden geçtiğimiz dönemi, yakın gelecekteki olayların seyrini başlıca hareketlerin sözkonusu yelpazedeki yerlerine doğru gidiş istikametindeki gelişmeler, uyarlanma ve değişim çabaları olarak yorumlamamız da gerekmez mi?

Geçmişteki sağ-sol ayrımı (ve tanımı) ekseninde kurulu siyasal yelpazenin ayrım kıstaslarının neler olabileceğine geçmeden önce bazı noktalara işaret etmek gerekir.

Birinci nokta, bu yeni yelpazenin “temsilî demokrasi”yi temel addetmek gibi bir önkoşuldan hareket edemeyeceğidir. Bilindiği gibi geleneksel yelpazede siyasal akımların legal sayılabilmesinin önkoşullarından biridir bu. Çünkü, dikkate alınmalıdır ki; modern sağların zihniyet dünyasının sarsılması, bunalıma girmesi olgusunun hem -dolaylı olarak- nedenlerinden hem de görünümlerinden biri de temsilî demokrasinin yaşadığı önlenemez (veya önlenemeyen) çöküntüdür. Tüm partileri derece derece etkileyen prestij kaybı, seçim mekanizmasına ve bu mekanizma bağlamında işleyen siyasete ilgisizliğin artışı, medyaların siyasal süreçlerdeki etkinliklerinin giderek büyümesi, temsilî demokrasilerin birçok kurum ve kuruluşu tarafından yerine getirileceği öngörülen fonksiyonların fiilen başka yerlere taşınması ya da devredilmiş oluşu vb. emare ve faktörler bu sistemin artık neredeyse tamamen şekilden, bir kabuktan ibaret hale geldiğini, ya da bu noktaya gidildiğini göstermektedir. Bunu görmek ve söylemek hiç şüphesiz bir toplumda “egemenlik hakkı”nın tek tek insanların seçimlerinin bileşkesi olarak kullanılabileceği yolundaki demokrasinin temel ilkesinin artık bağlayıcı olmadığı anlamına gelmez. Aksine bu ilkeyi temel alan ve savunanları şekilden ibaret kalmış veya yozlaşmış kurum, kuruluş ve örgütlenme tarzlarının bağlayıcılığından kurtulmuş olarak yepyeni bir demokrasi modeli düşünebilmeleri gereğine işaret etmek demektir. Öte yandan böylece -yani temsilî demokrasiyi kabul önkoşulu var sayılmayınca- dinî hareketlere halen egemen akımların ve bu arada radikal sağ akımların düşündükleri “gerçek” siyasal -dolayısıyla toplumsal- düzen modellerini serbestçe dile getirme fırsatı da sağlanmış olacaktır.

Dinî bir hareketin sözü edilen yeni yelpazenin neresinde yeralabileceği sorununu çok büyük ölçüde aydınlatacak koşul -veya etken- de budur. Üzerinde duracağımız ikinci nokta da bununla ilişkilidir. Çünkü halihazırda bir ülkedeki -örneğin Türkiye’deki- dinî hareketler söz edildiğinde hem ondan neredeyse tümüyle homojen, en azından ortak bir plan ve projeye göre hareket eden bir oluşum sözkonusuymuşçasına bahsediliyor hem de insanların o dinî hareketle yönelişinde birbiriyle çelişen bir dizi saik beklenti ve tepki biçiminin rol oynadığı söyleniyor. Oysa dinî hareketlerin ve her bir dinin kendi içinde yorumlanışının binlerce yıllık tarihi ve günümüzdeki dinî hareketlerin biraz daha yakından incelenmesi açıkça gösterir ki ortada yekpare bir hareket değil, birkaç ana eğilimin ciddi veya ciddileşmeye gebe çatışmasının alenen ya da alttan alta sürdüğü bir “bileşim” vardır. Dini referans almanın veya almamanın temel bir ayrım ölçütü olduğu bir siyaset zemini bu “bileşim”in parçalarını, farklı dinî yorum veya gelenekleri birbirlerine yaklaştırır ve ayrıca dinî hareket alanına değişik saik ve beklentilerle yönelmiş olanları merkezdeki eğilimin potasına iter.

Oysa gelmiş geçmiş tüm zihniyet dünyaları içinde, başvurulan referans kaynakları ne olursa olsun birbirinden farklı hattâ zıt yorumlara, dolayısıyla apayrı toplum tasarımlarına ve insanın kendi varoluşunu anlamlı kılma tarzlarına yolaçmış temel sorular vardır. Eğer referans kaynaklarının farklılığını, dolayısıyla dil ve dile getirme tarzlarının farklılığını bir yana bırakabilecek bir yaklaşım izlenirse gayet açıklıkla görülebilecektir ki falanca zihniyet dünyası içinde bir akım oluşturmuş düşünüş tarzıyla daha sonraki bir zihniyet dünyasında tamamen farklı referanslara başvurmuş bir akım arasında yoğun bir rezonans vardır. Bu paralellik o akımların aynı zaman ve mekan içindeki zıtları için de sözkonusudur. O nedenledir ki modern çağların sosyalist akımı kendisini 1400’lerin Ş. Bedreddin ve J. Hus, 1500’lerin Münzer, 1600’lerin Leveller ve Digger hareketlerinin (hepsi de dinî dil ve referansları kullanmışlardır) mirasçısı sayar. Toplumsal hiyerarşiyi ve düzeni mümkün en kalıcı ve “kabul edilebilir” ilke ya da kıstas üzerinden kurabilmenin arayışı içinde olan sağ akım tarihsel mirasını daha fazla göz önünde tutar. Yalnızca soy liberal akım geriye doğru tarih çizgisi çizemez. Buna ihtiyaç da duymaz. Çünkü modern çağların özgün “icadı”dır o.

O halde dinî hareketin tarihen ve kaçınılmaz olarak içerdiği ana akımlar doğrultusunda “bölünebileceği”ni öngördüğümüz gibi, bu akımların her birinin modern zihniyet dünyasının sol ve sağ akımlarıyla yanyana konumlanabileceğini de varsayabiliriz.

Sağ için bu yanyana gelişim bir kaynaşma veya eklemlenmeye dönüşmesi pekala mümkün ve kolaydır. Bunun ilginç ve anlamlı son bir kanıtı 10 Temmuz’daki Fatih seçimlerinde görüldü. ANAP’ın özel olarak “dindarları” etkileyebilmek için gösterdiği aday, RP karşısında -önceki seçimde bu partiye gitmiş oyların bir bölümünü de kendine çekerek- seçimi kazandığında bunu nasıl başarabildiğini soranlara “onlar -yani RP’liler- bir ayet okuyunca ben iki ayetle karşılık verdim” diyor ve böylece kazanılmış bir seçim büyük medya tarafından RP’ye karşı zafer diye niteleniyordu.

Fatih, Türkiye’deki merkez sağ partilerin yukarda işaret edilen “eklemlenme” yönündeki zaten başlamış çabalarının bir örneği. Belirtmek gerekir ki burada RP ile değil, şimdilerde onun çevresinde yeralan kimi dinî eğilimlerle eklemlenmek amaçlanmakta ve bu çaba ne denli başarılı olsa dahi ortada yine de bir RP’nin olacağı varsayılmaktadır. Bunun bir büyüme yaşadıktan sonra sözü edilen “eklemleme” girişimleriyle küçültülüp kabul edilebilir bir güç düzeyine inmiş bir RP olması arzu edilmektedir. Bu bağlamda Türkiye’deki merkez sağın yeni bir yaklaşım geliştirdiği şüphesiz söylenemez. Başından beri dinin, Türk milliyetçiliğinin ve liberal söylemin parçalarından oluşmuş eklektik bir bileşimi dengelemeye, bunu ülkenin ünlü “devlet” gerçekliği ile telif etmeye çalışagelmiş merkez-sağ gelenek, ideolojik portföyünün o üç parçasında özerkleşme eğilimindeki hareketlerle karşılaştığında benzer biçimde davranagelmiştir. Örneğin 1970’li yıllarda daha da “milliyetçileşmiş”, 1980’li yılların ortalarında “liberal ve demokrat” kimliğe bürünmüş, şimdi de ayet, ezan ve başörtüsünü “kullanma gereği hasıl olmuştur”.

Ancak merkez sağın bu yaklaşım ve hesapla istediği sonucu alması, özellikle haldeki ikiye ayrılmış yapısı sürdükçe pek zordur. O nedenle RP’nin 27 Mart’taki yükselişini 10 Temmuz’da oy oranını daha da arttırarak teyid ettirmesi olgusu karşısında ANAP ve DYP’nin öyle ya da böyle bir araya gelmesi ve bunun hemen önümüzdeki dönemde gerçekleştirmesi kaçınılmaz gibidir. Çünkü, her şeyden önce merkez sağ gelenek şimdiye kadar kendi sağında ortaya çıkan ve gelişme istidadı gösteren hareketleri onlara yaklaşarak -1970’lerdeki Milliyetçi Cephe politikası örneğinde olduğu gibi- hem frenleyip hem absorbe etmeye çalışmış ve en azından onların bağımsız bir siyasal odak olarak güçlenmelerini bir noktada sınırlayabilmişse; bunu, kendisinin % 40’lara varan oy gücü ve yerleşikliği ile ötekinin henüz % 10’lara bile varamamış kalıcı oy tabanı arasındaki güç ilişkisi sayesinde becerebilmiştir. Oysa RP “kemikleşmiş” sayılabilecek % 15’e varan bir oy gücü ve % 25 oy oranına ulaşıp geçebileceğinin işaretlerini veren potansiyeli ile DYP ve ANAP’ı şimdiden geride bıraktığını iddia edebilecek durumdadır. Yani DYP ve ANAP birleşse dahi, eskinin “yanaşma” taktiği ile kimi parçalarını kaptırması zordur. Dolayısıyla “yanaşma”nın yanısıra “sıkıştırmak” da gerekecektir. MHP’nin merkez-sağa dahil edilmesi gereği de burada ortaya çıkmaktadır. 1990’lar Türkiye’sinin yaygınlaştırdığı Türk milliyetçiliği, “dinî hareketi” karşısına alarak değil, uygun noktalarda “sıkıştırarak” istenen sonucu almaya çalışacaktır. Bu işlevi ile MHP birleşik ANAP-DYP gücünün müttefiki olarak yine ayrı bir parti olmayı sürdürebileceği gibi, -hele Türkeş faktörünün ortadan kalkması halinde- o güce organik bir parça olarak da katılabilir. Ve bu ikinci ihtimal hiç de MHP’nin merkez sağ içinde erimesi olmaz, aksine MHP’nin kendi rengini bu alanda daha da belirginleştirmesi sonucunu verir.

Türkiye’deki dinî hareket Sünni karakterini koruduğu ve koruyacağı oranda bu ülkedeki merkez-sol akım- gelenek de başlangıcından yani TC’nin kuruluşundan beri ülke Aleviliği ile “kendiliğinden” teşekkül etmiş bağını daha da pekiştirmenin yollarını arayacaktır. Burada önemli bir hususu belirtmek gerekir. Bilindiği üzre -temsilî demokrasinin başlangıcı addedilen 1946’dan- 1970’lere kadar ülke siyasetinin görece basit ve yalınkat manzarası içinde iki ana akımı oluşturan CHP ve DP-AP geleneğinden ilki (CHP) daha ziyade Alevi kitlesinin oyunu alırken, Sünni toplulukların çoğunluğunun oyu da DP-AP çizgisine akardı. Fakat bu ilişki ne CHP’nin ne de DP-AP’nin sözkonusu dini toplulukların partisi olarak nitelenmelerini gerektiren bir özelliğe sahipti. Çünkü birlikte Türkiye toplumunu oluşturan Sünniler ve Aleviler, tarihleri boyunca ülke çapında birer cemaat olarak örgütlenmiş değillerdi, yöresel cemaatler olarak yaşayagelmişler, bu cemaatlerin çekirdeğinde olan tekke, ocak ve zaviye gibi “sivil” örgütsel oluşumlar da TC’nin kuruluşu ertesinde yasadışı ilan edildiği için dinî çevreler arası ilişkiler de güçleşmişti. Eklemek gerekir ki Osmanlı Yükseliş döneminden beri Aleviler toplumun kenarında ve devlet baskısı altında yaşayabilmiş olmalarına karşılık, onları bu konuma iten süreç ve devamında cemaatler arası bir Alevi-Sünni çatışması ve gerilimi olmadığı için ortada birbirlerine karşı oluşturulmuş Alevilik ve Sünnilik “bilinci” de yoktu. Bu durum CHP ve DP-AP çizgilerinin hem -değişik oranlarda da olsa- her iki kesimden de oy alabilmelerini mümkün kılıyor hem de cemaatlerin çoğunlukla “temsil edildikleri” partiye kendi renklerini egemen kılmalarını büyük ölçüde sınırlıyordu.

1970’lerden itibaren ise bu durum değişmeye başladı. Aleviler hemen hemen kitlesel olarak siyasal yelpazenin merkez sol ve sol alanına yöneldiler. Her ne kadar bu alanın siyasal ideolojilerinin cemaatler üstü karakterinde görünür bir değişim olmadıysa bile, popüler kültür boyutunda Alevilik ağırlığını arttıran bir etken haline geldi.

1980’li yıllarda CHP çizgisinin SHP ve DSP olarak ikiye bölünmesinde Alevilik büyük ölçüde SHP tarafını seçti. DSP’nin lideri Ecevit’in Alevi oy kitlesini şüphesiz kaybetmemek istemesine karşın bundan -şimdilik- memnun olduğu bile söylenebilir. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla Ecevit, 1980 arefesinde CHP’nin, ona oy veren cemaatler ve yöresel kimlikli topluluklar üzerindeki -Kemalizm ve sosyal demokrasi karışımı- ideolojisiyle icra edebildiği siyasal yönlendiricilik rolünü yerine getirmekte giderek zorlandığını, CHP ideolojisinin bu nüfuzunu yitirmesiyle partinin sadece sözkonusu toplulukları ve bunların çeşitli düzeylerdeki çıkarlarının temsil edildiği bir kuruluş haline dönüşmekte olduğunu görmüştü. DSP’yi sıradan üyelerin bile ince eleklerden geçirilerek kabul edildiği ve sadece bir tepe ve tabanın olduğu yapı olarak kurmasında bu gözlemin çok önemli bir payı olduğu söylenebilir.

Ecevit’in bu parti modeli hiç şüphesiz taşıdığı “demokratik” sıfatı ile uyuşur değildir. Fakat 1980’deki CHP’nin ideoloji zarının ardında cemaatlerin giderek belirginleştiği bir kuruluş haline gelmesinden onca rahatsız olan Ecevit, 1980’lerdeki, SHP’de bu rahatsızlık verici gidiş daha apaçıklaştıkça kendi modeline daha da sıkı sarılmıştır.

Eklemek gerekir ki; eğer yukardaki tesbitte önemli bir doğruluk payı varsa; Ecevit, son yıllardaki dini (Sünni) hareket iktidara aday bir parti ekseninde yaygınlaşırken bu hareketin “anti-Alevi” bir boyut da içerdiğini düşünecek olan Alevilerin ya halen içinde ve çevresinde toplandıkları SHP’de veya ayrı bir yerde Alevilik bilincini öne çıkararak saflaşmayı; ya da -o yolun çıkmazını anlayıp- Ecevit’in parti ideolojisi ve kimliği dışında hiçbir kimliğe izin vermeyen -bir anlamda 1970’ler öncesi CHP’sine daha sağlam* biçimde dönme özlemini yansıtan- partisine katılmayı seçmek zorunda kalacaklarını hesaplamış olmalıdır.

Yeri gelmişken Ecevit’in, 1980’lerle birlikte tüm dünyada ve Türkiye’de dinî hareketlerin yükselişi ile eşanlı olarak ortaya çıkan -etnik veya kültürel- yerel kimliklere dönüş olgusuna en kararlı karşı çıkışlardan birini temsil ettiğini de belirtmek gerekir. SHP’nin az önce değinilen durumuyla bu “postmodern gerçekliğe” hayli prim veren bir görünüm sergiliyor olmasına karşılık Ecevit tarihî CHP’ye özgü modernist çizgi üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla henüz “Kürt sorunu” dışında Türkiye gündemine tam yansımamış olan bu gelişme de uç vermeye başlarsa -ki aslında tek başına Kürt sorunu bile bu koşulu sağlamıştır- vaktiyle TC devletini bu gibi yerel kimlikleri bastırarak kurmuş olan asker-sivil bürokrasinin halihazır mirasçıları, aynı tarihi görevle bir kez daha karşı karşıya oldukları havasına girdikleri oranda -SHP’ye göz ucuyla bile bakmaksızın- Ecevit’i yeniden keşfedeceklerdir. Yani SHP’nin son dönemlerde -RP’nin yükselişi dolayımında- Atatürkçü geçmişini hatırlayarak ve hatırlatarak o çevrelerden destek bulmaya çalışması pek sonuç vermezken, Ecevit’in -yukarda işaret edilen faktör bağlamında- hem “Kürt sorunu” hem de RP üzerinden yaptığı anıştırma daha tutarlı ve inandırıcı olabilecek, özellikle sözü edilen zümreler Atatürkçülük sloganını Ecevit’in yorumuna emanet etmeyi tercih edeceklerdir.*

Buraya kadar söylenenler, daha ziyade İslâmî (Sünni) hareketle legal siyasal platformda kalarak mücadele etmeyi kabullenmiş haldeki merkez sağ ve sol partilerle ilgili idi. Bu çerçevede yaptığımız analiz halihazır merkez sağın milliyetçiliği daha da öne çıkmış bir kimlikle ve dinî hareketin kimi kesimlerine yanaşmayı da ihmal etmeyecek bir blok oluşturmaya yöneldiğini; merkez solu ise SHP’den ziyade DSP’nin -Ecevit’in çevresinde oluşacak bir toparlanmanın temsil edebileceğine işaret etmektedir.

Dikkat edilmesi gereken ilk nokta her iki muhtemel oluşumda da -Türk- milliyetçiliğinin neredeyse başat faktör haline geliyor olmasıdır. Gerçi ilkinde MHP’nin izlerinin belirgin olması, ötekinde “Atatürk milliyetçiliği”nin izlenmeye çalışılması bir farklılık olarak görülebilirse de ayrıca yine ilkinde merkez sağın Türk milliyetçiliği vurgusu altında yerel kimliklerin zımni kabulüne cevaz veren geleneğine devam edileceği; buna mukabil öbüründe Kemalist geleneğin “kaynaşmış kitle” kavrayışına daha sıkı sarılma eğilimi gözlemlenebiliyorsa da bu farklı yorumlanışlarıyla Türk milliyetçiliğinin merkez ideolojisinde birincil çizgi oluşu kuvveden fiile geçmiş olmaktadır.

Şimdilik sadece değinmekle yetineceğimiz bir noktayı yeri gelmişken belirtmeliyiz. Böylece teşekkül etmekte olan bir merkezin kabul edebileceği legal siyaset zemininde ne örneğin Aleviliği özerk bir cemaat olarak temsil iddiasında bir hareket ne de “Kürt gerçekliği”ni aynı biçimde temsil edecek bir partiye yer vardır.

Bu tür örgütler “yasal boşlukları” kullanarak veya merkezin kimi “dış faktörleri” hesaba katmak mecburiyeti ile gösterdiği “tahammül” nedeniyle legal ifade imkânı bulabilirler ama “merkez” bunları muhatap saymamakta ısrarlı olacaktır.

Ancak böylelikle teşekkül etmekte olan merkezdeki konumlanışlar için sol ve sağ nitelemelerini kullanmak da anlamsızlaşmakta, gereksizleşmektedir. Bu deyimleri ANAP, DYP ve MHP’nin yeraldığı kesime göre DSP’nin odakta yeraldığı oluşumun bölüşüm bahsinde daha dengeli bir paylaşımı gözetme yanlısı olduğunu belirtmek için kullanmayı sürdürenler olabilir. Fakat bu, kaynağında ve kullanıldığı tarihsel süreç içinde yeniden ve daha zengin içerikle tanımlanabilmesine yetecek bir birikimi taşıyan sözkonusu kavramları kabul edilemez bir kısıtlı anlama, sıradan sıfatlara indirgemek demektir. Gerçi modern çağların egemen ekonomizm ideolojisinin belirleyiciliği altında o kavramlar sonuçta bu muameleye zemin hazırlayan bir vurgu kaymasına uğratılmışlarsa da; bu yüzeyin altında önümüzdeki dönemin siyasal tahayyül ufkunu büyük ölçüde aydınlatabilecek kıstasların türetilebileceği zengin bir miras vardır.

Dolayısıyla bu hususu gözeten bir yaklaşımın yukarıda sözü edilen merkezdeki oluşumlar, konumlanışlar için -merkez- sağ ve sol nitelemelerini şimdiden yapması gerekmez. Onların nerede durdukları, duruyor sayılmaları için bazı yeni oluşumların sahneye çıkması gerekir. Ve ancak bu koşul gerçekleştiğinde ve gerçekleştiği oranda, hem onların yerleri tanımlanır olacak hem de o oluşumların egemen kılabileceği bir düşünüş ortamında çok güçlü bir ihtimalle bir iç hesaplaşma yaşayacak olan haldeki “bileşik” dinî hareketteki potansiyel eğilimler “olmaları gereken” yerlere yönelebileceklerdir.

Kasdettiğimiz yeni oluşumların ilkine örnek, 1994 yılı başlarından itibaren siyaset zeminine girmeye hazırlanan “Yeni Demokrasi Hareketi”dir. Kendisini hâlâ kullanılan ideolojik sınıflandırmaya göre “merkez” veya “merkez-sağ” bir eğilim olarak sunuyor olmasına rağmen, bu hareket aslında bu ideolojik sıfatlardan “rahatsız”dır. Bu rahatsızlık onun siyaseti, “ideolojilerin kalıpları”ndan hattâ “çıkar ilişkilerinin kısıtlayıcı zemini”nden ötede, iktisadî ve sosyal rasyonalitenin tanımladığı bir gerçeklikler düzeyinden hareketle icra edilmesini savunan modern elitist bir yaklaşımı benimsemiş olması ile ilişkilidir. O nedenle “Yeni Demokrasi Hareketi”, toplumun kurulu hiyerarşisini, sınıf ve kesimlerin çıkar ilişkileri ve mücadeleleri sürecinin dalgaları içinde hem koruyan hem de güç ilişkilerinin düzeyine göre “yenileyen” bir rol üstlenmiş olan klasik merkez sağ partilerin o çıkar ilişkileri zeminine gömülmüş pratiğini “kaygıyla” karşılar. Şimdilerde sadece kaygıyla karşılamakla yetinmeyip özerk bir hareket olarak ortaya çıkmışsa, bu çıkışın koşullarının olgunlaştığı hükmüne varmışsa bunun başlıca nedeni, 1980’li yılların -gerçekte aynı model üzerine kurulmuş ve işlemiş olan- tüm partileri o bahsedilen işlevi yerine getirmekte gittikçe zorlanan, zorlandıkça da prestij kaybeden kuruluşlar haline getiren koşulları, atmosferidir. O nedenle de “Yeni Demokrasi Hareketi”, merkez sol -hatta sol–partilerden yüzgeri etmiş kesimlerde de yankısını bulabilecek içerikte- halihazır partilerin yönetici, yönlendirici olarak yetmezlikleri, tıkanmışlıkları teması çevresinde dönen - bir siyasal eleştiri yürütmektedir. Bu eleştirinin dikkati çeken yönü, kendisini şu anda ister sağda ister solda tanımlıyor olsun, siyasetin halihazır manzarasını hoşnutsuz bir küçümseme ile izleyen o kesimlere elit vasıflarını “hatırlatan” bir söylem tutturması. “Yeni Demokrasi”nin mesajı kitleleri yığın olarak algılayan ve onların üzerinde “eyleyecek” bir elit kesime onları çıkar güdülerine seslenerek değil, o güdüler zemininin üzerindeki iktisadî ve toplumsal rasyonalitenin hükmediciliği izlenimini yaratarak yok etme misyonu sunan bir içeriktedir.

“Yeni Demokrasi” hareketi, halen yığınları eyleyici konuma sokan veya sürükleyen ya da sürükleme potansiyeli taşıyan dini hareket, Türk ve Kürt milliyetçiliği, “laik tepki” vb. oluşumlar karşısında o zikredilen elitist çerçevesi ile bu ortamda kitlesel bir güç olma imkânını edinemez gözükmektedir. Fakat “Yeni Demokrasi”nin şansı, bu ortamda kendisine yönelik bir kitle hareketi -ya da oy gücü- edinebilmesinde değil; sözü edilen dinamiklerin birbirini dengelemesinden doğan bir gerilimin bir süre sonra etkisini gösterecek bir yorulma haline yolaçmasındadır. Böyle bir noktada “Yeni Demokrasi”, o dinamiklerin her birinin haklı saik ve nedenlerinin olduğunu bildirmekle yetinen diliyle, sözkonusu dinamikleri yönetmiş olanların da yıprandığı o yorulma belirtilerinin ortaya çıktığı noktada yeni ve yıpranmamış bir yönetici arayan karmaşık kitlenin kendini teslim edeceği el olmayı hesaplamış gözükmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla Yeni Demokrasi o noktaya 1994 Eylül’ünden itibaren gelineceğini kestirmiştir.

“Merkez”e yerleşme ve buraya egemen olma iddiasındaki yeni demokrasinin bu bölgeyi halen tutan güçleri kenara itmesi kısa vadede mümkün olur mu bilinemez. Bu şimdilik zayıf bir ihtimal olarak gözükse bile şurası kesindir ki, bundan böyle Türkiye’de ve tüm dünyada temsilî demokrasinin şöyle ya da böyle bir yerleşiklik kazanmış olduğu toplumlarda, yeni demokrasi türünden -ideolojilerin geleneksel tasnifi açısından bakıldığında “nötr” gibi gözüken- ama elitist niteliği belirgin kadro hareketlerinin “merkez”i belirleme çabaları giderek yoğunluk kazanacaktır. Bu elitizmin çok çeşitli biçimleri olabilecektir. Bunlar temsilî demokrasinin yığınlar açısından özsel bir değere tekabül etmekten giderek uzaklaşıp etkin bir yönetilme adına pekala vazgeçilebilir kurumların şekli ağı olarak görünebildiği günümüz durumunun uzanımında -şimdilik açıkça söz edemedikleri- hiyerarşik toplum tasarımlarını daha “özgür” ifade edebileceklerdir.

Daha önce sağın tayin edici özelliğinin hiyerarşi kavramında yattığını belirtmiştik. Bu yaklaşım, dünya görüşü, hiyerarşinin insanlar, topluluklar arasında zorunlu bir ilişkiyi ifade ettiğini ve bunun bizzat insanların yaradılış ve/veya kapasite olarak farklı derecelerde oldukları ebedî gerçeğinden türeyen bir ilke olduğunu esas alır. Mülkiyet, bölüşüm ve siyasal katılım bahislerindeki eşitsizlikleri, o ebedî gerçeğin dışavurumu olarak kabule hazırdır. Belli bir eşitsizlik durumunu, o durumda geçerli hiyerarşi kıstaslarının “rasyonel” ya da “doğal” sayılamayacağı noktasından eleştirebilir ve bunu yaparken “doğal” ya da rasyonel olan bir başka değer kıstasından hareket eder.

Günümüze kadar sağdaki eğilimler yelpazesi hiyerarşi ölçütlerinin esnek ya da katı, değişebilir veya değişmez sayılıp sayılmadıkları noktasından bakılarak şekillendirilmiş “ılımlı”dan -merkez- “aşırı”ya tüm sıfatlar buna göre verilmiş gözükmektedir. Ancak burada yalnızca değinmekle yetineceğimiz nokta şudur ki; en başta 2’nci Sanayi Devrimi dediğimiz sürecin olgularıyla daha bir belirlenecek olan önümüzdeki dönemin koşullarında sağın belirleyeceği merkez ılımlı değil, en değişmez ve “sahici” kanısını verecek hiyerarşik ölçütün hangisi olacağını “tartışan” eğilimlerin konumlanacağı yer olacaktır.

O halde önümüzdeki dönemin solu, merkez-sağdaki o hiyerarşiyi kutsayan “gerçeğin” dönüştürebilirliği iddiası üzerine temellenen bu iddiasının kanıtlarını pratik olarak üretmenin, çoğaltmanın arayış ve uğraşına yoğunlaşmış bir sol olabilir ancak. İnsanın birey olarak eylemli varoluşunun zenginleşmesiyle, yani potansiyel olarak sahip olduğu kapasitenin eylemin tarzı ve konusu itibariyle bir aşamayı ifade edecek hale gelmesiyle o eşitlik-eşdeğerlilik iddiasının yeni bir adım attığını düşünen bir bakış açısını temsil eden sol, bu dönemde tarihin derinliklerinde bıraktığını sandığı bir müttefik bulabilir.

Nasıl günümüzün egemen düşünce atmosferinde “sıradan birey”in en üst insan faaliyetlerinin konusu olabilecek eylem alan ve tarzlarına etkin biçimde katılabileceği tezi, yani sıradan bireyin elitlerle eşdeğer bir kapasiteye sahip olduğu iddiası ve bu iddiasını gerçek kılma “hakkı” adına talepte bulunması “ebedî gerçeğe” aykırı, abes bir iddia olarak karşılanıyor, rasyonel iktisadî ve sosyal gerçekliklere saygısızlık -ve az biraz zorlanırsa- küfür gibi algılanıyorsa; “dün”ün egemen düşünce atmosferinde -yani dinî düşünüş içinde- de birtakım insanlar sıradan kişinin en üst varlığa ait sıfatları, o varlık tarafından verilmiş kapasitelerini deruni bir yoğunlaşmaya seferber ederek edinebilecekleri iddiasında bulunabildikleri, bu “kendini keşf” pratiğini egemen düşüncenin kendilerine empoze ettiği yolu dışlayarak varoluşlarının belirleyicisi kılmaya cüret ettikleri için “ebedî gerçeği” saygısızlık ve küfür suçlamasıyla karşılaşmışlardı. Hışma uğramış egemen din yorumlarınca ağır baskı altına alınmış, ama buna rağmen sıradan insanların o köklü yüceliş arzularına cevap veren ve onların dünyasında varlığını sürdüren bir akım olarak yaşamıştır.

Solun kendi arayış ve idealinin -egemen zihniyet dünyasını dinin belirlediği- geçmişteki takipçilerini ararken karşılaştığı hareketlerin istisnasız tümü bu akımlardan doğmuşlardı. Bugün kimsenin ötekine kendi dilini empoze etmediği bir zeminde yeniden karşılaşmak neden mümkün olmasın? Biri insanın potansiyel kapasitesini - “dışa dönük” eylem aracılığıyla ifade ederek tasarlanabilir en üstün insanî düzeye erişmenin, bunun için gerekli özgürlük değer ve ahlâkının ve bunların varlığında oluşabilecek bir eşitlik-eşdeğerlilik halini amaçlayan; öbürüyse kendi -üstün vasıfların gömülü olduğu- insanî kapasitesinin bu “özü”nü keşfe yönelik bir “içe dönük” pratiklerin mirasını taşıyan bu iki akım, insanın varoluşunun -tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak bir hayatilikle- sözkonusu olduğu bu tarihsel dönemeçte birbirini destekleyen ve -kimbilir- bir sentez yaratabilecek bir birlikte yürüyüş gerçekleştiremezler mi?

ÖMER LAÇİNER

(*) Çünkü DSP modeline uygun olarak orta kademe, yani hem liderle taban arasındaki ilişkiye egemen olabilen hem de konum ve güçlerini sağlamlaştırmak için tabanı cemaatler, yöresel kimlikli topluluklar olarak örgütleyebilecek bu düzeyin güçlenmesi önlenecektir.

(*) Ecevit’in kendisine tepsi içinde sunulmasına rağmen CHP’nin başına geçmeyi reddedip CHP’nin kendisine katılmasında bu denli ısrarlı olması onun kendi yorumunun şartsız kabulü konusuna verdiği -siyasal- önemin bir göstergesidir. Ecevit sabırla sırasının gelmesini beklerken sahneye Atatürkçülüğün devamı kimliğiyle değil, onu kendisine katmış -yani daha kapsayıcı- bir kişilik olarak çıkabilmeyi tasarlıyor gözükmektedir.