TC'den Kıbrıs'a Dış Müdahaleler

TC’nin Kıbrıs’ın içişlerine müdahalesinin tarihi dikkate değer bir seyir izler. 1980’lere kadar gerek dış dünyadan, gerekse Kıbrıs Türklerinden sözü edilir bir tepki görmeyen bu müdahale, 1980 sonrasında yoğunlaşır ve o oranda da özellikle Kıbrıs Türklerinin tepkisini toplamaya başlar. İlginç olan nokta TC Devleti’nin Kıbrıs’ın içişlerine müdahalesini giderek bir müdahale saymama eğilimine girişidir. Yıllar geçtikçe TC tarafından Kıbrıs’a bir vilayetmişçesine davranma tarzı daha da belirginleşmiştir.

Müdahalenin bir başka ve önemli boyutu da, 1974 sonrasında çıkarılan bir işgücü yasası ile sistemli olarak Kıbrıs vatandaşlığı statüsüne alınan Türkiye’den getirilme nüfustur. Bu yeni Kıbrıs vatandaşları, KKTC toplumunun siyasal iradesinin “yerellik” vasfını olumsuz yönde etkilemekte, TC’nin Kıbrıs’ın içişlerine karışmasını “doğal” sayan bir kitle olarak Kıbrıs’ın özgül durumuna has politikaları manipüle edici bir rol oynamaktadırlar.

Bu yazıda, TC’nin Kıbrıs’ın içişlerine müdahale sürecini dönemlere ayırarak ele alacağız. Hemen belirtelim ki, burada ağırlıklı olarak siyasal nitelikli müdahalelerden bahsedilmekle birlikte, TC ile arasındaki askerî, ekonomik ve kültürel ilişkilerde de müdahaleler hiç eksik olmamıştır. Yeri geldikçe bunları da ele alacak ve sonuç bölümünde bu tarihin gerek TC ve gerekse Kıbrıslı Türkleri açısından bir bilançosu yapılacaktır.*

TARİHSEL OLARAK KIBRIS’A DIŞ MÜDAHALELER

1- 1963-1974 Dönemi:

İlk önce 1960-63 yılları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hukuken ve fiilen Kıbrıs’ta yaşayan insanlara egemen olduğu bir dönemdir. Bu anlamda varolan dış müdahaleler daha farklı bir biçimde ele alınmalıdır. Çünkü, bu dönemde sadece TC’nin dış müdahalesi yoktur. Yunanistan’ın, İngiltere’nin de müdahaleleri söz konusudur. Denktaş 1963-1968 yılları arasındaki dönemi şöyle değerlendirmektedir: “Meselâ ben bu memlekete Türkiye’den geldiğimde ‘Bayraktarlık İdaresi’ vardı, savaş vardı, parlamento, sendikalar kapalıydı. Ben parlamentoyu açtırdım, partileri yeniden faaliyete geçirdim, sendikalar açıldı. Bunlar o dönemde Türkiye’ye verdiğim raporlarda da vardı.” (Yenidüzen gazetesi, 9.1.1995)

Bu dönemin en önemli özelliği seçimlerin tek adayla olmasıdır. Kıbrıs Türk Toplumu içerisinde farklı adaylar çıkmak istediği halde çeşitli baskılarla adaylıklarını açıklayanların geri çekilmesi sağlanmaktaydı. Örneğin ilk tartışmalı seçim olan 1968 Cumhurbaşkanlığı Muavinliği seçiminde Dr. Fazıl Küçük daha önceden sürdürdüğü bu makama yeniden aday olurken karşısına Hâkim Mehmet Zekâ Bey de aday olacağını açıklar. TC’den Kıbrıs’a seçimlere ilk dış müdahale de bu vesileyle olur. Dönemin TC Büyükelçisi Ercüment Yavuzalp anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır: “... Zekâ Bey’i, Büyükelçiliğe görüşmeye çağırdım. Davetime hemen icabet etmekle beraber, bu işten pek memnun olmadığı yüzündeki ifadeden anlaşılıyor. Kendisini çok saygılı bir şekilde karşıladım. Belirli bir tebligat yapıyor havası vermemeye özen gösterdim. Bu seçimin normal zamanlarda yapılan bir seçim olmadığını, hukuki bir zaruretten bu yola gidildiğini, mevcut koşullarda toplumun bu seçim mücadelesini karşılayabileceğini zannetmediğimizi, bu yüzden tek adayla seçim yapılmasını uygun gördüğümüzü, bu kesinlikle şahsına yönelik bir davranış veya bir başkasını himaye şeklinde almamasını, toplumun yararının bu yönde olduğuna inandığımızı ve toplumun değerli bir mensubu olarak bu görüşümüze katılacağını umut ettiğimizi söyledim.” (Yavuzalp, 1993:139)

Zekâ Bey Avrupa Konseyi’nde Kıbrıs Devletini o dönemde temsil eden uluslararası bir hukukçuydu. Büyükelçi caydırma girişiminin sonucunu şöyle anlatıyor: “22 Ocak’ta Zekâ Bey’in adaylığının ortaya atılması ile ortaya çıkan adaylık bunalımı dört gün süren geceli gündüzlü çabalar sonucunda bu şekilde çözülmüş oluyordu.” (Yavuzalp, 1993:142) Yani Zekâ Bey’e adaylığı geri aldırılmıştı. Bu anlamda Yavuzalp, Zekâ Bey’i daha ılımlı, ama davaya sahip çıkan bir değerli hukukçu olarak tanımlamayı eksik etmedi. Böylelikle Dr. Fazıl Küçük tek aday olarak “seçime” girdi.

Kıbrıs’ta toplumlararası görüşmeler sürerken Kıbrıslı Türkler arasında da siyasal hareketlenmeler başlar. Özellikle 1968’den sonra tamamıyla duran toplumlararası çatışmalar toplumda yeni arayışlar gündeme getirir. Bu yönde ilk ciddi muhalif atak 1970 yılında CTP ile başlamaktadır. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) kurulma çalışmalarını Yavuzalp şöyle anlatmaktadır: “Avukat Mithat Berberoğlu beni görmek istedi, 5 Mayıs günü kendisini kabul ettim. Özker Yaşın’la birlikte CTP adında bir siyasi parti kurmayı öngördüklerini, partinin program ve tüzüğünü hazırladıklarını, bunları Ankara’ya gönderilmek üzere bana tevdi edeceklerini, yeşil ışık alır almaz parti kurduklarını ilan edip, tüzük ve programlarını topluma açıklayacaklarını, bunu da 19 Mayıs’ta yapmayı düşündüklerini söyledi. Müracaatını söylemekle yetindim.” (Yavuzalp, 1993:148)

Burada göze çarpan nokta bir siyasal parti kurulması için onayın Kıbrıs Türklerinin kendi yönetimleri ve kurumları tarafından değil, TC’den verilmesidir. Toplumlararası görüşmeler sürecinde de TC’nin Kıbrıs Türk liderlerine ve yönetime nasıl baktığını Yavuzalp şöyle anlatmaktadır: “Rum tarafını, Rum Meclis Başkanı Klerides ve Dışişleri Bakanı Kyprianou temsil etti. Türk toplumu adına Rauf Denktaş katıldı. Ankara’nın talimatı üzerine toplantılarda ben de bulundum. Rumlara bağımsız bir görüntü vermek için Yunan Büyükelçiliği toplantıya katılmadı. Esasında toplantıya benim katılmamam daha uygun olurdu. Ancak, verilmiş talimatın değiştirilmesini sağlamak için Ankara’ya telkinde bulunup zamanında cevap almaya vakit yoktu. Rumların ve BM özel temsilcisinin karşısında, müzakerelerde karşı tarafla eşit olduğu iddiasında bulunduğumuz toplumumuz temsilcisi Rauf Denktaş ayrıntı niteliğinde değişiklikler için bile yetki sahibi olmayan bir kişi olarak teşhir ediliyordu. Aynı şey benim için de geçerliydi. Üstelik ben kendi toplumum nezdinde de aynı duruma düşüyordum. En ufak bir kelime teklifinde bile telsiz başına gidip Ankara’nın onay veya karşı teklifi hakkında talimat alarak müzakere yürütmenin, yukarıda değindiğim sakıncaları bir tarafa bırakılsa bile, pratikte böyle bir müzakere yapmak maddeten de mümkün değildi.” (Yavuzalp, 1993:227)

Emekli Öğretmen, KTFD ve KKTC Kurucu Meclis üyesi Arif H. Tahsin 1963-1968 arası dönemi değerlendirirken Kıbrıslı Türkler için Aralık 1963’de başlayan “açık hava hapsi böylece dört buçuk yıl sonra sona erdi” demektedir. (Tahsin, 1993:54) Başka bir deyişle 1963-1968 arası dönemde Kıbrıs Türk yönetiminin “Kendi kendini yönetme” konusunda siyasal ve yönetsel anlamdaki erk tamamiyle TC Elçiliği aracılığıyla TC’deydi. Bu açıdan söz konusu döneme dış müdahale açısından bakmak oldukça zordur. Çünkü, bir siyasal partinin kurulup kurulamayacağına bile Kıbrıs’ta karar verilmemekte, Türkiye’de karar alınmaktadır. Toplumlararası görüşmeler devam ederken, 1973 yılında yine Cumhurbaşkanlığı Muavinliği seçimleri tarihi geldi. Arif H. Tahsin 1973 yılındaki seçimleri şöyle değerlendirmektedir: “1973 seçimlerinde Dr. Fazıl Küçük karşısında Denktaş’ı buluverir. Dr. Küçük Ankara’ya gider. Ankara dönüşünde ‘Beni yiyeceklermiş! Benim etim düdüklü tencerede bile kaynamaz’ dedi. Bu seçimlerde Muavinlik Dr. Küçük’ten Denktaş’a geçti. Dr. Küçük ile Berberoğlu’nun adaylıktan çekilmeleri ve Denktaş’ın tek aday olarak kalması Türkiye’nin açık müdahalesiyle olabilmiştir. Ancak her nedense Türkiye, hep böyle kalmasını isterdi. İlle de ‘idarede’ kendisinin onayladıkları olmalıydı.” (Tahsin, 1993:10) Görüleceği üzere bu seçimlerde yine TC’nin açık müdahalesi ile yine tek adayla “Seçim” gerçekleşti. Avukat Mithat Berberoğlu 1973 yılındaki seçimlerden önce kendisine yapılanları şöyle değerlendirmektedir. “48 saat evimin etrafı polis ve asker gözetimi altında tutuldu. Evimden 48 saat dışarı çıkamadım. Çünkü, aday olmakta direniyordum.

2- 1975-1984 Dönemi:

Bu dönemi çok partili ve seçimli yaşama geçiş dönemi olarak nitelemek doğrudur. Savaş sonrası ilk seçimin yapıldığı 1976 yılında dört parti seçime katılır. Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde ise genelde seçimlerin, “sadece gereği kadar aday olması” nedeniyle “seçimsiz” geçiştirilmekte olduğunu söylemek yanlış değildir. “Örneğin ilk Cumhurbaşkanlığı Muavinliğinde Dr. Küçük başka aday olmaması nedeniyle, hiçbir zaman seçilmiş olma zevkini tadamamıştı. Denktaş’ta öyle ya” (Tahsin, 1993:10)

1976 yılından itibaren dış müdahaleler hem daha yoğunluk kazandı, hem de içeriden ciddi tepkiler gelmeye başladı. Bu dönemi Tahsin şöyle değerlendirmektedir: “Kıbrıs Türk’ünün ‘içişlerine’ ya da kendisinin son Sarayönü toplantısında ifade ettiği biçimi ile ‘iç politikasına’ karışmadığını, her nedense, her vesile ile belirtmeden edemiyor Sn. Ecevit. Bir ülkeye o ülkede yaşayan insanların iradelerini ters yönde etkileyecek oranda nüfus yerleştirmek, o ülkenin iç politikasına karışmak değil midir? Dileyen alıp baksın, 1976 seçimleri dahil 1974 sonrasında Kıbrıs’ın kuzeyinde bugüne kadar yapılan seçimlerde, Türkiye’den taşınan nüfusun oyları düşülünce UBP hükümet olma hakkını kazanabilecek miydi? Kazanabilir idiyse Sn. Ecevit dediklerinde haklıdır. Değilse haksızdır.” (Tahsin, 1993:68)

Tahsin’in şu açıklamaları da dikkate değer: “Konu açılmışken aynı dönemde Ecevit kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Turan Güneş kendisini ziyaret eden iki Kıbrıslı Türk’e ‘orada benim valim var’ dediğinde Sn. Ecevit’in haberi yok mu? Kıbrıs’ın Büyükelçisine ‘vali’ gözü ile bakan ve bunu açıkça söylemekten çekinmeyen Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıs’ın iç politikasına karışmadığını söylemenin anlamı olur mu?”

1980 sonrası gelişmeler durumu daha açıkça göstermektedir. Türkiye’de askerî cunta henüz bir yılını doldurmuşken, Kıbrıs’ta 1981 seçimleri yapılmaktadır. Bu dönemde TC Dış Müdahalesi en yoğun noktasındaydı. Çünkü, bu seferki Dış Müdahalede sadece seçim öncesi ile yetinilmemiş aynı zamanda seçim sonrası oluşan Meclis dağılımından hoşnut olunmadığı her vesileyle açıkça belirtilmiştir. Böylece 1981 Dış Müdahalesi en fazla tepki çeken müdahale oluşmuştur. Seçim öncesi, Meclisteki parti yetkilileri Ankara’ya çağrılmış askerî yetkililer isteklerini talimat biçiminde bildirmişlerdir. Ama, en kötüsü, çift uyrukluluk kurumu ile Kıbrıslı Türklerin nüfusundan çok daha fazla çift uyrukluluğun ortaya çıkışıdır.

Yukarıda da sözedildiği gibi sadece seçimler öncesinde değil, seçimden sonra da müdahaleye devam edilerek Meclis’teki partilerin hükümet oluşturma sürecine doğrudan müdahale edilmiştir. Dönemin Kıbrıs işlerinden sorumlu Müsteşarı Vahit Güneri’nin Kıbrıs’a gelip partilerle temas ederek UBP-TKP koalisyonunun kuruluşunda doğrudan rol oynadığı bilinmektedir. Söz konusu döneme ilişkin olarak Ö. Özgür’ün sözleri ise şöyle: “Tarihçiler umarız ki TC Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’in Ağustos 1981’de Villa Fırtınada UBP dışındaki parti başkanlarıyla yaptığı toplantıda konuşulanları ihmal etmezler.” (Özgür, 1993:53)

Kastedilen UBP dışında bir koalisyon kurulmasının TC Dışişleri Bakanı tarafından fiilen durdurulmuş olmasıdır. 21 Ağustos 1981’de TC Dışişleri Bakanı’nın CTP Genel Başkanına Villa Fırtınada söyledikleri şöyledir. “Madem ki CTP NATO’ya ve Türkiye’nin NATO üyeliğine karşıdır. Ankara CTP’nin koalisyona girmesine izin veremez.” (Özgür, 1992:99) Özgür’ün 1981 seçim öncesi Ankara ziyaretiyle ilgili yazdıkları ise şöyledir: “Parti Başkanları Ankara’ya gittik. Ankara’da 12 Eylül 1980 öncesi durum anlatıldı. Askerin yönetime neden el koyduğunun gerekçeleri nakledildi. Seçim kampanyası devam ederken Sn. Nurettin Ersin, Federe Devleti ziyaret etti. Biz de onu ziyaret ettik. Sn. Ersin Ankara’da bize söylenenlerden farklı bir şey söylemedi. Kıbrıs Koordinasyon Kurulu Başkanı Sn. Zeyyat Baykara, Kıbrıs-Yunanistan Masası Başkanı Sn. Bedrettin Tunabaş ve beraberindekiler 20 Temmuz, 1981’de buradaydılar. Onlarla konuştuk. Halkın iradesine saygılı olmak gerekir dediler. Türkiye Cumhuriyeti’nin en yetkilileri bizimle başka, başkaları ile başka türlü mü konuşuyorlar? İlla ki UBP başta kalsın mı diyorlar.” (Özgür, 1992:34)

1981 seçim sonuçları ve TC’nin tavrı konusunda Tahsin’in yazdıkları ilginçtir: “UBP ile Denktaş’ı 1981 seçimlerinde Türkiye’den taşınan oylar da kurtarmaya yetmedi, Kıbrıs Türk’ünün elinden. Ama askerin müdahalesiyle 4500 kişi oy kullanamayınca Denktaş’ın yediyüz oy farkla seçimi kazandığı ilan edildi. Muhalefet Meclis’te istediği tüm komisyonlarda çoğunluğu sağladı. Meclis Başkan Yardımcılığını da aldı. Ama hükümeti kuramadı. Türkiye’nin izni o kadardı çünkü.” (Tahsin, 1993:11) Bu arada TC Elçiliği bizzat devreye girerek Türkiye kökenli insanlara yönelik ayrı parti kurdurdu.* Bu gelişmeler karşısında KKTC Meclisi’nde çeşitli konuşmalar yapıldı. (Özgür, 1992:102) “Yeni Doğuş Partisi Başkanı Aytaç Beşeşler Meclis kürsüsünde açıkladı. Elçi bize, “Birleşin” dedi. Elçi’ye göre kim kime karşı birleşecektir. Bu işin gizlisi saklısı yoktur. Her türlü ayrımcılığa karşı olanlar imzalı, 26 Ocak 1984 tarihli bildiride 1) Türkiye Büyükelçiliği’nde İnal Batu ve Müsteşar Akın Emregül ile Türkiye kökenlilerin toplantı yaptıkları, 2) Toplantı da “Türkiyeliler bir partide toplansınlar” emrinin verildiği, 3) Bu partinin elçilikten yönetileceği yazılıdır. Elçi bir Genel Vali gibi davranmaktadır. Elçilik iç siyasal formüllerin pişirilip kotarıldığı merkezdir.”

1981 seçimlerinin sonrası unutulmadı. Seçimlerde elçilik mensuplarının telkinleri yurttaşların kulaklarında çınlamaktadır. UBP kurultayına elçiliğin müdahalesi de Dr. Derviş Eroğlu’nun adaylıktan çekilişi olayı da tazeliğini korumaktadır. DHP Genel Başkanı’nın yazılarından elçiliğin kooperatif Merkez Bankası’nın seçimlerine de karıştığı anlaşılıyor. Bir ara köy köy gezdiler. Kuraklığı saptama adı altında yerel yönetici ve politikacılara karşı söylemediklerini bırakmadılar. Diplomatik görevlerin dışına çıkan elçi veya müsteşarlara karşı uygulanan önlemleri gündeme getirmek TC ve KKTC hükümetlerinin görevidir. Türkiye’deki siyasal yapının askerî cunta tarafından yönetilmesi, Kıbrıs’taki seçimlere ve siyasal gelişmelere etkisini göstermekteydi. Bu anlamda 1981 seçimlerine TC’nin müdahalesi de Kıbrıs’ta en fazla tepki çeken dış müdahale özelliği taşımaktadır. Bu müdahalenin en önemli özelliği askerî yetkililerin siyasî partilere karşı “Hoşgörüsüz” olmaları ve müdahalenin boyutunun seçim sonrasına taşmasıdır. Bir başka deyişle askerî yetkililerin zorla kendi istedikleri partilere hükümeti kurdurmalarıdır.

3- 1985-1995:

Bu dönemde ilk seçimler 1985 yılındadır. Söz konusu seçimler yeni kurulan KKTC altında yapılması daha önceki seçimlere göre bir farklılıktır. KKTC yapısı altında yapılan ilk seçimleri A.H. Tahsin şöyle değerlendirmektedir: “Anayasa oylaması 5 Mayıs 1985, Cumhurbaşkanlığı 9 Haziran 1985, Milletvekilliği seçimleri ise 23 Haziran 1985 günü yapıldı. Kısaca bu üç oylama 49 gün içinde gerçekleştirildi. Devlet Planlama Örgütü’ne göre seçmen sayıları şöyledir: Anayasa 91810, Başbakanlık 94277, Milletvekilliği 95124. Görüleceği gibi Anayasa oylaması ile Milletvekilliği seçimleri arasında yani 49 günde seçmen sayısında 3314 artış olmuştur. Kırk dokuz gün içinde bu artış 18 yaşı tamamlayanların seçmen listelerine kaydedilmiş olmalarındandır, denecekse, bu demektir ki, nüfusumuz bir yılda yaklaşık olarak 25 bin kişi artmaktadır.” (Tahsin, 1993:99) Başka bir deyişle 1967 yılının 5 Mayıs’ı ile 23 Haziran’ı arasında Kıbrıs’ta tam 3314 Kıbrıslı Türk doğdu. Bunlar 1985’e kadar kazasız belasız yaşadılar. Hiçbiri ne öldü, ne de göç etti (Özgür, 1992:173) Cumhurbaşkanı Denktaş’ın oğlu merhum Raif Denktaş KKTC Kurucu Meclisinin 22 Şubat 1985 tarihli toplantısında “nüfus aktarımı” ile ilgili şöyle konuşmaktaydı: “1976 seçimlerinden 81 seçimlerine, 81 seçimlerinden 85 seçimlerine giderken daha önce de belirttiğimiz gibi seçmen sayılarında anormal artış görüldüğü takdirde dünya basınını Kıbrıs’a çağırıp bu seçim maskaralıktır. Türkiye’den getirilmiş, ithal edilmiş seçmenlerle bu oyun oynanmaktadır diyeceğiz. Hükümetin altında bulunduğu sorumluluk çok büyüktür. Çünkü, dış politika açısından Kıbrıs’ta seçim iddiasında bulunurken bir taraftan bizi dünyaya karşı bu seçimin her şeyi habire yurttaş yaparak seçmen ithal etmek yolu mutlak surette kesin olarak terkedilmelidir. Çünkü, bu memleketin sosyal dokusu değişmektedir, kötüye doğru gitmektedir.” (Tahsin, 1993:80)

Yıllar ilerledikçe Kıbrıs’ta siyasal partiler güçlenmekte, çok partili yaşam benimsenmekte iken TC’den Dış Müdahaleye halk artık “sıcak” bakmamaya başlamaktadır. “... KKTC’de seçimlere müdahale edilmiştir. Resmen ve fiilen müdahale söz konusudur. Bu nedenle bugün, 22 Nisan 1990’da Kıbrıs’ın kuzeyindeki seçim dürüst, temiz, kuralına göre demokratik bir seçim olmayacaktır. TC Lefkoşa Büyükelçiliği seçimlerde devrede idi. Elçilik mensupları Türkiyeli göçmenlerin köylerini tek tek gezerek Denktaş’tan yana propaganda yapmışlardır. Bu tek başına KKTC’deki Cumhurbaşkanlığı seçimine büyük gölge düşürmüştür. 19 Nisan 1990 gecesi TRT’nin yayınladığı açık oturum başka bir müdahale oluşturmaktadır. Adaylardan birinin danışmanı konumundaki bir görevli profesör* ve hükümete yakınlığı ile bilinen başkaları seçimi etkilemek güdüsü ile TRT’de açık oturum düzenlediler. TRT sıradan bir kuruluş değildir. TRT Türkiye’nin devlet radyo ve televizyonudur. 1973 yılında 12 Mart rejiminin müdahalesi ile Denktaş tek aday olarak Cumhurbaşkanı Muavinliği koltuğuna oturtulmuştur. Şimdi de 12 Eylül rejiminin ürünü ANAP’ın müdahalesini yaşıyoruz. Aradan 17 yıl geçmiştir. Türkiye’nin demokrasiye inanmayan çevrelerinin yapısı aynı yapıdır.” (Özgür, 1992:290-1)

Kıbrıs’ta muhalefetin cephe oluşturduğu 1990 seçimleri ile ilgili TC diplomatlarının yaptıkları çalışmalar şöyle anlatılmaktadır: “13.04.1990 Cuma akşamı Paşaköy’e gelen ve kendilerini elçilik mensubu diye tanıtan iki kişi burada bulunan TC kökenli KKTC vatandaşlarına TC ve TC Elçiliğinin bizzat Denktaş’ı desteklediğini ve TC kökenli vatandaşların da bu yönde oy kullanmaları gerektiğini söylediler.” (Özgür, 1992:308)

Son cumhurbaşkanlığı seçimleri 15-22 Nisan’da iki turda gerçekleştirildi. İkinci tur seçiminden önce bizzat eski TC Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın Kıbrıs’a uçtu. M. Karayalçın, seçimde belirleyici olacak olan sol partilerle görüşme yaparak açıkça Denktaş’ın desteklenmesinin gerekli olduğu telkininde bulundu.

SONUÇ

İnceleme süresince Kıbrıs’a TC’den Dış Müdahaleleri tarihsel geçmiş içerisinde irdelemeye çalıştık. 1963-1968 dönemi “savaş yılları” kabul edilmesinden dolayı, siyasal etkinlikler “istenildiği” gibi yürütülemediği gerekçesiyle bu çalışmada söz konusu yılları değerlendirme dışı tutmayı tercih ettik. İnceleme sırasında dikkat çeken bir nokta da TC’den aktarılan toplu nüfus konusudur.

Bu konu ise TC’den alınan resmî bir kararla uygulamaya konmuştur. Nüfus aktarımı “En Gizli” ibaresi ile 2 Mayıs 1975 tarih ve 60 sayılı yönetmelik doğrultusunda yapılmıştı ve Kıbrıs Türk bölgesinin işgücü açığının TC’den gönderilecek işgücü ile kapatılması öngörülüyordu. (Özgür, 1992:326) 1975’ten bu yana 20 yıl geçti. Hâlâ “Kıbrıs Türk bölgesinin işgücü açığı” giderilememiştir. Nüfus aktarımı devam etmektedir. 1975’teki toplu nüfus aktarımı ve bu politikanın devam etmesi “Nüfus Bileşimini” bozmaktadır. Türkiye’den Kıbrıs’a dış müdahalede bulunma tercihi siyasal yapının karakterinin değişmesinden de pek etkilenmemektedir. Yani TC’den dış müdahale hem sivil, hem de askerî yönetim yapısı altında devam etmektedir. Dolayısıyla bu bir “devlet politikası”dır. Bu durumun TC’den KKTC’nin nasıl algılandığı ile yakın ilişkisi vardır. Bu konuda H. Gerger şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Özel olarak Kıbrıs Türklüğünün, genel olarak da Kıbrıslılığının kendine özgü kimlik ve kişiliğinin inkâr edilmesine koşut olarak, Kıbrıs, Türkiye’nin, ülkenin bir iç uzantısı, bir tür vilayet, eyalet olarak biçimlenmektedir. Dolayısıyla da Kıbrıs’ın varolan farklılık ve özellikleriyle kimlik ve kişiliğine karşı aktif ve dayatmacı bir yadsıma ortaya çıkmaktadır. 1970’li yılların sonlarına doğru ilk kez Kıbrıs’a geldiğimde, beni en çok şaşırtan TC Büyükelçiliğinin yüksek duvarlar arasındaki soyutlanmışlığıydı. Bunu eleştirdiğimde, dönemin Büyükelçisi bana aynen ‘Türkiye’nin buradaki elçiliği her zaman Denktaş’ın kaldığı yere tepeden bakmalı, oranın çatısını görebilmelidir’ dedi! Buradaki burnubüyük dayatmada ve elçinin sömürge valisi adasında asıl doğrudan Kıbrıs’lının kendisine bu farklılığın asla kabul edilmeyeceği ve affedilmeyeceği mesajının verilmesi olduğu açıktı. Aynı konuşmada bütün Elçilik mensupları Denktaş’tan ‘Kıbrıs’ın Muhtarı’ olarak söz ederken, kendilerini de bir ülkeye atanmış diplomatlar olarak değil de, bir vilayetin ayrıcalıklı yönetimleri olarak görmekteydiler. Böylece de aslında karışmacılık, dayatma ve baskı, TC, resmî ideolojisi ve toplumsal koşullanma açısından sadece kaçınılmaz olarak ortaya çıkmamakta, aynı zamanda doğal da kabul edilmektedir. Daha doğrusu, Kıbrıs ‘ayrı’, ‘farklı’ olmadığından, ona müdahale ‘İç işlerine karışmak’ gibi bir anlam taşımamakta, ‘baskı’ da devletin normal içişlerinin Kıbrıslılara ilişkin gerekli bir uzantısı olarak algılamaktadır.” (Gerger, 1995:26-27)

Bunların yanı sıra TC’nin 1986 yılında “İyileştirmeler” adı altında bir ekonomik programı bizzat Özal’ın KKTC’ye gelerek KKTC hükümetine “dayatması” ekonomik alandaki müdahaleye ilk açık bir örnek oluşturmaktadır. Programa ülkenin sendikaları çok yaygın tepki gösterdiler. Tepkiler o denli yoğunlaşmıştı ki, söz konusu program halk arasında “Ekonomik Yıkım Paketi” olarak anılmaya başlar. O günleri Oğuz Oyan şöyle bir değerlendirmeyle ortaya koymaktadır: “Adanın kaderi tarih süresince hep dışarıdan belirlenmiştir ya da bu tehdit hep üstünde olmuştur. Ticari ve askerî üs olarak, kolayca vergilendirilen, haraca bağlanan veya talan edilen bir zenginlik kaynağı olarak her zaman güçlü komşularının iştahını kabartmıştır. Ancak, hiçbir dönemde Temmuz 1986 ‘Çıkartmasında’ olduğu kadar ekonomik ve sosyal düzenine doğrudan yönelik bu denli kapsamlı bir müdahale ile karşılaşmadığını söylemek fazla abartma olmaz. Üstelik, daha önceki fetih ya da müdahaleler silah zoruyla yapılmış olduğu halde... Örneğin 1974 harekâtı sonrasında TC Başbakanı Ecevit’in Kıbrıslı Türklere kendi ekonomik kültürlerini yaşatmaları yolunda tavsiyelerde bulunduğu bilinir.” (Oyan, 1986:25-6)

Kıbrıs’ta “Dış Tehdite” karşı 60 bin Türk silahlı gücü bulunmaktadır. Bununla birlikte KKTC anayasası Kıbrıs’ta “İç Güvenlik” konusunu TSK’ya devrederek yasal olarak iç gelişmeler karşısında TSK’yı yetkili kılmıştır. Bu bir anlamda Kıbrıs’ın iç tarafı için askerî müdahaleye açık bir kapı bırakmaktadır. Bu noktanın önemini Gerger şöyle dile getirmektedir: “KKTC gibi bağımsızlığı çeşitli uluslararası forumlarda, haksız da olsa, sorgulanan, henüz Türkiye hariç hiçbir devletçe tanınmamış, çeşitli güçlerce “sahte” diye damgalanmaya çalışılan ve nihayet varlığına kasteden dış tehditlerle karşı karşıya bulunan bir devletin, ‘İç Güvenlik’ gibi ‘bağımsız olma yeteneği’nin en önemli ölçütlerinden birine sahip olmadığı izlenimini yaratan bir hükmü anayasasına koyması, olsa olsa bir devletin dış düşmanlarına yarar. 1974 yılında uluslararası anlaşmalara dayanarak Kıbrıs’a müdahale eden Türkiye, bugün de, Kıbrıs Türk halkının dış tehditlere karşı güvenliğini korumaktadır... TSK, bağımsız KKTC’nin iç güvenliğini ve kendi yurttaşlarıyla ilişkilerini düzenleme, burada bir taraf olma durumunda değildir. Üstelik KKTC toprakları üzerinde TSK’nın kullanılmasını gerekli kılan bir ‘güvenlik’ sorunu da mevcut değildir. Olağan polisiye önlemleri ise, TSK’nın görevleri arasına giremez. Yarın, özgür bir ülkede, örneğin demokratik gösteri ve yürüyüş haklarını kullanan, grev yapan, ya da şu veya bu biçimde, demokratik her ülkede görülen, muhalefet olaylarında, Kıbrıs Türk halkıyla onları dışa karşı korumakla görevli TSK personelinin karşı karşıya gelmesinin yaratacağı görünümün, hem KKTC, hem de Türkiye için ne denli olumsuz olacağını herhalde uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Tek başına ‘garanti antlaşması’ yeterli görülse bile, bu TSK’nın KKTC’de iç güvenliği sağlama görevini otomatik olarak gündeme getirmez. Bunun için KKTC ile bir anlaşma imzalamak kaçınılmaz bir zorunluluktur.” (Gerger, 1987:169-70-1)

Kültürel anlamda Türkiye’nin Kıbrıs’a ne tür müdahaleleri olduğunu ortaya koymak da büyük önem taşımaktadır. Özellikle Kıbrıs Türklerinin yerel yayınlarının güçlenmesi konusunda ülke yöneticilerinin “duyarsız” davranması, Türk televizyon yayınlarının Kıbrıs’ta adeta bir “kültürel hegemonya” yaratmalarını sağlamıştır. Bir diğer nokta ise, iki devlet arasındaki resmî ilişkilerde geliştirilen dilin ilginçliğidir. Özellikle “Anavatan”, “Yavruvatan” türünden nitelemeler halklar arasındaki ilişkilerin kültürel boyutunda çarpık bir çağrıştırma içermektedir. Kıbrıs Türk kimliğiyle ilgili S. Alankuş Kural yürüttüğü çalışmasında şöyle bir saptama yapmaktadır: “... Kıbrıslı Türk kimliğinin ulusal yanını Türkiye ile ilişki kurulan dönemlerin özellikleri belirlemiş, sonuçta da her kuşak okullarda bu değişik etkilerin yeni bir bileşimini öğrenerek ilk ulusal kimlik özelliklerini edinmiştir. Ancak daha önce de belirtildiği gibi Türkiye ile sol muhalefetin güçlendiği daha geç dönemlerde kurulan ilişki zihinde oluşturulan anavatan görüntüsünün gözden geçirilmesine yol açmış, 1975’te başlayan dönemin yarattığı dinamizm çözümlenemeyen sorunlarla birleşince başını ‘sol’ ve ‘merkez sol’ muhalefetin çektiği belli belirsiz bir kimlik arayışı kendini duyurmaya başlamış, adalı yanları öne çıkarılır duruma gelmiştir. Sonuçta ise Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler’in kimliği üzerinde kaçınılmaz ve paradoksal bir etki yarattığı söylenebilmektedir.” (Kural, 1990:180)

Özgür, ülkede kimlik asimilasyonu ile ilgili şöyle demektedir: “... Bulgaristan’daki asimilasyon olayına tepki gösterirken, biz Kıbrıslı Türkler olarak da asimile edilmeye çalışıldığımızın bilincine varmak zorundayız. Bulgaristan Türklerine Türk oldukları unutturulmaya çalışılıyorsa bize de Kıbrıslı olduğumuz unutturulmaya çalışılmaktadır. Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşanan olay asimilasyonun da ötesindedir. Asimilasyonda çoğunluk azınlığı özümler. Bizde ise Kıbrıslı Türkler özümlenmemekte, göçe zorlanarak yerleri Türkiyeli Türklerle doldurulmaktadır. Toplum değiştirilmekte, yok edilmektedir.” (Özgür, 1992:257-8) Özgür, bu yazıyı gazetedeki köşesinden 5 Haziran 1989’da yayınladıktan sonra, TC Büyükelçiliğinden kendisine verilen TC pasaportu geri alındı ve Türkiye’ye vize ile girmeye başlayan ilk Kıbrıslı Türk oldu!

Haluk Gerger, O Yıllar, Dost Yayınevi, 1987.

Haluk Gerger, “Türkiye’den Kıbrıs’a Bakış”, Başka Dergisi, s. 1, 1995.

Aslan Gürbüz, “Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Teşkilatlar Hakkında Temel Metinler”, Beta Yayınevi., 1994.

S. Alankuş Kural, “Kıbrıslı Türk Siyasal Elit ve Siyasal Kültür Yönelimleri (Yayınlanmamış Doktora Tezi), A.Ü. SBF, 1990.

Seha L. Meray, “Uluslararası Hukuk ve Örgütler”, Ankara Üniversitesi, SBF Y. No: 399, 1977.

Oğuz Oyan, “Kıbrıs Çıkarması 1986”, Bilim ve Sanat dergisi S. 68, 1986.

Özker Özgür, Kıbrıs’ta Demokrasi Bunalımları, Cem Yayınevi, 1992.

Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Cem Yayınevi, 1992.

Arif H. Tahsin, Geçmişi Bilmeden Geleceğe Bakmak, Işık Yayınevi 1993.

Arif H. Tahsin, Aynı Yolda Yürüyenler Farklı Yerlere Varamazlar (I. ve II. cilt), Söz Yayınevi, 1988.

Ercüment Yavuzalp, Kıbrıs Yangınında Büyükelçilik, Bilgi Yayınevi, 1993.

Yenidüzen Gazetesi: 9 Ocak 1995.

(*) Dış müdahale, karışma ve egemenlik hakları gibi kavramlarla ilgili bir tanım çerçevesi vermekte yarar var:

A- Müdahale (karışma): “Uluslararası hukukta söz konusu olan, bir devletin, bir başka devletin iç ya da dışişlerine, davranışına, varolan koşulları sürdürmek ya da değiştirmek amacıyla ve gücüne dayanarak, otoriter ve diktatoryal bir davranışla karışmasıdır. Karışmaların aşırı kötülüklerine karşı, yasal (meşrû) ve yasal olmayan (gayrımeşrû) karışmalar ayırımı ortaya çıkmıştır. Başka bir deyimle, yasal karışmanın koşulları belirtilmiştir. Buna göre; 1) Bir antlaşma gereğince yapılan, 2) Meşrû hükümetin çağrısı üzerine yapılan, 3) Hukuka uygun bu zararla-karşılık olarak yapılan, 4) Vatandaşları koruma amacıyla yapılan karışmalar yasal sayılır olmuştur. Oysa, bu koşulların değerlendirilmesinde, siyasal etkenler rol oynamış, yasal olmayan karışmalara kılıf hazırlamaktan pek öteye gidilememiştir.” (Meray, 1977, 230-1)

B- İçişlerine karışma (müdahale): Devletlerin siyasal amaçlarına ulaşmak için başvurdukları yöntemlerden birisi. Devletlerin içişlerine karışmak, özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra yoğunlaşmış bir uygulamadır. İçişlerine karışma yöntemlerini altı başlıkta toplayabiliriz. (Sönmezoğlu, 1992:161) a) Diplomatik karışma, b) Siyasal nitelikteki yeraltı faaliyetleri, c) Güç gösterileri, d) Yıkıcı faaliyetler, e) Dışarıdan destekli gerilla savaşları, f) Askerî karışma.

C- Egemenlik: Egemenlik kavramı, devletin üstünde bir yüce otorite bulunmasını, iç ve dışişlerinde bağımsızlığı anlatmaktadır. Devlet, uluslararası hukuk kuralları içinde, dilediği gibi davranabilir. Egemen devlet, ülkesi içinde, anayasasını dilediği gibi saptayabilir, dilediği gibi yasaları çıkarabilir; yabancıların ülkesine girişini, orada yerleşmelerini, uluslararası yükümlerine aykırı olmayacak biçimde, dilediği gibi düzenleyebilir.

Öteki, devletlerle ilişkilerinde, herhangi bir devletin baskısı, karışması ya da aracılığı olmadan, özgür ve bağımsız biçimde davranabilir; çeşitli konularda çıkarlarını korumak için başka devletlerle antlaşmalar yapar; uluslararası örgütlere katılır: Uluslararası toplumun öteki üyeleriyle, eşit hakları ve eşit yükümlülükleri olan bir üyesi sıfatıyla, ilişkiler kurar. (Meray, 1977: 85-6)

Günümüzde yukarıdaki üç kavrama ait anlayışlar değişmiştir. Egemenlik anlayışı yukarıda tanımı yapılan biçiminden epeyce uzakta durmaktadır. Özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkan karşılıklı bağımlılık olgusu, egemenlik kavramına nispi bir anlam yüklemiş, dış politika konularında devletlerin mutlak egemenliklerine önemli sınırlamalar getirmiştir. (Sönmezoğlu, 1922:120) Bu çerçevede dış politikada egemenlik kavramı göreceli ve paylaşılabilen bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Zaman zaman uluslararası teamül ve BM antlaşması, çok sınırlı da olsa bir devletin bu türden davranışını meşrû kabul etmek eğilimindedir. Burada eklemekte fayda vardır. Uluslararası alanda müdahale önce teamül olarak daha sonra da yinelendikçe meşrûluk kazanarak, en sonunda zaman içerisinde kendi hukukunu biçimlendirerek oluşmaktadır.

(*) Yeni Doğuş Partisi (YDP), TC Büyükelçiliği’nin Türkiye kökenli KKTC vatandaşlarına kurduğu partinin adıdır.

(*) Söz konusu danışman, Prof. Dr. Mümtaz Soysal’dır.