Türkiye'de Sol Milliyetçilik (II)

GİRİŞ

Birikim dergisinin 67. sayısında yayımlanan “Sol Milliyetçilik 1” başlıklı yazının devamı niteliğinde olan bu yazıda esas olarak iki noktada yoğunlaşılacaktır. Bu noktalardan bir tanesi milliyetçilik ideolojisinin etkisinde kalındığı zaman konuların ele alınışının nasıl kısırlaştığı; diğeri de Türkiye’de solculuğa sahip çıkılması ve onunla hesaplaşılmaya çalışılmasında Kemalist yazarların tutumu.

Baskın Oran’ın deyişiyle Türkiye’nin ezeli ve ebedi hastalığı olan “bağlamdışı alıntı yapma” bu yazıda da kısmen görülecektir. Onun için daha baştan okuyucuyu uyarmak isterim ki, yazıda bazı bağlamdışı alıntılar olabilecektir. Ancak alıntı doğrudan sorgulanmak için yapılıyorsa yerimiz elverdiği ölçüde bağlamında ele alınacaktır.

Her ne kadar ele alacağımız Kemalist yazarların çoğunluğu akademisyen ise de, onların güncel olaylar konusunda yazdıkları köşe yazılarını ve zaman zaman kendileriyle yapılan görüşmelerde öne sürdükleri düşünceleri ele alacağız. Yalnız Ahmet Taner Kışlalı’nın ders kitabı olarak da kullanılan Siyaset Bilimi ve Siyasal Sistemler adlı kitaplarında milliyetçilik konusunda yazdıklarına da bakacağız.

1980-90’LARDA MİLLİYETÇİLİK KAVRAMLAŞTIRMALARI

“Sol Milliyetçilik (I)” başlıklı yazıda ele aldığım dönemde (1960-70) milliyetçilik kavramı hem Kemalist solda, hem de sol düşüncede bir gerçekliğe karşılık gelen bir kavram olarak kullanılıyordu. Nerdeyse hiçbir sorun da yoktu. Milliyetçilik, en azından sol çizgide bir meşrûiyet temeli de oluşturuyordu ve yurtseverlik açısından olumlanıyordu. Sol düşünce enternasyonalist bir hedef gütmekle birlikte “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” düşüncesiyle ulusların eşit hakları ile bu hedefe yöneleceğini varsayıyordu. 1980’lerin sonuna gelindiğinde dünyada büyük değişiklikler yaşanmaya başlandı ve bunun özellikle milletler ve milliyetler konusunda sorun yaratan sonuçları oldu.

Bu gelişmeleri iki yönde düşünebiliriz: Birincisi Sovyetler Birliği’nin “açıklık” ve “yeniden yapılanma” adıyla uyguladığı politika ve buna bağlı olarak hem Sovyetler Birliği’nin dağılması, hem de Doğu Avrupa’da görülen “çözülüş”, “çöküş” ve “kapitalizme dönüş” olarak adlandırılan süreçtir. İkincisi ise “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan ve dünyanın iki kutupluluktan tek kutupluluğa yöneldiğini, bir başka söyleyişle globalleşme dönemine geçmesi olarak adlandırılan süreçtir. Hiç kuşkusuz bu iki süreç birbiriyle ilişkili ve birbirini besleyen süreçlerdir.

Böyle bir ortamda son iki yüzyıllık gelişmelerin odağında yer almış, Aydınlanma ve çağdaşlaşmanın ölçülerinden sayılmış olan millet odaklı örgütlenmeler bir yandan sorgulanmaya, bir yandan da tam ters bir gelişmeyle neredeyse kutsanmaya başlanmıştır.

Millet ve milliyetçilik konusunda son yıllarda yayımlanan yazıların incelenebilenlerinde görülen genel özellik, yazarların kaçak güreşmesidir. Milliyetçilik hangi türden bir “millet” tanımına dayandırılırsa dayandırılsın çelişkiler içermektedir. Örneğin dil ve toprak (ülke) birliği temelinde ele alındığında hemen karşımıza ayrı dilleri konuşan topluluklardan oluşan, ama kendilerini bir millet olarak tanımlayan ulus-devletler çıktığı gibi (örnek İsviçre), aynı dili konuşan, ama ayrı ulus-devletler olarak örgütlenen toplumlar da çıkmaktadır (örnek Arap Dünyası). Bir kez daha tekrarlayalım ki, millet tanımı hangi ögelere dayanırsa dayansın istisnalar görülmektedir.

Milliyetçilik “birey”in “millet”le olan ilişkisini kuran duygu ve ideolojidir. Bireyin milletle ilişkisinin açıklanmaya çalışılmasının temel dayanak noktası toplumsal bir varlık olan insanın aidiyet duygusunun evrenselliği iddiasıdır. İnsanlar var olduklarından beri toplu halde ve çeşitli aidiyet duygularıyla bağlandıkları bir topluluk içinde yaşamışlardır. Tarihin belli bir döneminde de bu topluluk millet biçimine “dönüşmüştür”. Toplumsal bir varlık olan insan da aidiyet duygusunu millete ait olma şeklinde yaşamaya başlamıştır.

Aidiyet duygusu “ben”, “biz” ve “onlar” kavramları aracılığıyla oluşturuluyor. “Ben” olarak birey, eğer “biz” diyebileceği, olumlu özellikler taşıyan bir toplumsal grup bulamazsa; olumsuz özellikler taşıdığını iddia edeceği kendisinin alt olmadığı bir gruba “o’nlar” diyerek kendi yerini saptamaya çalışmaktadır. Milliyetçilik açısından baktığımızda bu kategorilerin yaratılması her zaman sorunludur. Öncelikle birey, milletini seçebilen bir özne konumunda değildir. Olsa olsa birey, içine doğduğu milletin değerlerini tartışma konusu yapabilir. “Biz” olarak tanımlanan millet, her zaman olumlu özellikler içerir ve milliyetçilik bağlamında kendi milletlerini savunanlar, “millet olma”yı başlı başına olumlu bir özellik olarak vurgularlar. Ancak aynı kişiler “millet olma” anlamında aynı kategorik özellikleri taşıyan diğer toplulukların ya millet olduklarını reddederler, ya da millet olarak o topluluğa, bildikleri bütün kötülükleri yüklerler. Örneğin Türkiye’de milliyetçiliği Türk’ü kutsama noktasına vardıran çevreler “Yunan” ve “Ermeni”yi her türlü olumsuzluğu taşıyan insanlar olarak değerlendiriyorlar. Bunda o kadar ileri gidildiği oluyor ki, bireyleri suçlamak için (ya da suçlu olduğunu düşündükleri bireylerle ilgili düşüncelerini haklı göstermek için) “Rum çocuğu”, “suratı Ermeni’ye benziyordu” gibi deyimleri basın yayın organlarında görebiliyoruz.

Böylece milliyetçi ideolojinin gündelik yaşama yansımasının traji-komik bir hal aldığını görüyoruz. Ayrıca da hem millet kategorisinin kutsanıp, hem de başka milletlere olumsuz özellikler yüklenerek; insanlık için olumlu bir durum olan “barış”ın sağlanamamasına ve başka milletlerin de “biz”i suçlamasına çanak tutuluyor.

Milliyetçiliğin tarihsel olarak gelişimiyle “millet”, “ulusal devlet” ve “ulus-devlet” süreçlerinin işlemesinin tarihi de çelişkilidir. Belki daha doğru bir deyişle coğrafyaya göre farklılıklar göstermektedir. Burada kastettiğimiz coğrafi koşullar değil, sözü edilen sürecin farklı ülkelerde farklı gelişmesidir.

Fransa ve İngiltere’de milliyetçilik ideolojisinden önce bir ‘millet’ kavramının belirginleşmesi sözkonusu. Yani önce millet oluşuyor. Millet olgusu çok açık bir biçimde Fransa’da kendisini gösteriyor ve siyasal platformda da önemli bir değişime yol açıyor. Yani ulusal devletin ortaya çıkması, ulus-devlet değil. Yani kralın bir ulusun kralı olduğu ve kralın bulunduğu tahtın temsil ettiği devletin de bir ulusun devleti olduğu anlayışının kabaca ortaçağ sonlarından itibaren giderek daha açık bir biçimde belirginleşmesi olgusu var” (Ağaoğulları 1992, 83).

Burada ulusal devletin ortaya çıkışının Kiliseye karşı kral egemenliğinin ortaya çıkması olarak bir kültürel boyutu, aynı zamanda feodal ekonomiden ulusal ölçekli bir pazar ekonomisine yöneliş olduğu için de ekonomik bir boyutu var. Siyasal boyut ise kralın ulusun temsilcisi olduğunun kabul edilmesidir. Ulusal devlet aşamasından ulus-devlet aşamasına geçişi Fransa örneği bağlamında Ağaoğulları şöyle açıklıyor:

Ulusal devlet, kralın olduğu ve kralın bir ulusu temsil ettiği bir sistem olarak karşımıza çıkıyor. Bu ulusal devletler, belli bir dönemde, kendilerini mutlak monarşiler biçiminde gösteriyorlar. Ama burjuvazinin giderek palazlanması, giderek güçlenmesi ve yalnızca kendisine uyan belli ekonomik yapıları yerleştirmekle yetinmeyip –hattâ ekonomik yapıları istediği gibi yerleştiremiyor– doğrudan doğruya iktidarda olmak istemesi iktidarda olan feodalizmi tümüyle yok etmek amacı gütmesi sonucunda ulusal devletten ulus-devlet aşamasına geçeceğiz. İngiltere’de kabaca 1650’lerde ve ardından 1688’de ‘görkemli devrim’le, Fransa’da da 1789 Devrimi ile bu geçiş gerçekleşti.” (Ağaoğulları 1992, 63-65)

Fransa ve İngiltere’de ulus-devletin oluşmasından sonra 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun da zayıflamasıyla birlikte Balkanlar’da Balkan milliyetçiliği gelişti. Bu, 1820’li yıllarda Yunan ulus-devletinin kurulmasıyla ortaya çıkan ikinci bir milliyetçilik dalgasıydı.

Almanya ve İtalya’da ulus-devlet ve milliyetçilik süreçleri daha değişiktir. İtalyanca’nın İtalyan Birliği sağlandıktan sonra yaratıldığını görüyoruz. İtalyan Birliği sağlandığı sırada halkın sadece % 2.5’i İtalyanca konuşuyordu.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası sistemde millet tanımlı devletler ağırlıklı hale gelirken yükselen yeni bir dalga ile azgelişmiş ülke ulusçuluğu gündeme geldi. Son olarak da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’da uygulanan sosyalist rejimlerin dağılmasıyla birlikte yeni bir milliyetçilik dalgası görüldü. Sıkıntılı bir geçiş dönemi yaşayan ülkelerde eski Sovyetler Birliği yönetiminin uygulamalarına tepkiler ya da bölgedeki ülkelerde farklı dinî ve millî toplulukların birarada olduğu devletlerde iktidar mücadelesi milliyetçi tutumlarda etkili oldu.

Baskın Oran’ın deyişiyle bir “tutunum ideolojisi” çöktüğü zaman meydana gelen boşlukta eski tutunum ideolojisine bir dönüş gözlenir. Doğu Avrupa’nın eski sosyalist devletlerinin ve Sovyetler Birliği’nin sınıfsal bir tutunum ideolojisi çerçevesinde oluşturdukları sistem çökünce, bir önceki aşama olan dinsel değerlere bağlılık ve milliyetçi ideolojilere geri dönüldü. Ancak bu toplumlar bir geçiş dönemindeler ve yakın dönemde nasıl bir değişim geçirecekleri izlenmeye değer.

Milletlerin uluslararası sistemin bir parçası ya da temel taşı olduğu günümüzde, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (self-determinasyon) ilkesinin geçerliliği doğaldır. Self-determinasyon ilkesinin millet kavramının büyülü bir anlam kazandığı dönemde savunuluyor olması onun olumsuzluklarının gözardı edilmesine yol açmaktadır. Bu ilkenin hem sosyalizmin ideolojisini üreten düşünürlerden ve eylem adamlarından biri olarak Lenin, hem de anti-Marksistlerce kutsanması buna katkı sağlamıştır. “Self-determinasyon her zaman alkışlanacak bir durum değildir” başlıklı makalesinde Ronald Steel şunları yazıyor:

Self-determinasyon hakkının dayandığı temel görüş aynı zamanda, değişik dinlere ve etnik yapıya mensup halkların barış içinde birarada yaşayamayacaklarıdır. Böylece kabile bağları göklere çıkartılmakta, hoşgörüsüzlük körüklenmektedir. Self-determinasyon görüşü atavisttir ve şiddet kullanmaya davetiye çıkarmaktadır” (Steel 1993, 58).

Self-determinasyon ilkesinden doğrudan söz etmeden, ama onu çağrıştıran bir biçemle millet ile devlet ilişkisi de tartışılıyor. Dinsel tutunum ideolojisinin milliyetçilikle yer değiştirdiğini vurgulayan Taner Akçam, bugün milliyetçiliğin de aşılması gerektiğine değiniyor:

Ulus ile devlet arasında tartışılmaz bir ilişki tüm kafalarda kurulmuş vaziyettedir. Devlet olmanın, bağımsız siyasal örgütlenmenin vizesi gibidir bir ulusa dahil olmak. Eskiden aynı ilişki din ile devlet arasında kurulurdu. Laiklik ile bu ilişki yıkıldı. Şimdi din-devlet birliği hepimize yabancı gelmektedir. İhtiyaç duyulan şey, ikinci bir kopmanın, laikleşmenin yaşanmasıdır. Ulus ile devlet arasındaki her türlü bağ kopartılmalıdır. Bir ulusa ait olup olmamak, birilerinin boş zaman keyfi haline getirilmedikçe, kişiye özel bir kültürel tercih haline sokulmadıkça, yani bir ulusa dahil olmaya yüklenen tüm siyasal anlamlar ortadan kaldırılmadıkça günümüzün sorunlarını çözemeyiz” (1993b, 24).

Milliyetçilik, millî kimliği bireyin onsuz yapamayacağı bir şey olarak sunar. Milliyetçiliğe göre, millî kollektif kimliği olmayan birey düşünülemez. Millî kollektif kimlik en kolay sahip olunan kimliktir. Bugün dünyada herkes bir millî kimlikle doğmaktadır.

Siyaset ile ulus arasındaki evlilik ilişkisi nasıl ortadan kaldırılabilir? İnsanların birarada yaşamaları için birtakım idari yapılar eğer kaçınılmazlık ise, bu yapılanmalara herhangi bir anlam yüklenmeden bu örgütlenmeleri yapamaz mıyız? Ortak örgütlenme biçimlerine birtakım değerler, anlamlar yüklemek, onların meşrûluğunu birtakım gruplara dahil olmakta kurmak zorunda mıyız? Örneğin ulusallık, bir ulusa dahil olmak, niçin siyasî-toplumsal örgütlenme biçimine anlam veren, meşrûiyet kazandıran şey olsun?

Elbette ki siyasî-idari örgütlenmelerin kendilerine herhangi bir değer yüklenmeden gerçekleştirilmeleri olanaklıdır. Bunun başlangıç noktası, dışlanma ve ezilmemizin nedeni, eğer birilerinin toplumu, bir ulusa bağlı olmak ekseninde örgütlemelerinden kaynaklanıyorsa, karşı politikaların merkezi de, kendi ulusumuza dahil olmak ve onun ekseninde siyasî örgütlenmeler önermek yer almamalıdır” (Akçam, 1993a, 30).

Bugün millî kimlik ve milliyetçi ideoloji bir kez daha sorgulanıyor. Ancak bu kez bu kavramlar ilericilik-gericilik tartışmaları çerçevesinde ele alınmıyor. Bugün bu tartışma küreselleşme (globalleşme) ve milliyetçilik karşılaştırmasıyla sürüyor.

Sanayi-sonrası toplumda bugün küreselleşme (globalleşme) olgusu yaşanıyor. Bir zamanlar rahat ticaret yapabilmek için (kralla koalisyon yaparak) ulusal devleti kuran, sonra da milliyetçilik çağında (kralı tasfiye ederek) ulus-devleti ortaya çıkaran burjuvaziye bugün ulus-devletin sınırları içindeki pazar da yetmediği için ‘küreselleşme’ yaşanıyor. Tabiî, ardından da şu olgular geliyor:

a) Ulusal devletin sınırlarının erimesi. Bugün Belçika’dan Fransa’ya geçtiğinizi bile farketmiyorsunuz.

b) İletişimdeki büyük gelişmelerin de yardımıyla Batı kültürünün büyük başatlığı, ama yerel kültürlere tahammül. Hattâ onlara destek. Çünkü bu ‘ulusal’ kültürler, küreselleşmiş dünya için birer ‘kültürel zenginlik’ten ibaret; ona hiçbir zararı yok. Hattâ, çok daha önemlisi, küreselleşme olgusu, kendi düşmanının (ulus-devlet) düşmanını (ulus-devlet içindeki farklılıklar) güçlendirerek kendini dolaylı yoldan kuvvetlendirmiş oluyor.

c) Devletin merkeziyetçiliğinin zayıflaması. (...)

“Küreselleşme sonucu, artık ulus-devlet olgusunun sonunun başındayız. Bundan sonra tek egemen kültürlü (Batı kültürü), ‘federal’ yapılı bir dünya olacak.

Dünyada milliyetçilik devrini tamamladı. Artık, nasıl 19. yüzyılda çokuluslu imparatorluklar devrini tamamlayıp yerlerini ulus-devlet olgusuna bıraktıysa, şimdi de ulus-devlet olgusu devrini tamamlıyor ve yerini Batı’nın kapitalist dünyasının uluslarüstü birimlerine bırakıyor. AT bunların ilki.

Bu gelişmenin bir (ve yaygın) adının da ‘Globalleşme’ olduğuna yukarıda değinmiştim. Şimdi, bu ortamda tek bir kültür, Batı’nın kapitalist kültürü tüm dünyada insanları gittikçe artan bir hız ve yoğunlukla ‘uluslararası değerler’ yönünde etkiliyor. Bu değerlerin özeti de ‘para, maddi değerler ve tüketim’ biçiminde yazılabilir.

Sonuçta, ‘ulusal değerler’ aşınmaya uğruyor. İnsanlar, gittikçe artan bir hızla, ‘ulusal gurur’ gibi kavramlardan ‘blucin markası’na kayıyorlar.” (Oran, 1994, 110, 114-115).

SOL VE MİLLİYETÇİLİK TARTIŞMALARI

“Sol Kemalizme Bakıyor diye bir kitap.

Atatürk’e sövenler baş köşede.

Kim vermiş onlara sol adına konuşma hakkını? ‘Ben futbolcuyum’ demekle futbolcu olunmuyor; ama Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük devrimciye küfür eden ‘ben solcuyum’ deyince ‘solcu’!

İlhan Selçuk, solcu değil... Toktamış Ateş solcu değil... Aziz Nesin değil, Yaşar Kemal(*) değil, Uğur Mumcu değil...

Ama falanca filanca solcu...

Hadi canım sende!

Eğer Kemalizme küfür ederek solcu olunuyorsa, en baş solcu RP’lilerdir...

21 Ağustos 1994 tarihli Cumhuriyet’teki köşesinde Ahmet Taner Kışlalı bunları yazıyor. Bu sözleri aktarmamızın nedeni, Kışlalı’nın Türkiye’de solculuğu Kemalistliğe endeksleme çabası. Çok sık tekrarladığı bir görüşü “Türkiye’de Kemalizm yadsınarak solcu olunamaz”dır.

Bir dizi röportajdan oluşan Sol Kemalizme Bakıyor, tersine, “hem Kemalist, hem solcu olunamaz” diyen birçok yazarın görüşlerini derlediği için ilginçtir. Bu yazarların özellikle Kemalizmin milliyetçiliğine ilişkin görüşlerine geçmeden, Kışlalı tarafından “falanca filanca” denilen kişilerden kitapta yer alanların adlarını topluca verelim: Mete Tunçay, Levent Köker, Murat Belge, Ertuğrul Kürkçü, Taha Parla, Aydın Çubukçu, Kürşat Bumin, Cemal Yardımcı, Ahmet İnsel, Asaf Savaş Akat, Metin Çulhaoğlu, Seyfi Öngider, Şirin Tekeli.

Levent Köker, Kemalist milliyetçiliği şöyle değerlendiriyor: “Milliyetçilik, Türk milleti diye tanımlanan milletin çağdaşlaştırılması, ileriye götürülmesi, diğer muasır milletlerle aynı seviyeye getirilmesi gibi bir içerik taşıyor. Milletin ilerletilmesi ve çağdaşlaştırılması çerçevesinde kendine has özelliklerinin de korunacağını belirtiyor ama bunların ne olduğu da belli değil” (Cinemre-Çakır, 1991, 26). Kemalizmle solun ilişkisi için de Köker şunları söylüyor: “Sol Kemalizm diye bir şey olmaz. Sol ve Kemalizm biraraya gelebilir mi? Demokrasiyi kurmamış ya da hedeflemeyen bir ideoloji pekâlâ Kemalist olabilir de sol olabilir mi? Olamazmış gibi geliyor bana.” (Cinemre-Çakır, 1991, 32)

Kışlalı’nın yukarıda alıntıladığımız, solculuk bir şeye karşı olmakla tanımlanacaksa baş solcular RP’lilerdir, anlamındaki görüşlerine cevap olabilecek görüşleri Taha Parla dile getiriyor: “Toptancı bir Altı Ok reddiyesi yapılamaz. Kavramları ayrıştırmak lazım. Altı Ok’u eleştirmek diye konmaması lazım meselenin. Ayrımlara dikkat etmek lazım. Altı Ok’un nereleri tam nedir ve nereleri eleştirmek gerekir, öyle bakmak lazım. Kayıtsız şartsız idealizasyona karşı sorumsuz, toptan reddiye... Bir tarafın yapageldiğini bu sefer öbür taraf yapıyor. Yani Kemalizmin resmi bekçilerinin yıllardır yaptığı bir işi yapmasın bugün Türkiye solu. (...) Kemalizm eleştirisi mutlaka sağdan yapılmaz. Bunu resmi Kemalistler’e söylüyorum. Kemalizm eleştirisi demokrasi cephesinden, soldan da yapılır ve yapılmalıdır. Ama sağlam metodlarla, tarihi malzemeyi iyi inceleyerek, başağrısı çekilerek, kalp sızısı çekilerek, gerçeği olduğu gibi tespit etme çabası güdülerek yapılmalıdır.” (Cinemre - Çakır, 1991, 49, 54)

İnsanları neyi savunduğu değil de neye karşı olduğu ile sınıflandırmanın eski bir düşünce biçimi olduğunu hatırlayanlar olacaktır. ’70’li yıllarda solcu gençler tartışmalarına “Siz Sovyetler Birliği’ni ne olarak değerlendiriyorsunuz?” diye başlarlardı. Verilecek cevaba göre muhatap hangi kategoriye yerleştiriliyorsa o grubun görüşleri konusunda bilinenler hakkındaki eleştiriler kendisine yöneltilirdi.

Kürşat Bumin ise teorik düzeyde millet ve milliyetçilik kavramları konusundaki görüşlerini dile getirerek ulus-devlet ile demokrasi ilişkisini sorguluyor: “Ülkemizde getirilen, geliştirilen millet ve milliyetçilik anlayışı. Kürt hareketine bakacak olursak, orada kendini buldu. Bu, daha farklı bir milliyetçilik anlayışı, üzerinde düşünülüp ona uygun bir rejim geliştirememiş olmamızın bir ürünü. Milli devletin, tek başına, insanların hür olarak yaşadığı, demokratik hakların yerleşmiş olduğu toplumlar doğurabileceğine de inanmıyorum”. (Cinemre-Çakır, 1991, 74) Murat Belge aynı kitapta yer alan röportajda Kemalizmin bitmek üzere olduğunu ve artık bitmesinin de gerektiğini öne sürüyor. Kemalizmin Batılılık değil Batıcılık yaratabileceğini dile getiriyor. (Cinemre-Çakır, 1991, 121)

Ertuğrul Kürkçü, milliyetçilik konusundaki görüşlerini dile getirdiği paragrafta, “1980’lerde Kemalizm’in milliyetçiliğinin bir ilerici milliyetçilik gibi görülemeyeceği, Kemalizm’in laisizm projesinin, aslında bütün dinlere karşı eşit mesafe alan ve kendini dinden ayırdeden bir saltçı pozitivizm olmadığı ve nihayet Kemalizm’in egemenlik tarzının herhangi bir biçimde demokrasiyle ilintisinin bulunmadığı, dolayısıyla Kemalizm’e atfedilen bütün politik değerlerin, toplumsal muhalefetin ve komünist hareketin gelişmesi karşısında birer birer çürüdüğü görüldü”. (Cinemre-Çakır, 1991, 135) diyor.

Kemalistlerin görüşleri konusunda bir soruyu yanıtlayan Ahmet İnsel, bu yazarların çıkarlarına gölge düştüğü için feryat ettiği görüşünü reddediyor. Sosyalist olduğu için anti-Kemalist olduğunu vurgulayan İnsel, Kemalist yazarlar konusunda şunları söylüyor: “Evet inanılmaz bir feryat Toktamış Ateş’te, İlhan Selçuk’ta. Kendinden emin bir üslûpla, ama ipe sapa gelmez laflar. Ortada ne kanıt var, ne tarihe çoğul perspektiften bakmak kaygısı. İşi bir çıkar sorununa indirgemek yanlış olur. Ben gerçekten inandıkları kanısındayım. Bunlar mümin kişiler. Hani dedelerimiz seksen yaşlarına geldiklerinde çocukluklarından, gençliklerinden kalan hatıraları yüceltirler. Onlar kemikleşir, tabulaşır. Artık mantık ve bilgi ölçülerinde konuşulamaz o yaşlı dedelerle. Bu biyolojik yaşlanmayı beklemeden de aynı konuma gelebiliyor insan. Türkiye toplumu içinde giderek belirleyiciliğini kaybediyor ama bu kesim. O telaş içinde daha muhafazakarlaşıyor ve mantık ölçülerini de aşıyor”. (Cinemre-Çakır, 1991, 203)

Aydın Çubukçu’nun söyledikleri de bu görüşleri destekleyen doğrultuda: “Bugün, örneğin ’60’lı yılların sonunda olduğu gibi, kendini Kemalizm’in kurtuluş savaşı özellikleriyle tanımlayan bir siyasal akım yoktur; tek tek kişiler var sadece. Ama bu tek tek kişilerin Kemalizmler’i, onların ömürleriyle sınırlı kalacaktır. Bir İlhan Selçuk Kemalizmi’nin İlhan Selçuk’tan daha uzun ömürlü olacağını düşünemiyorum; çünkü, böyle bir çizgiden politik program çıkartacak herhangi bir sınıfa dayanmamakta, o sınıfın düşüncesini, özlemlerini yansıtan sistemli bir ideoloji özelliği göstermemektedir”. (Cinemre-Çakır, 1991, 213)

Uzun alıntılarla desteklemeye çalıştığımız bu bölümde aktardığımız görüşleri özetlemek gerekirse: 1) Türkiye’de sol düşünce Kemalizmle hem demokrasi konusunda, hem de milliyetçilik konusunda hesaplaşmak zorundadır. 2) Sol düşünce artık milliyetçilik konusunda olabilecek her türlü olumlamadan vazgeçmelidir. Milliyetçiliğe karşıtlığı solculukta ayraç olarak kullanmak isteyenler sadece sosyalist sol düşünceye sahip olanlar değildir. Türkiye’de sosyal demokrasinin de sol olarak kalabilmesi için milliyetçilik konusundaki görüşlerini netleştirmesi gerektiğini öne süren SHP Grup Başkanvekili Ercan Karakaş, “çağdaş sol-ulusal sol” ayrımını öneriyor. Karakaş’a göre “Milliyetçi sol anlayış ile çağdaş sol anlayış ayrımının ortaya çıkmasını olumlu buluyorum. İki ayrı eksende toplanma olacak. Bütünleşmeye giden yolda bu önemli bir aşamadır. Biz, SHP’yi çağdaş bir çizgiye çekme düşüncesinde olacağız. Bu, mevcut tüzel kişilerden birini dönüştürerek de olabilir, ikisinin biraraya gelmesiyle de olabilir. Herkes bir an evvel nereye gidecekse gider” (Cumhuriyet, 18.8.1994).

KEMALİST SOL VE MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI

Kemalist görüşleri onlara atfedilen tanımlanan ötesinde kendi düşüncelerinin içeriğiyle değerlendirmek gerektiğinden hareketle bu bölümde A. Taner Kışlalı, Toktamış Ateş, İlhan Selçuk ve Mümtaz Soysal’ın sol ve milliyetçilik konusundaki görüşlerini ele alıp “ulusal”, “millî” sıfatını nasıl solculukla bağdaştırdıklarını ele almaya çalışacağım.

Kışlalı’ya göre Türkiye’de siyasal çizgiler Atatürk ve Kemalizme yaklaşımları bakımından üçe ayrılıyorlar: Atatürk’e saygılı Kemalizm’e karşı olanlar; hem Atatürk’e, hem Kemalizm’e karşı olanlar; hem Atatürk’e evet, hem Kemalizm’e evet diyenler. En sorunlu çizgi Atatürk’e saygılı Kemalizm’e karşı olanlardır. Çünkü Kışlalı’ya göre onlar: “Milliyetçilik ilkesini kabul eder gibi görünüyorlar; ama onların milliyetçilik anlayışı, ya ırkçı, ya dinsel ögelere dayanan bir milliyetçilik. Genellikle de barışçı değil, saldırgan ve yayılmacı. Ancak son yıllarda Güneydoğu olaylarını yaşadıktan sonradır ki, Kemalist milliyetçiliğin ne kadar gerçekçi ve sağlıklı olduğunu kabul etmeye başladılar.” Sağ milliyetçilik anlayışını eleştirerek Kemalist milliyetçilik anlayışını solda niteleyen Kışlalı, “milliyetçiliğin aslında iyi bir şey” olduğunu göstermeye çalışıyor. Solun emeğe bakışına sahip çıkarken de bu görüşleri milliyetçilikle yanyana getirerek haklı çıkarıyor. Örneğin SHP içinde Mümtaz Soysal’ın yerini değerlendirirken “Sayın Soysal ‘emek’ten yana... ‘ulusalcı solcu’, yani Kemalist” (Cumhuriyet, 27.7.1994) diye yazıyor. Zülfü Livaneli’ye yanıt verdiği bir yazısında da bu konuda şu dersi veriyor:

Solcu için bütün insanlar da, bütün uluslar da eşittir ve saygıya değerdir!

Ama solcu, aynı saygıyı kendisine ve kendi ulusuna da gösterilmesini bekler...

‘Ulusalcı’ solu, yani Kemalist devrimci solu ‘Nazizm’ olarak nitelendiren sayın Livaneli şöyle diyor:

‘Sol ne zamandan beri militarizmin, şovenizmin, devlet sömürüsünün, Kürt düşmanlığının, Yunan nefretinin adı oldu.’

Doğrusu yakıştıramadım.

Bu söylediklerinden hiçbirisi saldırdığı kesimde yoktur!” (Cumhuriyet, 31.7.1994).

Görülüyor ki, kendilerini soysal demokrasi içinde görenlerin üzerinde anlaşabildikleri bir “sol” anlayış da, bir “milliyetçilik” anlayışı da yok. Livaneli milliyetçilikle solculuğu birleştiremezken, Kışlalı da milliyetçiliğe karşı çıkmakla solculuğu birleştiremiyor. Kışlalı’nın çok çeşitli milliyetçilik anlayışlarından söz edip bir tanesini olumladığını eklemek gerekir. Sonra da milliyetçilikle solculuğu bu özel milliyetçilik ayracıyla uyumlu hale getiriyor.

Siyasal milliyetçilik, ulusal bağımsızlığı; ekonomik milliyetçilik, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip çıkmayı ve toplum olarak ekonomik olanakları arttırmayı; toplumsal milliyetçilik ise, daha ileri bir düzen için çaba göstermeyi gerektirir. Batı’da feodal düzenden çıkılırken milliyetçiliğe sahip çıkan sınıf burjuvazi olmuştu. Ulusal sınırları kapayıp ekonomik olanakların arttırılmasına çalışmıştı ve bu nedenle de siyasi ve toplumsal milliyetçilikleri de aynı ideoloji içinde bütünleştirmişti. Oysa günümüzün geri kalmış ülkelerinde, yabancı ekonomik güçlerin temsilciliği çok daha kârlı olduğu için durum değişmiştir. Kültür milliyetçiliği dahil, milliyetçi ideolojiye daha çok aydınlar sahip çıkmakta ve koşullara göre, değişik toplum kesimlerinin desteğini almaktadır.

Milliyetçilik ideolojisini besleyen bir kaynak da, toplumu oluşturan bireylerdeki güçsüzlük, doyumsuzluk, ezilmişlik duygularıdır. Bir toplumsal düzen, bireylerdeki güvensizlik ve doyumsuzluğu arttırdığı ölçüde, milliyetçilik duygularının ulusal saldırganlığa dönüşmesini kolaylaştırmış olur. Örneğin Nazizmin kökeninde bu tür süreçlerin yattığını söyleyenlerin sayısı oldukça fazladır. (...)

Milliyetçilik, öncelikle bir ulusun kendi yazgısına egemen olma, kendi devletini kurma hakkını içerir. Kurulan devletin daha çağdaş olmasını istemek de bunun doğal uzantısıdır. Ama çok güçlenen bir devletin başka ulusları egemenliği altına almak için harekete geçmesini istemek, artık başka bir milliyetçilik anlayışıyla ilgilidir (Saldırgan milliyetçilik).

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Milliyetçilik... Toplum içinde çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak ve kolaylaştırmak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.(...)

“İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici milliyetçilikte, insanları egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır. İlerici milliyetçilik, bütün insanlara özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik bölücü değil, birleştiricidir. İlerici milliyetçilik, savaşçı değil, barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde, yukardaki amaçlar uğruna kabul eder. İşte ilerici milliyetçilik, Kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle de, çağdaş, evrensel ve kalıcıdır” (Kışlalı, 1991: s. 183-184, 94, 98).

Kışlalı’ya göre milliyetçilik, her ne kadar burjuvazi tarafından tarih sahnesine getirilmiş bir düşünceyse de, zaman içinde değişik evrelerden geçerek aydınlarca savunulan ve ilericiliği de temsil edebilecek bir nitelik kazanmıştır.

Buna rağmen Kışlalı’nın zaman zaman milliyetçiliğin bireylerin zayıflığından kaynaklandığına vurgu yaptığını da görüyoruz. “İnsanlar bu dünyadan umutlarını kestikçe dine, bireysel olarak ezildikçe de milliyetçiliğe daha çok sarılırlar. Düzenin vermediği umut, öte dünyaya ertelenir. Bireysel düzeyde kanıtlanamayan kişilik, ulusal ya da etnik bir kimlikle bütünleşerek kanıtlanmaya çalışılır”. Bu cümlelerden anlıyoruz ki, milliyetçilik ve dine yöneliş özünde olumsuz bir şeydir. Eğer bireyler kendi kişiliklerini geliştirebilmiş olsalar bu düşünce ve duyguları istemeyeceklerdir. Ancak Kışlalı’nın sanki söylediklerinin doğal uzantısı bu değilmiş gibi birden soruyor: “Solculuğun sadece milliyetçilik ile değil, aynı zamanda dindarlık ile de bağdaşabileceğini savunmak sağa kaymak, ya da merkez partisi olmak mıdır?” Kışlalı’ya sormak gerekir: Değil midir?

Kışlalı genellikle soru sorup cevabını buldurarak öğretmeye çalışan bir öğretmen edasıyla yazıyor. Ve hep soruyor: “Yurtsever olmayan bir milliyetçilik olabilir mi? Önce kendi insanını düşünmeyen, önce kendi ulusal sorunlarına sahip çıkmayan bir ‘çağdaş sol’(!) parti dünyada var mıdır?” Biz de soralım: Milliyetçi olmayan yurtseverlik nasıl oluyor, bir düşünseniz. Ayrıca, bir şeyin dünyada olmadan “biz”de olması suç mudur?

Toktamış Ateş de Kemalist solda yer alan diğer yazarlar gibi hem solcu, hem milliyetçi değerlere sahip. Bunun en belirgin nedeni milletin ve milliyetçi ideolojinin bir ilerlemeye ve ilericiliğe karşılık gelmesi.

Ateş, Kemalist devrimin ulus-devleti kurarak sağladığı ilerlemeyi, kültürün evrensel olmasına rağmen her toplumun kendine özgü bir kültürü olduğu değerlendirmesiyle birlikte sunuyor: “Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, kültür evrenseldir. Hiç kuşkusuz her toplumun kendine özgü bir kültürü de vardır. Ama bu ‘kendine özgü kültürün’ yanı sıra bir de evrensel kültür vardır ki; bu ortak kültür, insanlığın tarihinin o aşamasındaki durumunu ve konumunu belirler. Örneğin 19. yüzyıl bir ‘ulusçuluk yüzyılı’ idi. Dünyanın belirli bir bölgesinde, yani Avrupa’da; eskiden kendini farklı biçimlerde ‘tanımlayan’ insanlar, artık kendilerini bir ulusun bireyi olarak tanımlamaya başlamışlar ve kendi ‘ulus-devletlerini’ kurmanın çabasına girişmişlerdi. Dünyanın bir başka bölgesinde, örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu toprakların bazı bölümlerinde, insanlar bu duyguya ve düşünceye yabancı diye, 19. yüzyıl ulusçuluk yüzyılı değildir diyebilir miyiz?

‘Ulusçuluk’ duygu ve düşüncesi bizim yaşadığımız toprakların dışında bir yerlerde ortaya çıktığı için, ‘Ulusçuluk bizim kültürümüzün ürünü değil’ diyebilir miyiz? Ve bu anlayış çerçevesinde, ‘Bize Ulus-devlet gerekmez’ ya da ‘Ulus-devlet anlayışı bize yabancı bir anlayıştır’ denilebilir mi? Kendini İslam ümmetinin bir parçası olarak gören biri, elbette buna karşı çıkabilir. Ama bakıyorum da bu tür ‘incileri’ dile getirenlerin önemli bir bölümünün, İslamiyetle de uzaktan yakından hiçbir ilgileri yok.” (Cumhuriyet, 16.8.1994)

Ateş, hem yukarıdakileri yazıyor, hem de “bir insan topluluğunu ulus yapan unsurlar üzerinde anlaşmaya varılamamaktadır” diyor. Bu cümlenin beklenen sonucu “ulus”un ideolojik bir kurgu olduğunun söylenmesi olmalı. Ancak bu böyle olmuyor. Ateş, bir insan topluluğunu ulus yapan unsurların bugün için belirli bir doyum ve yarın için belirli ortak bir umut olduğu kanısına varıyor. (Altıok Dergisi, Ağustos 1994, 12). Ateş, “doyum ve ortak umut”un homojenliğinden nasıl emin olabiliyor, bilemiyoruz.

Milliyetçi bakış açısının insanların düşüncelerini nasıl daralttığını Ateş örneğinde izlemeye çalışalım. Ateş, Cumhuriyet Kitap ekinde yayımlanan “Tarihi saptırmak modası ya da ‘suret-i haktan’ görünmek” başlıklı bir kitap eleştirisi yazdı. Okumadan yazıldığı eleştirisine marûz kalan bu “eleştiri” bir tartışmaya yol açtı. Önce Ateş’in yazısından bazı bölümleri sunalım; sonra da bu konuda, 30 yıl önce İnönü Hükümeti’nin Çalışma Bakanı olan “ulusalcı solcu” Bülent Ecevit’in değerlendirmesini ve diğer görüşleri ele alalım. Ateş, bu yazıda Rıdvan Akar ve Hülya Demir’in İstanbul’un Son Sürgünleri adlı kitabını eleştiriyor ve yazarların “meydanı boş buldukları için” bu kitabı yazabildiklerini söylüyor.

Bu arkadaşlar ‘Megalo Idea’ diye bir şey duymamışlar herhalde. Zaten herhalde Yunanistan kurulduğu günden beri barış içinde yaşamak istemekte. Türkiye Cumhuriyeti Atina’ya ve Akropol’e göz koymuş bulunmaktadır. Kıbrıs’ta barışı bozanlar da Türklerdir, insanları katledenler de Türkler. Zaten Batı Trakya Türk halkına Yunan hükümeti hiç zulmetmemiş, bu işe başlayan Türkiye olmuştur. Yazarlarımız şöyle diyorlar: ‘... Rumların sınırdışı edilmeleri nedeniyle özellikle 1967’den itibaren Batı Trakya Türkleri’ne yönelik baskılarda önemli artış oldu...’ Sanki daha önce baskı yoktu. Hay siz çok yaşayın...

Rumların sınırdışı edilmesiyle bir yönüm eksik kaldı. Peki bunun suçlusu kimdi? Megalo İdea’sını gerçekleştirmeye çalışan Yunanistan ve Kıbrıs’ı Yunanistan’a katmak isteyen Grivas mı, Kıbrıs Türk Cemaati’nin yaşam güvencesini sağlamaya çalışan Türkiye mi?

Ama bunları ‘suret-i haktan’ görünerek ve ‘bilimsellik’ ve ‘objektiflik’ adına yazabilmek için, adamda surat olmalı. Fakat ülkemizin içinde bulunduğu tüm ‘entellektüel karmaşıklığa’ karşın, yakın tarihimizin bu kadar saptırılmasına da elbette izin vermeyeceğiz. Meydanı boş sananlar çok aldanıyorlar...” (Cumhuriyet Kitap, 25 Ağustos 1994, S. 235, s. 7)

Bu yazı haklı olarak çok tepki aldı. Ancak bu yazıdan bağımsız olarak Rum azınlıklarla ilgili politikalara yönelik eleştirilerden örnekler verelim. Birinci değerlendirme o politikayı uygulayan hükümetin bakanı Bülent Ecevit’ten: “1964’te İstanbul kökenli Rumların, Türkiye’yi büyük ölçüde terketmeye zorlanmaları (a.b.ç. M.A) bence çok büyük yanlışlıktı. Bunun nedeni, 1963 sonu ile 1964 başında Kıbrıslı Rumların Türklere karşı bir zalimce soykırım girişiminde bulunmalarıydı. Türkiye o aşamada, Kıbrıslı Türkleri kurtarmak için 1974’teki gibi bir müdahaleyi göze alamadı. Tepkisini çok yanlış bir şekilde gösterdi. İstanbul’daki Rumları Türkiye’yi terketmeye zorladı. Kıbrıs’ta olup bitenlerde onların kabahati yoktu.” (Express, 3.9.1994, S. 32, s. 4).

Bir başka değerlendirme Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika uzmanı Baskın Oran’dan: “Batı Trakya azınlığı, Türkiye’deki fanatik ‘milliyetçi’ Türklerden çektiğini hiçbir zaman Yunanistan’daki fanatik Yunanlılardan çekmemiş, daima, en çok Türkiye’deki Rumlara baskı yapılmasından korkmuştur. (...)

Genel olarak Kıbrıs olayı, özel olarak da, İstanbul’da çalışan Yunan pasaportluların 1964 yılında Kıbrıs’taki katliamlar üzerine Türkiye’den çıkarılmaları olayı, onlarla kız alıp vermiş olan İstanbullu Rum vatandaşlarımızın da bu tarihten sonra çekip gitmelerine yol açtı. Batı Trakyalıların ıstraplarının yoğunlaşması işte bundandır.” (Oran, 1994, 19, 34)

Diğer eleştiriler doğrudan Ateş’in yazısıyla ilgili. Olcay Tunalı toplumlararası barışın nasıl gerçekleşmediği konusundaki yazısını şöyle bitiriyor: “Son olarak İstanbul’un Son Sürgünleri’nin aldığı çok ilginç bir tepkinin üzerinde duralım. Cumhuriyet Gazetesi yazarı sayın Toktamış Ateş, 25 Ağustos tarihli Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanan yazısıyla kitaba demediğini bırakmıyor, ağzına geleni ‘ağız dolusu’ söylüyor.

Gerçekten de çok ilginç bir tepkiyi işaretliyor bu yazı; çünkü Toktamış Ateş’in kitabı okumadığı, bir sayfalık yazının her satırından belli. Bunu da itiraf ediyor üstelik; ‘Kitabın içeriğindeki tartışılması gereken konulara hiç değinemiyorum. Zira buna yerim yok.” (Express, 27.8.1994, S. 31, s. 56.)

Melih Katıkol’un aynı dergide Ateş’in eleştirisine yönelttiği eleştiri ise şöyle: “Örneğin Toktamış Ateş Cumhuriyet’in Kitap Ekine yazdığı yazıda, Demir ve Akar’ı ‘meydanı boş bulup’ tarihi saptırmakla suçluyor. Ateş’in yazısında en dikkati çeken nokta ise, Yunan hükümeti Batı Trakya Türk halkına yıllardır baskı uyguladığı için, Türkiye’deki Rum azınlığa baskı uygulanmasının hakça olduğunun ima edilmesi! Hükümetler arasındaki diplomatik hesaplaşmalar sırasında azınlıklara baskı uygulanması her ne kadar son derece klasikleşmiş bir yöntem olsa da, bir o kadar da insanlık dışı bir tavırdır. Hangi devlet yaparsa yapsın, bu tavrın savunulur bir tarafı yoktur. Açıkçası, Demir ve Akar’ın kitabında tarihin saptırıldığını iddia etmek, biraz gayrı ciddi görünüyor.” (Express, a.g.y.)

Katıkol’un da açıkça belirttiği gibi hükümetlerarası dış politika tutumları “aydınları” bağlamamalı. İnsan hakları açısından her türlü baskı hangi hükümet tarafından kime uygulanırsa uygulansın karşı çıkılmalı. Milliyetçi duyguların bu konudaki engelleyiciliğinden kişi kendini kurtarmalıdır. Bu da kimsenin “yurtseverliğine” gölge düşürmez.

“Sol Milliyetçilik (I)” başlıklı yazımızda İ. Selçuk’un 1960’lı yıllardaki milliyetçilik anlayışına değinmiştik. Burada İ. Selçuk’un ’70’li, ’80’li ve ’90’lı yıllardaki yazılarında da bu görüşlerini hemen hemen hiç değiştirmeden tekrarladığını göreceğiz. Hatırlanacağı üzere ’60’lı yıllarda Selçuk’un milliyetçilik konusundaki değerlendirmeleri anti-emperyalizm; “sahte milliyetçi-gerçek milliyetçi” ayrımlarına dayanıyordu. O günlerden bu günlere Selçuk’un çizgisinde bir değişiklik yok. Örneğin 1974 yılında yazdığı yazıda ulusçuluğun gelişimi ve Türk ulusunun doğuşunu “gerçek milliyetçi-sahte milliyetçi;” ayrımıyla ve anti-emperyalizm vurgusuyla değerlendiriyor: “Ulusçuluk önce Batı Avrupa’da burjuva devrimleriyle birlikte filizlenmiş bir ideolojidir. Ulus; dil birliği, toprak birliği, ekonomik yaşam birliği ve kültür birliğine dayanan bir toplumdur. Bu birlikten doğan ruhsal biçimlenme, tarihin bir kesiminde ulusu oluşturur. Ama ‘bir ulus, hangi tarih kesiminde ve hangi tarihsel koşullar altında oluşmuştur?’ sorusuna somut yanıt aramak gerekir. ‘Türk ulusu hangi koşullar altında oluşmuştur?’ sorusunun somut cevabını aradığımız zaman da Türk milliyetçiliğinin ne demek olduğu ortaya çıkar.

(...) Osmanlı milliyetleri içinde, ulusçuluk konusunda en geç uyanan Türkler olmuştur. Bu uyanış, karşısında kapitalizm emperyalizmini düşman olarak buldu. Bu düşmana başkaldırdı. Bizim ulusal kurtuluş savaşımızın İngiliz-Yunan beraberliğine karşı sürdürülmesi, ulusçuluğumuzun niteliğini ve anlamını da belirler. Mazlum bir ulusun, emperyalizme ve kapitalizme başkaldırmasında oluşur, yoğunlaşır, gelişir bizim ulusçuluğumuz.

(...) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, Atatürk ulusçuluğundan koparılmış; kapitalist emperyalizmin uyduculuğuna itilmiştir. Şimdi sağda, solda zorbalığa heveslenerek ulusçuluk yaptıklarını sanan komando gençler, CIA’nın oyunlarına alet edilen bir ulusçuluk anlayışının güdümündedirler ve çağdaş ulusçuluk anlayışına tümden ters düşmektedirler. (Selçuk, 1982: 15-16.)

1979 tarihli bir yazısında Selçuk yine ilerici-gerici milliyetçilik ayrımını tekrarlıyor: “İlerici milliyetçilik başka şey, gerici milliyetçilik başka şey.

İlerici milliyetçiliğin tek bir denek taşı vardır:

Emperyalizme karşı olmak.

Atatürk milliyetçiliği emperyalizme karşı olmakla eşdeğerli ve eşanlamlıdır. Gerici milliyetçilik ‘Böl ve Yönet’ politikasının prangasını kişinin kafatasına vurur.” (Selçuk, 1982: 131-133)

Selçuk, 1989 yılında kendisiyle yapılan bir görüşmede ümmetçilik-milliyetçilik karşılaştırması yaparken “İnsan ümmetçilik bilinciyle yaşarsa, insanlık yolunda geride kalmış bir yaratık demektir” der.

Selçuk ’60’lı yıllardaki cümlelerini 1994 yılında neredeyse aynen tekrarlıyor gibidir. “Amerikancı milliyetçi” değerlendirmesi yaptığı bir tutumu şöyle eleştiriyor: “İlkel tepkiler kendilerini ‘milliyetçi’ diye tanıtan çevrelerle, tekelci medyanın göbeği çıkar tezgâhlarına bağlı kesimlerinden geliyor. Muz cumhuriyetindeki Amerikancı milliyetçilik bunların iliklerine işlemiş, Başbakanın ABD’ye aşılanmış parasal tezgahına destek verenler, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini bir kaşık suda boğmaya kalkışıyorlar.

Tepeden tırnağa sahtecilik mesleği bu!... Milliyetçilik adı altında Amerikancılık, özelleştirme adı altında yağmacılık sürüyor; hukuk devletini çiğneme azgınlığı da cabası...” (Cumhuriyet, 12.7.1994)

Selçuk, ümmet olmaktan millet olmaya gelişin tarihsel bir gelişme olduğunu belirtiyor. Ancak tarih “millet” olgusunda durmuş gibi davranıyor. Bu yapının aşılabileceğini tartışmıyor.

Kemalist solda yer alan yazarlar içinde Mümtaz Soysal özellikle son dönemde ayrıcalıklı bir yer kazandı. Çünkü Soysal, “ulusal sol” doğrultusunda tercih yapılmasının gerektiğini aktif biçimde savunuyor. Milletvekili olduğu CHP’nin ulusalcı sol çizgiye gelmesi için çaba gösteriyor. Bu süreçte lider adayı olarak ön plana çıkan Soysal’la çeşitli gazetelerde röportajlar yayınlandı. Burada Cumhuriyet gazetesinde Işık Kansu tarafından gerçekleştirilen bir röportajda söylediklerinden yola çıkarak Soysal’ın ulusalcı sol konusundaki görüşlerini değerlendirelim.

Solculuk, evrenselliği ancak sömürüden arındırılmış bir evrensellik olabileceğini akılda tutmayı ve sömürü karşısında evrensel dayanışma mekanizmaları kurulmadığı sürece, sömürüye karşı ulusal devlet kalesini iyi korumayı gerektirir. Uzunca bir süre ulusal olmak zorunda olan solculuk, halk yığınlarını sömürüye karşı korumanın her şeyden herkesten önce kendi halkını korumak olduğunu düşünmeyi, evrensellik, ilericilik, çağdaşlık komplekslerine kapılmadan çeşitli sömürü tuzaklarına karşı uyanık olmayı emreder. Böyle olduğu içindir ki, Türkiye’deki solun ulusalcı olmasını solun evrensel ilkeleriyle asla çatışır görmüyorum; hattâ gerçek evrenselliğine varışın ancak bu yoldan olabileceğine inanıyorum. Evrensellik adına kendi halkına, kendi insanına ihanet etmenin adı solculuk olamaz”. (Cumhuriyet, 22-24 Aralık 1994)

Soysal, solculuğun evrenselliğini kabul etmekle birlikte, bu evrenselliğe yönelirken ulusal devletin tek meşrû mekanizma olacağını savunuyor. Ancak evrensel dayanışma mekanizmalarının nasıl oluşacağını, eğer Türkiye’deki sol hareket buna katkı sağlayacaksa bunun nasıl gerçekleşeceğini tartışmıyor. Dolayısıyla da Soysal’ın evrensellik tercihi uzak bir dilek gibi kalıyor. Asıl vurgu, ulusal mekanizmaların güçlendirilmesine ve ülkenin (devletin diye okunabilir) varolan yapı içinde dünyadaki yerini berkitmeye yapılıyor. Bu görüşün doğal sonucu olarak da evrensellikle ulusallığın çelişkisini sorgulamayı öneren solcular kendi halkına, kendi insanına ihanet etmekle suçlanıyor.

SONUÇ

1) Milliyetçilik konusunun doğası gereği içinden çıkılamayan tanımsızlığına bu yazarlar da düşmektedir. Hiçbir yazar herhangi bir ulus tanımının sorunsuz ölçütleri olduğundan bahset(e)memektedir. Duygu düzeyinde insanların kendilerini ne hissediyorlarsa o olduklarını kabul ettiklerini öne sürüyorlar. Ancak bu kabulün de sorunları çözmediğini görmezden geliyorlar. Bazen vatandaşlık kavramının insanlar arasındaki ayrımı yok edecek biçimde geliştirilmesini öneriyorlar. Bu çok yerinde bir öneri olmakla birlikte, bu yapının duygu farklılığı sorununu nasıl çözeceğine değinmiyorlar. Değinmeleri, daha doğrusu böyle bir sorunun farkına varmaları da zor. Çünkü sürekli olarak ulusal değerleri ön plana çıkararak, ulus olma aşamasını tarihin son aşaması gibi algılıyorlar.

2) Milliyetçilik türlerini sıralıyorlar. Bu çeşitlilik içinde bir tanesini ön plana çıkarıyorlar. Ancak bu türün diğerlerinden farkını yeterince açıklamıyor; diğer milliyetçilik türlerini benimseyenlerin neden yanlış düşüncede olduklarını da yeterince temellendiremiyorlar.

3) Yurtseverlikle milliyetçilik ayrımı yapar görünüp, sadece insanın doğup büyüdüğü çevreye duyabileceği yakınlıkla sınırlayabileceğimiz yurtseverliği hep milliyetçiliğin altında bir yerlere koyuyorlar. Böylece de yurtsever olunmadan milliyetçi olunamayacağı gibi pek tartışılamayacak bir durumu, milliyetçi olmadan yurtsever olunabileceği gerçeğini kapatmak için kullanmış oluyorlar.

4) Son yıllarda milliyetçilik konusunda özellikle sol kuramda gelişen görüşlerin milliyetçiliğin milleti ideolojik bir yapıntı olarak yarattığı kabulü yaygınlık kazanmış durumda. Yazarlarımız bu kuramsal çerçeveden ya habersizler, ya da haberdar olmakla birlikte böyle bir görüşü kabul etmeyip “millî duygu”nun gerçekliğin kendisi olduğunu öne sürüyorlar. Millet tanımı zaten o duygu üzerine kuruluyor. O zaman da milliyetçilik konusunda sol kuramsal yaklaşımları gözardı edip, bizatihî milliyetçi kuramlara itibar etmiş oluyorlar.

Ağaoğulları, M.A. (1992) “Milliyetçilik Nereden Nereye” (Açık Oturum) Marksizm ve Gelecek, sayı 5 (58-82).

Akçam, T. (1993a) “Ulusal Meseleye Bir Kollektif Kimlik Sorunu Olarak Bakmak”, Birikim, Ocak-Şubat, sayı 45-46, (4-31).

Akçam, T. (1993b) Türk Ulusal Sorunu ve Ermeni Kimliği, İstanbul: İletişim Yayınları, (2. Basım).

Cinemre, L. - Çakır, R. (1991) Sol Kemalizme Bakıyor, İstanbul: Metis Yayınları.

Kışlalı, A.T. (1990) Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Yayınları.

Kışlalı, A.T. (1991) Siyasal Sistemler, Ankara: İmge Yayınları.

Kışlalı, A.T. (1993) Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği, Ankara: İmge Yayınları.

Oran, B. (1994) Devlet Devlete Karşı, Ankara: Bilgi Yayınevi.

Selçuk, İ. (1982) Atatürkçülüğün Alfabesi İstanbul: Çağdaş Yayınları.

Soysal, M. (1994) Cumhuriyet gazetesinin 22-24 Aralık 1994 sayılarında Işık Kansu’nun Yaptığı Röportaj.

Stell, R. (1993) “Self-determinasyon Her Zaman Alkışlanacak Bir Durum Değildir”. (Çev. O. Bleda) Birikim, Ocak-Şubat, sayı 45-46, (58-59).

(*) Yaşar Kemal Der Spiegel dergisinde “Yalanlar Seferi” başlıklı yazıyı yazınca Ahmet Taner Kışlalı tarafından çok sert bir biçimde eleştirildi. (Cumhuriyet, 15 Ocak 1995). Aynı günlerde İstanbul DGM’de Yaşar Kemal hakkında dava açıldı.