Seçkinci Bir Geleneğin Temsilcisi Olarak Fethullah Hoca Cemaati

Geçen sayıda bu sütunlarda seçime dönük hesaplar bağlamında zorunlu bir yeniden şekillenme süreci yaşayan merkez-sağ partilerin muhtemel stratejileri ele alınırken, Fethullah Hoca ve cemaatinden de söz edilmişti. Bilindiği ve o yazıda da işaret edildiği üzre, Hoca ve cemaatinden bu stratejiler çerçevesinde beklenen tavır, bizatihi İslâmî camianın genel alanı içinde RP’ye karşı bir tür fren olması idi. 1995’in ilk yarısı boyunca hemen tüm büyük gazetelere ve televizyon kanallarına verdiği mülakatlarla ve merkezdeki tüm siyasal parti başkanlarıyla yaptığı özel görüşmelerle Fethullah Hoca gerçi açıkça RP’ye karşı tavır alacaklarını ilân etmedi -ki zaten bunu yapması da gerekmiyordu- ama RP eksenindeki hareketin yükselişinden kaygılanan ve o yükselişi geriletmek isteyenleri yeterince umutlandırdı. Merkez-sağ partiler, RP’nin Sünni Müslüman oy tabanlarına yönelecek atağını bertaraf edebilmekte Hoca ve çevresinin zımni desteğini alabileceklerine güvenebilirlerdi.

Ancak şimdiye kadar önplana çıkmaktan kaçınmış bu “çevre”nin kamuoyuna takdiminden beklenen yararlar bundan ibaret değildi. Yine herkesin işaret ettiği gibi Fethullah Hoca’nın basın ve televizyon mülakatlarında, davet edildiği toplantılarda çizdiği portre, gösterdiği performans, verdiği cevaplar, hem “şeriat tehlikesi” sendromuyla yaşayan “laik kamuoyu”nu fazlasıyla rahatlattı ve bu rahatlama Fethullah Hoca çevresinin yaygın gücüne dair bilgiler oranında arttı; hem de RP’nin -bu çağda ve Türkiye’de- Müslüman olmayı Refahlı olmak ya da onu desteklemekle özdeşleyen “siyasal İslâm”ına karşı bunun hiç de bir önşart olmadığını fiilen kanıtlamış kararlı bir “siyaset-dışı” İslâm profili çizdiği oranda, RP’nin bizzat İslâmî camia içinde güçlü bir dirençle karşı karşıya olduğu izlenimini yarattı.

Bu sonuçlar “Fethullah Hoca Cemaati”ni tanıtma kampanyasını düzenleyen ve ona katılanların beklediği ve fazlasıyla elde ettikleri sonuçlardı. Nitekim daha kampanyanın ortalarında gözler bir yandan da RP’ye çevrildi ve onun kendisine alternatif, hattâ rakip görüntüsü veren bu “siyaset-dışı” ve “ılımlı” İslâm olgusuna karşı ne diyeceği merak edildi. RP ve “Fethullah Gülen çevresi” arasında yoğunluğu tam kestirilmemekle birlikte bir gerilim, bir “mesafe” olduğu aşikârdı ama ne RP sözcüleri ne de “çevre” adına Fethullah Hoca, polemiğe yol açacak sözler etmemeye özen gösterdiler. RP sözcüleri, bu kampanyada asıl olarak “siyaset dışı” olduğunun altı çizilen “çevre”nin bu tercihine saygılı olduklarını belirtip, arada da bu tercihin RP’ye karşı tavır almayı gerektirmediğini hatırlatmakla yetindiler. Zaten Fethullah Hoca da kendisinden ısrarla RP karşıtı bir beyan ve tavır bildirimi “koparmak” isteyen mülakatçılarını ustalıkla savuşturmaktaydı.

RP İLE AYRIM

İki tarafın da çatışmaktan kaçınması ihtiyatlılıktan ya da aralarında öyle çok önemli bir fark olmadığının bilincinde oluşlarından dolayı değildi. En azından bu bağlamda “usûl”e ilişkin bir neden vardı: Çatışmalarının beklendiği konuyu kendileri tayin etmemiş, onları iki karşıt -en azından ciddi ölçüde farklı- gösteren kıstası (siyasî olmak veya olmamak) onlar belirlememişti. Bunlar Fethullah Hoca ve cemaatini “tanıtma” kampanyasını açmaya karar veren ve galiba nasıl bir portre çizmeye çalışacaklarını da önceden saptayanlar tarafından belirlenmişti.

Kuvvetle iddia edebiliriz ki, gerek RP, gerekse Fethullah Hoca çevresi aralarındaki “henüz adı konmamış” ayrımın, ayrı duruşlarının gerisindeki gerilim yükünün siyasî olup olmamakla pek az ilişkili olduğunu, böyle bir nitelemenin fazlasıyla sığ, görüntüsel olduğunu baştan bilmekteydiler. Ancak dinin özel olarak İslâm’ın düşünce dünyası, tarih ve kültür mirası hakkında hâlâ basmakalıp “bilgi”leriyle yetinen, daha doğrusu “eğitimle edinilmiş bir cehalet”in verdiği güvenle konuşabilen “laik çevreler”in kendi dertleri açısından bu “siyasî”lik kıstası pek önemli addedilmekteydi. Üstelik bu “siyasî olma” kıstasının içeriği de pek dardı. Kendisini bir siyasî parti olarak örgütlemek ya da aynı rengi taşıyan bir siyasî partinin güdümü altına girmeyi kabul edip etmemekle sınırlı bir ölçüttü bu. Bu durumda Fethullah Hoca’nın kesinlikle siyaset-dışıyız demesi bile asla yalan olmazdı. O, mülakatlarda verdiği bu türden cevapların muhatapları ve “laik” dinleyicileri tarafından RP’ye destek olmayacağız şeklinde anlaşıldığını şüphesiz bilmekte, ama bu izlenimi ne doğrulama ne de yalanlama gereğini duymaktadır.

Dikkat edilirse “çevre”nin kendi gazetesi Zaman’da Fethullah Hoca’yla yapılan “Ufuk Turu” adlı uzun mülakat yayımlanıncaya kadar Hoca ve çevresini “tanıtan”, takdim eden kampanya hemen tümüyle “laik” sayılan büyük medya tarafından yürütüldü. Çevrenin has yayın organları sanki kendi dışlarında bir olay cereyan ediyormuşçasına “nötr” haberler vermekle yetindiler. Hoca’larının “laik” takdimcilerinin sorularına verdiği cevaplarla çizilen portresinin İslâmî camia açısından bilinmedik bir tarafı zaten yoktu, hattâ onlara silik ve sıradan görünebilirdi, ama “laik” camia için ilginç, sevimli, hattâ çekici bir portre olduğu apaçık ortadaydı. “Yüzde 99’u Müslüman” olan, ama ne İslâm metafiziğinden ne de tasavvuf kültürü ve mirasından haberdar olan halkımızı, özellikle de “laik” halkımızı bilhassa bu bahiste tam temsil eden mülakatçıların bir kaşif hayreti ve heyecanıyla bu portreyi çizmeleri etkileyiciliğini bir kat daha arttırmaktaydı.

Hoca ve çevresi, laik kamuoyu ve kitleler için portreleri çizilirken, yüzlerini soruların ışığına döndürerek poz vermekle yetindiler. Kampanyayı düzenleyenlerin, o ışık altında çıkan resmi, merkez-sağ partilerin seçim şansını arttırmak için kullanmalarına zımnen izin verme bedeli karşılığında kendilerinin de son derece önemli kazançları olacaktı. Hoca aynı mülakatlarda özellikle laiklik bahsi açıldığında alabildiğine muti ve hoşgörür ifadelerle “devlet” tarafından nasıl ve hangi eziyetlere uğratıldığını anlatarak, ama buna rağmen “devlet”i nasıl esirgediğini vurgulayarak, sanki “siyaset dışı” olmalarının karşılığında devletten faaliyetlerini engellememesini talep ettiği izlenimini veriyordu. Hocanın merkez-sağ ve sol partilerin liderleriyle “sıradan bir vatandaş” olarak yaptığı görüşmelerde bu konuda yardımcı olmalarını istediği ve olumlu yanıtlar aldığı söylendi.

Oysa bu zaten fiilen elde edilmiş bir kazançtı. Şimdi sadece resmîleştirilebilirdi. Asıl elde edilmesi istenen ise bu ilk kampanyanın aşırı parlak, ama dar perspektifli ışığının gölgede bıraktığı yerden anlaşılabilirdi. Bunun için ikinci bir kampanyaya, konusu ve amacı bu olan bir kampanyaya ihtiyaç olacaktı. İşte ilk kampanya sırasında neredeyse ilgisizmiş gibi duran “çevre”nin has organlarının devreye sokulacağı safha da burasıydı. Fethullah Hoca’nın Ağustos ayında Zaman gazetesinde yayımlanan geniş mülakatı ve ardından gazetede yeralmaya başlayan yazılar, bu safhanın açılış ilânlarıdır. 1995’in ilk altı ayı boyunca “laik” savunucuları eliyle “laiklere mahsus” bir portresini çizdiren Hoca, bu portreyi “ilginç” bulanlara bu kez bizzat kendi ressamlarınca çizilen çok daha detaylı, boyutlu ve haliyle derinlikli bir portresini sunmaktadır.

Amaç nedir ve nasıl bir akıl yürütme üzerine kurulmuş ve şekillendirilmiş olabilir?

Bu soruya geçmeden önce kısaca hatırlatalım ki, Birikim’in geçen sayısındaki yazıda Fethullah Hoca çevresinin bir anlamda RP’den çok daha iddialı bir siyasal hedef gözettiğini belirtmiş, bunun gerekçelerini, kanıtlarını kısaca aktarmıştık. Dolayısıyla her ikisi de siyasîdir, ama gerek siyasî güç edinebilmek için yönelinen kaynaklar, kullanılan yöntem ve araçlar, iktidar stratejisi, o strateji içerisinde kitle ve kadroya biçilen roller, gerekse de elde edilecek iktidarın gaye ve kıstasları bahsinde aralarında -henüz gündeme getirmedikleri- çok ciddi ayrılıklar vardır.

Ancak hemen işaret etmeliyiz ki, Fethullah Hoca ve çevresinin bu konulara genel yaklaşım ve kabulleri itibariyle çok daha homojen bir izlenim uyandırmasına karşılık, RP eksenindeki hareket birçok farklı eğilimi içermektedir. Dolayısıyla muhtemel, hattâ kaçınılmaz hesaplaşma, yol ayrımı noktasına gelindiğinde -ki bu RP’nin önümüzdeki genel seçimlerde umduğunun epey altında bir sonuç alması durumunda olabilir- RP çevresindeki eğilimlerden bazıları, Fethullah Hoca çevresi gibi tasavvuf geleneğinin bir kolu ile elitist yaklaşımı eklemlemiş odakların safına kayabilecektir.

“KOZA”DAN ÇIKIŞ

Sanırız Fethullah Hoca ve çevresinin -kendi ifadeleriyle- “yıllarca ördükleri koza”dan çıkarak “uçmaya” karar vermelerinin gerisinde bu ihtimal ve hesap yatmaktadır. Hoca’nın 1994 sonlarında, yani 1995’te bir erken genel seçimin kuvvetle muhtemel olduğu yolundaki teşhislerin gayet yaygınlaştığı bir sırada ve asıl önemlisi RP’nin en şanslı parti gibi gözüktüğü o konjonktürde “uçmaya” karar verip, ilk uçuşunu da, o sırada RP’yi nasıl geriletir, önüne nasıl geçerizin hesaplarına gömülmüş merkez-sağ karargâhlarına doğru yaptığı hatırlanmalıdır.

RP’nin genel seçimden birinci ya da en azından güçlü bir “anahtar” -her durumda iktidara ortak- olmasını sağlayacak milletvekili sayısına sahip parti olarak çıkmaması gerektiği konusunda anlaşan, bu noktada çıkarları birleşen taraflar, bu işin pazarlıklarını -şimdiye kadar olduğu gibi- gizli görüşmeler yoluyla da yapabilirlerdi. Anlaşılan RP’nin seçimlerden başarıyla çıkması Hoca ve çevresini merkez-sağ partilerden daha fazla kaygılandırmaktadır ki, onlara “kozalarından çıkmak” gibi tarihî bir karar aldırabilmiştir. Çünkü RP’nin seçimlerden güçlü ortak konumuyla da olsa iktidarı ele geçirebilecek bir pozisyonda çıkması ya ülkede şiddetli bir kutuplaşma ortamı doğurabilir ve Fethullah Hoca çevresini, artık güçlerini ve özerkliklerini korumalarını imkânsız kılan bir tercih yapma sorunuyla yüz yüze bırakır; ya da RP’ye “bir şans” tanınabilir ve bu durumda RP, İslâmî camiaca meşrû, mevcut hukuk sistemince de yasal yollarla bu “rakip gibi” duran “çevre”nin güç ve imkânlarını bir biçimde denetim altına aldırabilir.

Özellikle 1994 yerel seçimlerinden itibaren “iktidar bir adım ötede” havasına fazlasıyla girmiş olan RP eksenindeki hareket, hele muhtemel bir iktidara ortaklık umudu da vermeyen bir seçim sonucu karşısında çok ciddi bir sarsıntı, arayış ve herhalde kopuşlar sürecine girebilecektir. Eğer Fethullah Hoca ve çevresi “koza”dan çıkıştan itibaren alacağı tavırlarla bu “yenilgi”nin faturasının kendilerine çıkarılmasını güçleştirebilir, yenilgi ertesinin o kaçınılmaz “hain ya da müsebbip arama” evresini kazasız atlatabilirse kendisini “miras”tan en büyük payı alabilecek akraba olarak görebilecektir.

Fakat “kozadan çıkış”ı sadece bu RP odaklı hesaplara dayandırmamak gerekir. Hattâ şu söylenebilir ki; Fethullah Hoca ve çevresince temsil edilen dinî-siyasî anlayışın mantığında RP’ye ilişkin hesaplar, oradan edineceği “kazançlar” -şu an için kritik bir önem taşıyor görünmesine rağmen- ikincil mahiyettedir, ama halen merkez-sağ partilerin siyasal renginin egemen gözüktüğü alan ise aslî hedeftir, asıl kazancın “devşirileceği” yer orasıdır. Bu bakımdan şu an için verdiği zımni destekle onlara önümüzdeki seçimi kazanma şansı verir gibiyken, aslında o alana doğru açacağı fetih seferinin cephanelerini yerleştirmektedir. Zaman’da yayımlanan “ufuk turu”nun gayet ustaca düzenlenmiş kurgusu ve içeriği tam da bu hedefle -günün deyimiyle- “hedef kitleye” göredir.

Eğer bu tespit doğruysa -ki az sonra gerekçelerini açıklamaya çalışacağız- RP’nin temsil ettiği geleneksel “siyasal İslâm’ın çizgisiyle Fethullah Hoca ve çevresince temsil edilen “yeni çizgi” arasındaki bir önemli farklılığa da dikkat çekmiş olacağız. Şöyle ki; bilindiği üzre geleneksel “siyasal İslâm” -MNP/MSP/RP- çizgisi güçlenmek için büyük çoğunluğu ile merkez-sağ partilere oy vermekte olan Sünni Müslüman kitlenin orta ve alt gelir -ve statü- sahibi kesimlerine yönelik bir strateji izler, bunun için de onların dinî duyarlılıklarına seslenen bir çalışma ve propaganda tarzı kullanırdı. 1990’larla birlikte bu dinî duyarlılık faktörünün yanısıra, -özellikle metropollerde- iktisadî/sosyal duyarlılıklara da seslenen bir dil kullanmaya başlayıp “yeni bir kimlik” sergiledi ise de “hedef kitlesi” yine aynıydı: Toplumun orta ve alt gelir -statü- sahibi kesimleri, yani “halk”. RP’nin devam ettirdiği gelenek, Türkiye toplumunun üst tabakalarının ya inançları ya da konumları veya iktisadî çıkarları nedeniyle hemen tümüyle -en azından “İslâmiyetten uzak” olduklarına dair köklü bir yargı ve bunun yığınla tarihsel kanıtıyla pekişmiş bir yaklaşım izlediği için- o kesimi de “kazanmak” gibi bir hesabı ve hayali hiç olmamış, sadece onları nötralize edebilecek yollar, araçlar tasarlayabilmiştir.

Fethullah Hoca ve çevresi ise tam tersine Türkiye toplumunun üst tabakalarını, iktisadî-siyasî-kültürel elitlerini kazanabilmeyi ummakta, daha ötesi bunun mümkün olduğunu kestirmekte ve epeydir de bunun “hazırlık dönemi” çalışmalarını yürütmektedir. Fethullah Hoca’nın bir yandan güç, etkinlik, emperyal vizyon, Picasso simgesiyle rafine kültür ve sanat temalarıyla, bir yandan da zengin tasavvufî geleneğimizin bir kolunun (geçmişte de toplum ve “devlet”imizin “güçlü”lerince benimsenmiş yorumlarının) metafiziği ile bezenmiş söyleşileri ile “koza” içindeki hazırlıktan hedefe doğru uçuş başlatmış olmaktadır. Hoca’nın diskurundaki ilk grup temalar, o elit zümrelerin -onun deyimiyle “memnunlar kitlesi”nin- varlıklarının önkoşulu saydıkları statülerine, ikinci grup temalar ise -şu geçiş çağında ihtiyacını duydukları- anlam arayışına karşılık düşmektedir. Tam da söz konusu zümreye göre hazırlanmış bir karışımdır bu.

Burada söz konusu zümre bireylerinin niçin bir anlam ve amaç arayışı içine girdikleri konusu üzerinde fazlasıyla durmak gerekmez. 1980’li yılların hemen hiçbir moral ve ahlâki sınır tanımayarak teşvik ettiği çıkar güdüsü, kazanmak için kazanmanın yegâne ilke haline geldiği ortam... gibi faktörlerin giderek kendilerini çoraklaştırdığını o zümre mensuplarının da hissetmemesi düşünülemez.

Genel olarak dinin, Türkiye’de İslâmın bu ihtiyaç ve arayışa cevap mecraı olarak görülebilmesinin neden ve koşulları hakkında da epeyce konuşuldu. Burada bunları hatırda tutarak söz konusu zümrelerdeki “dine yöneliş”in niçin RP eksenli hareketi değil de, Fethullah Hoca çevresi türünden “odak”ları tercih edeceği konusu üzerinde duracağız. Daha doğrusu Fethullah Hoca ve çevresinin “İslâmı”nı, RP’nin temsil ettiği İslâm’dan ayıran hangi temel özellik(ler) söz konusudur ki; RP’ye hâlâ ürpertiyle “tehlike” fobisiyle yaklaşan ve davranan o elit zümreler denetimindeki medya ağı, Fethullah Hoca’yı –kendisinin kendi hakkında anlattığı– “keramet”lerini de naklederek, adeta bir huşu havasında sundu?

Bu sunuşun siyasal hesaplar ile ilişkili kısmına değinilmişti. Bunun yanısıra Hoca ve çevresinin laiklik, Atatürk, “Batılılaşma ve Batıyla ilişkiler” bahsinde söylediklerinin de o zümrelere pek sempatik geldiği muhakkak. O konularda devlet ve merkez-sağın kabullerinden, ancak nüans denilebilecek kadar farklı şeyler söyleyen bu “dinî şahsiyet”, onlara RP eksenindeki hareketin o konulardaki durmak bilmez saldırılarına karşı onlara dinin şemsiyesini sunmuş olmaktadır. Devlete bağlı Diyanet İşleri’nin bir mensubu veya İlâhiyat Fakülteleri’nden birinde görevli bir “uzman” olarak değil, geniş bir sivil (toplum) organizasyonun çok sayılan lideri sıfatıyla yapmaktadır bunu.

“ÇEVRE KOŞULLARI”

VE İMAN

Ancak “Fethullah Hoca etkisi”, mevcut politik sorunlara ilişkin bu görüşlerinin o zümrelerde yarattığı ferahlama havası ile sınırlı değildi ve olmadı. İlk mülakatlarının yayımlanmasından itibaren Fethullah Hoca’nın İslâm metafiziği, tasavvufi perspektifin insan, varlık alemi ve hayata ilişkin kavram ve görüşleri hakkında söyledikleri de geniş ilgi uyandırdı ve en son Zaman’da yayımlanan “Ufuk Turu”ndan sonra bu ilginin hayli geniş bir yelpazede övgü ve benimsemeye, neredeyse “intisaba” dönüşmeye hazır bir havada olduğunu gördük. Gazetenin mülakat hakkında görüşlerini aldığı hayli geniş bir yelpaze oluşturan yazar, düşünür ve akademisyenlerin hemen hepsi “takdirlerini” ifade etmekteydi ve herbiri kendi yol ve üslûbunca Hoca’nın –Şerif Mardin’in özlü formülasyonuyla– “çevre koşulları ile iman arasındaki bağa” verdiği önemin bir “katkı” olduğunu vurgulamaktaydılar.

Öyle ki son dönem Atatürkçülüğün önde gelen sözcülerinden Prof. Toktamış Ateş, “Sayın Gülen’in Türkiye Müslümanlığı yaklaşımı benim de yıllardır... savunduğum bir yaklaşımdır. Aynı görüşü paylaşmaktan son derece mutlu oldum. Ayrıca bu turda dolaşırken birçok noktada benzer duygular içinde olduğumu memnuniyetle gördüm” diyebilmektedir.

Fethullah Hoca’nın kendi deyimiyle “memnunlar” kategorisine dahil bu çeşitli zevatın memnuniyetlerinin aslî nedeni, Şerif Mardin’in de gayet yerinde tesbitiyle onun “çevre koşulları” ile “iman” arasında önemli bir bağ kuran yaklaşımıdır.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Hoca bu bağı, tasavvufi geleneğin bir kolunun kavram ve yöntemleriyle İslâm fıkhının “elastiki” diyebileceğimiz ekollerine has bazı görüşlerin biraraya getirilmesiyle kuruyor. Bu biraraya getirilme tarzının konumuz açısından ilginç olan özelliği, “çevre koşulları” ile “iman” arasındaki bağın kurulmasındaki “belirleyicilik” sorununa Hoca’nın getirdiği “orjinal” çözümü kolaylaştırmasıdır.

Gayet özetle, Hoca imanın –daha genel bir deyimle dinin- insanî ve sosyal hayatımızdaki tezahür biçimi, yoğunluğu ve tarzı “çevre koşulları”na –başka bir yerde kullandığı deyimle “zaruretlere”– tâbidir demektedir. Zaman’daki mülakatında Hoca Marx’a da atıfta bulunarak bu görüşünü değişik biçimlerde tekrarlamaktadır.

Hemen görüleceği üzre, bu yargıdan hareketle “modern hayat”ın pek çok “icabını”, kurumlarını veya dikte ettirdiği davranış normlarını “benimsemek” mümkün hale gelir. Türkiye’nin “yüzde 99’u Müslüman” halkının ortalama tipi için bu imkân, bu icazet elbette pek rahatlatıcıdır.

Fakat Hoca’nın aslî amacı, halkın, avamın bu rahatlığı edinmesi değildir. Şüphesiz İslâm şeriatinin pek açık ve temel hükümleri dışında çevre şartlarına, zaruretlere göre bazı kısımlarının başka türlü de tanzim edilebileceğini cevaz veren bu görüşü doğrultusunda Hoca, örneğin tesettür, başörtüsü teferruattır diyebilmekte, böylece de halkın halihazır yaşam tarzını değiştirmeden, hattâ daha da “modern”leştirerek “Müslümanım” demesi mümkün olabilmektir.*

Ancak Hoca “avam”a bu kapıyı açıyor gözükürken hiç de din adına endişeli değildir. Çünkü onun izleyicisi olduğu tasavvufi gelenek, dinî gerçekten yaşamanın onun “hakikati”ne ermenin avam için zaten söz konusu olamayacağını esas alır. Tüm tasavvuf geleneğinin mayasında yer alan “Allah’ın insanı kendi suretinde yarattığı, ona kendi ilahi nurundan bir parça koyduğu o nedenle de insanın eşref-i mahlûkat (mahlûkların en yücesi) olduğu” şeklinde özetlenebilecek fikirler, tasavvuf akımının “seçkinci” kolu tarafından tüm insanlara şamil olarak değil, Allah’ın ayrıca özel yeteneklerle donattığı insanlar için geçerli sayılarak yorumlandı. İslâm’ın dünyevi hayata ilişkin n’as ve kurallarını kapsayan şeriatın zahiri hakikatinin gerisindeki batınî hakikate ilâhi hikmete yaklaşabilecek olanlar, Allah’ın bu seçkin kullarıdır.

Bunlar riyazet, inziva vb. tasavvufi “pratikler”le o deruni hakikate yaklaşabilir. Bu yolda marifet sahibi olma mertebesine erişebilirler. Bu mertebeye ulaşabilmiş olanların şeriate uyma zorunluluklarının dahi olmadığı görüşü vardır. Bunlardan feyz alan, ikinci kademe tarikat mertebesindedir. İslâm’ın zahiri (şekli) gereklerine, marifet mertebesindekiler için “teferruat” derekesinde olan bu kurallara uymaktadırlar ama, bunu dinle, ilâhi hakikatle ilişkisini ancak şeriate uyma vasıtasıyla kurabilen sıradan kitle –avam– gibi dinin ta kendisi saymakta da değillerdir. Tarikat ve marifet ehli, avamın şeriate uymasını şiddetle şart görebilir. Çünkü yaradılıştan eksiklikleriyle o kitleyi ilâhi hakikat dairesinde tutabilmenin yegâne yolu budur.

Oysa yukarıda da belirtildiği gibi tarikat ve özellikle marifet yolunu seçebilecek kadar seçkin yaratılmış olanlar bu zorunluluğu duymayabilirler, çünkü onların ilâhi hakikate yaklaşmak, hattâ onunla özdeşliği duyumsamak için özel yolları vardır.

Dolayısıyla avam için dini yaşamak, onu duyumsamak için zahiri vasıtalar, gözle görülür fiiller, yani dinin şekli “dünyevi” kuralları gerekli iken, onlar bu yolla kendilerini Müslüman hissedebilirlerken, havass yani seçkinler, zahiren İslâm’la uyuşmaz gibi görünebilen bir halde olsalar bile, iç dünyalarında ilâhi hakikatle kurabildikleri duygusal ve düşünsel rabıtanın o dile gelmez, getirilmesi de gerekmeyen ikliminde dinin özünü yaşayabilirler.

Hıristiyanlıkta Protestanlık, buna benzer daha yoksul içerikli bir yorum eşliğinde –Max Weber’in kapitalizmin doğuşuyla ilgili ünlü yaklaşımında açıklandığı üzre– kapitalist zihniyetin egemen hale gelişinde kilit rollerden birini oynadı, onu meşrûlaştırdı, onun doğuş iklimini hazırladı. Anlaşıldığı kadarıyla Fethullah Hoca ekolü de Türkiye’de zaten teşekkül etmiş ve zihniyetini neredeyse tümüyle egemen kılmış olan neo-liberal girişimcilerimize –zahiri hiçbir değişiklik, uyulması zorunlu bir kural getirmeden– ilâhi bir meşruiyet imkânı sunmaktadır. Dinî olarak “yükümlü” olabilecekleri tek şey mürşidin veya onun icazet verdiği yol göstericilerin sohbet ve nasihatlerinin dinleneceği, esinlendirici toplantılara düzenli aralıklarla katılmak, daha çok da o esinlerle kişinin kendi ruh aleminde gezintilere çıkmak, ilâhi hakikatın nurunu o gezintilerde sezmeye çalışmaktır. İktisadî girişimlerinde kapitalizmin, neo-liberal mantığın tüm gereklerini, kıstaslarını, davranış normlarını en çıplak biçimiyle uygulamaktan geri durmayacak bu insanların, bu “zahiri varoluş” tarzlarına yönelebilecek her çeşit eleştiriye karşı duyarsız olabilmelerini sağlayacak ruhi ve ilâhi dayanakları böylece kurulmuş olmaktadır.

Yalnızca bu seçkinler değil, idari ve siyasî statülerinde, gerek o statülerde yerine getirilen işlevin doğasından ötürü, gerekse o statülerin düzeyinde kaçınılmaz olarak dikkate alınması gereken güç dengelerinin empoze ettiği zorunluluklardan dolayı “zahiren” dinle uyumsuz gözüken işler yapmak zorunda olan seçkin görevliler tabakası da aynı yolla kendini “gerçek dindar” sayma imkânına kavuşmuş olur.

SEÇKİNLERİN

MEŞRULAŞTIRILMASI

Fethullah Hoca, bütün bu seçkinler zümresine, “ecdad”ın mazide yaratmış olduğu “haşmet”i orta vadede yeniden ve bu çağın koşullarında biçimlenmiş halde yaratmayı amaçlayan bir “master plân”da sunuyor. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük çoğunluğu ile Sünnî Türk olan bir coğrafyada yürütülen kadro hazırlama faaliyetlerini, bu coğrafyanın merkezindeki Türkiye’nin yetişmiş her çeşit elitleriyle takviye edilmiş, daha sistematik, planlı çalışan bir devletin gücüyle etkin bir ilişkiye sokmak o master planın ilk ve hızlandırıcı aşaması olacaktır. Fethullah Hoca’nın hayali budur ve bu hayalin, yönlendiricilik vasfı artık hiç kalmamış merkez-sağ partilerin zar zor ayakta tutabildikleri siyasal patronajından sıkılmış “elitler zümresi”ne de pekala cazip gelebileceği açıktır. En azından hesap budur.

Burada kullandığımız deyimle elitlerin, daha genel bir ifadeyle toplumun yönetici ve yönlendiriciler tabakasının özetle anlatılan bu tür dinî-tasavvufi yaklaşımı benimsemeleri, özellikle Osmanlı tarihi bağlamında hiç de “yeni” sayılamaz. Fethullah Gülen’in “ecdat” derken asıl kasdettiği Osmanlı’nın “sünuf-u devlet”i ve onun bir alt statüsünde olan Müslüman eşrafın, yani havass’ın bu tür tasavvufi tarikatlere mensup oldukları “gelenek”tir. Osmanlının en gaddar vezirleri şeyhinin dergahında el pençe divan durarak, onun maveraya dair sohbet ve kelamını huşu içinde, vecd ile dinler, “ruh”larını böylece “temiz” tuttuklarına, tüm o gaddarlıklarını din-i İslâm için yaptıkları inancını sürdürürlerdi.

Niyet ve ihtiyaç varsa bu tarihî kanıt ve örnek de hazırdır. Ütopyası “haşmet”le nitelenen, yani önünde durulamaz bir güç ve etkinlik yoğunlaşmasını ululayan bu yaklaşım, dün kılıçla sağlanan o haşmeti, bugün koşullarını neo-liberalizmin biçimlendirdiği bir çağda hangi araçlar sağlayabiliyorsa onları kullananlar yeniden kurabilecek ise; dün o kan damlayan kılıçların meşrû ve diniliğini onaylayan yaklaşım, bugün de –neo-liberalizmin dişlilerinde unufak edilerek, geçmişte avamın kılıçların altında yaşadığı amansız korkuların bir benzerinin pençesine düşmüş yığınların azabına boşvererek– çağdaş güç ve etkinlik kaynaklarını, statülerini elde tutanları pekala meşrûlaştırıp onlara “ruh” kazandırabilir.*

Fethullah Hoca’nın aylardır verdiği yığınla mülakatta, yayımlanan hatırat ve yazılarında “avam”ın durum ve özlemleriyle ilişkili, onların insan olarak yücelme arzu ve potansiyelleriyle ilgili tek laf etmemesi, adlarının mecburen geçtiği yerlerde onlardan birer nesneymişcesine sözedip, din adına da yapabilecekleri tek olumlu işin devlet ve mürşidlerine tam itaat olduğunu sezdirmesi, kendi mantığında son derece tutarlıdır.

Fethullah Gülen’in görüş, düşünüş tarzı ve gayesi hakkında söyleyeceklerimiz esas olarak şimdilik bu kadar. Ancak yeri gelmişken birkaç noktaya daha değinmek gerekiyor.

BİR DİĞER GELENEK

İlkin, İslâm’ın tasavvuf geleneğinin burada bahsedilen “havasi” karakterdeki yorumdan ibaret olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Hallac-ı Mansurdan, Babailere, Ahilikten Abdal geleneğine, Yunus Emre’ye, Bektaşiliğe ve bütün bu tarihten beslenip Anadolu, Ön Asya kültürünün durmaksızın yeniden ürettiği “heretik” tasavvufi tarikatların gayet zengin vadisi, ilâhi hakikatın pekala avama da ayan olacağına inançtan hareketle açılmıştır. Onlar böylece tasavvufun kaynağındaki insanı eşref-i mahlûkat sayan İslâmi “hipotez”in ondan mülhem “insan”ın ilâhi hakikate erişebilme, onunla özdeşleşebilme “yeti”sini tüm insanlara şamil bir potansiyel addeden, yaklaşımın, yolun izleyicileri olarak havasî tasavvufun, ontolojik kabuller planında tam karşıtında yer alırlar.* Havasi tasavvufu benimseyen, haliyle onu destekleyen yönetici zümrelerin devlet gücüyle bu avamî tasavvufu acımasızca ezdiğini, yok etmeye çalıştığını biliyoruz. O avami tasavvuf akımının öteki gibi pek özel bir jargonu, terminolojisi olmamasına rağmen, olağanüstü sade, ama öbürünün eşiğine dahi varamadığı bir berraklık ve derinlikle aranan o yücelme duygusunu, esini verdiğinin en güzel örneği Yunus Emre’dir.

Ayrıca şuna da işaret edilmelidir ki, “yönetenler” zümresini dünyevi iş ve ilişkilerinde, insanlara karşı tavırlarında bildik tarzda “serbestleştiren”, kendi “üstünlük” güç ve imtiyazlılıklarını özellikle “hatırlatan davranışlarına icazet veren” havasi tasavvufa karşılık, bu avami tasavvuf, dinî söylemindeki tevazu, tamahtan sakınma gibi kavram ve değerleri dünyevi ilişki ve işlerine de yansıtmaya özen gösteren bir hayat tarzını da benimseyip savunmuştur. Kendi tasavvufi inancının temelinde yer alan insanların eşdeğerliliği fikri –Yunus’un ifadesiyle “yetmiş iki millet birdir bana” özdeyişi– onu, statüleriyle inançlarını neredeyse bir ve aynı şey sayabilen havassi yaklaşımın hiyerarşik düzen ve dünyasına karşı daimi bir kuşku ve tepki halinde tutmuştur.

Modern çağların bitip postmodern çağa girildiği kabulünü doğrulayan pek çok kanıtın varlığında ve zaten modern çağların devlet, parti, siyasal akımlar, yönetim ve rejim gibi temel kurumlarının alabildiğine yıpranmış ve işlevlerini neredeyse sürdüremez –veya orijinal işlevlerinden uzaklaşmış– göründükleri şu geçiş döneminde, siyasetin ve “siyasal düzen”le ilişkili her şeyin yeniden içeriklenip şekilleneceği bu tarihsel kavşak noktasında, kuvvetle inanıyoruz ki, bu yeniden kuruluş için asıl ve tayin edici saflaşma, seçkinlik statüsünü kesin hatlı ve daha da güçlendirilmiş biçimde yerleştirmeyi esas alan yönelimlerle, bu yönelimin nesneden öte bir değer vermemeye eğilimli olduğu geniş yığınların, o hattı reddederek seçkinliğe has sayılan tüm vasıfları daha olgun ve zengin biçimde edinebileceklerine inanan ve bunu hedefleyen yönelimler arasında olacaktır.

Günümüzde hâlâ postmodern çağ öncesinin insanî-toplumsal tasarım ufkunda içeriklenmiş haliyle ve o ufkun gerektirdiği “mevzilenmeler” içinde duran din dahil tüm “büyük ideolojiler”, orta vadeli geleceğin o kaçınılmaz ayrım ve karar noktasında bir iç hesaplaşmayla şu yukarıda işaret edilen kıstas ekseninde ayrışacaklardır. Yeni bir saflaşma olacaktır ve bunu şimdiden “bilmek”, buna göre davranmak ve müstakbel yol arkadaşlarının dilini öğrenmeye, hattâ ortak bir dil oluşturmaya çalışmak herhalde artık ertelenemez bir görev haline gelmiştir.

 

(*)       Yeri gelmişken belirtelim ki, RP eksenindeki hareket ise örneğin bu tesettür bahsinde en fazla, isteyen tesettüre uymayabilir, ama uymayışının Müslümanım deme hakkı -en azından- tartışılır diyebilir. Bu İslâmi bir hayat tarzı, dünyevi ilişkilerimiz ve eylemimize “sinmiş” burada somutlanmış, somutlanması gereken bir din olduğu temel görüşü söz konusudur. Fethullah Hoca’nın “temel görüşü”nün mahiyetine birazdan geleceğiz.

(*)       Ne denli itici görünseler de medyanın ikide bir gündeme getirdiği Adnan Hocacılar gibi “tarikat”ler Fethullah Gülen’le aynı yaklaşım çerçevesinde olup, onun “rantiye zümresi”ne has bir biçimlenişi olarak görülebilir.

(*)       “Büyük mutasavvıflara göre avam vahdet hakikatlerini anlayamaz, havassa mahsus olan hakikatler hiçbir suretle onlara açılamaz... ‘senin bir kavme akılları ermeyecek vechile bir şeyi nakil ve ihbarın, onların bazıları hakkında fitnedir...’ (İbn Asakir’e nisbetle İbn Abbas’tan naklen)

Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1984, s.152 dn.

Fuad Köprülü aynı kitabında Enel Hak dediği için derisi yüzülerek öldürülen ünlü mutasavvıf Hallac-ı Mansur’a ilişkin olarak da şunları kaydetmektedir: “Hakikaten, bütün büyük sûfilerin hepsi Hallac’ın şanının azametine şahiddirler. Ünlü mutasavvıf Şeyh Şıblî, ‘Hallac ile ben ayni şeydik; fakat bana divânelik isnâd ettiler, o sayede kurtuldum; âkıl olması onu helâk etti’ diyor. Yine Şeyh Şıblî’den nakledilen diğer bir rivayete göre, Hallac’ın başına gelen çok büyük felaket, sırf sırr-ı Hakk’ı başkalarına açmasından dolayıdır. (Tezkiretü’l Evliya, c.II, s.136, 145)”

Fuad Köprülü, a.g.e., s.153 dn.