Türk Milliyetçiliği ve Kıbrıs

BİR KİMLİK İNKÂRI OLARAK AYNILAŞTIRMA

Kıbrıs meselesi, bir “millî dava” olarak yaklaşık 50 yıldır Türk milliyetçiliğinin temel kalıpları için levazımat sağlıyor. Bu meselenin ‘millî kamuoyunda’ ele alınışındaki belki en çarpıcı özellik ise, “Kıbrıs’ın elden gitmesi” tehlikesine karşı milleti teyakkuzda tutan o kesif hamasetin berisindeki derin bilgisizlik ve ilgisizlik olsa gerek. Kastettiğim, sorunun siyasî, tarihî, diplomatik, stratejik vb. yönlerine ilişkin veri ve düşünce birikiminin ve dolaşımının yetersizliğinden öte bir şey (sözü edilen yönlerden bilgisizlik ve ‘düşüncesizlik’ zaten her konuda mevcut): Kıbrıslı Türk kimliğine, daha isabetli bir yazımla Kıbrıslıtürk1 kimliğine ilişkin kayıtsızlık... Yaşın’ın Kıbrıslıtürk edebiyatında saptadığı kendini önemsememe halinin kaynağı, önemsenmemedir - yani Türkiye’nin Kıbrıs’ı, Kıbrıslılık halini önemsememesi. Kıbrıslıtürk kimliği, Türkiye Türklüğüyle aynılaştırılmıştır. Kafkasya, Orta Asya ve Balkan Türkleri gibi başka soydaşlara bu ölçüde ‘reva’ görülmeyen aynılık, resmî Kıbrıslıtürk milliyetçiliğince de onaylanır: Denktaş 1993 Mayıs’ında TBMM’de yaptığı konuşmada “mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz Yüce Türk Ulusu” ifadesini kullanmıştı. Türklüğü bir etnik üst kimlik olarak anarken devletsel yapılar niteliğindeki Türk ulusları arasında olsa olsa ‘akrabalığı’ vurgulayan Orta Asyalı “soydaşların” başvurmadığı bu ifade biçimi; Kıbrıslıtürkleri gerek anlam gerekse retorik itibarıyla Türkiye Türklüğünün şubesi olarak konumlandırıyor... Bu özdeşleşme, milliyetçi tarihüstücülüğün bakış açısından, Türkiye ile Kıbrıslıtürkler arasındaki soy, tarih, coğrafya bağlarının fevkalâdeliğine atıfla kanıtlanmaya çalışılır gerçi; oysa ancak siyasî sebeplerle açıklanabilir ve milliyetçi ideoloji tarafından kurulan bir aynılıktır.

Aynılaştırmanın sonucu, Kıbrıslıtürk kimliğinin özgüllüğünün, Türk milliyetçiliği ideolojisi içinde bir ‘yerel’ farklılık olarak bile (örneğin Kürtlerin özgün bir ‘lehçe topluluğu’ veya ‘boy’ olarak tasvirindeki gibi!) tanınmamasıdır. Türk milliyetçiliği Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerini folklorik düzeyde bile ele almaz, ayırdetmez, merak etmez. Kıbrıslıtürk kimliğinin ikidilliliğinden, ikikültürlülüğünden, ‘aradalığından’ doğabilecek bireşimler nafile hale gelir; dahası bunların dışavurumu Türklükten uzaklaşma ve hıyanet olarak damgalanır. (Bu baskının, ‘aradalıktan’ kaçma eğilimini fiziken adadan kaçmaya varacak ölçüde körüklediğini biliyoruz.) Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerine nüfuz etmemesi, edememesi, Türk milliyetçiliğinin ‘buluğa ermemişliğinin’ bir göstergesidir. Türk milliyetçiliği, romantik dönemini ikmal ederek ‘incelmiş’, kendi içinde çoğulcu bir milliyetçilik anlayışına uzaktır. Onun içindir ki, bırakalım Kıbrıs’ı ve etnik kimlikleri, ‘masum’ yerel ve bölgesel kimlik dışavurumları bile Türkiye’de resmî-millî ideoloji tarafından kuşkuyla karşılanır, “bölücülük”le kodlanır. Kamu hizmetlerindeki yöre kayırmacılığında, ilçelerin il olma mücadelelerinin dramatikleşmesinde veya örneğin bazı köylerini il olan Yalova’ya ‘kaptıran’ Karamürsel’in belediye başkanının ‘davasını’ meşrûlaştırmak için “Karamürsel’in toprak bütünlüğü” kalıbına başvurmasında; millî kimliğe sadakatte hiçbir kusuru olmayan yerel-bölgesel kimliklerin kendini ifade etmesinin dahi bastırılagelmesiyle birikmiş basıncı görebiliriz.

Türk milliyetçiliğinin ‘ontolojist’2 basmakalıpçılığında Kıbrıs’ın “yavruvatan” olarak kalıplandığını herkes bilir. Anavatan-yavruvatan metaforunun anlamı açıktır: Kıbrıs Türkiye’nin himayesi ve velâyeti altındadır. Türkiyeli Türk-Kıbrıslıtürk kimliğinin aynılaştırılması tam da bu noktada yaralıdır, zira soydaşlar eşit değildir. Kıbrıslıtürklüğün eşit ve reşit sayılmayan konumu, Türkiye’den başka bir devletçe tanınmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) uygulanan resmî protokolün parodivâri görüntüsünün örtemediği hamilik ve velâyet ilişkisinde kendini gösterir. KKTC, milliyetçi hamasette güyâ “17. Türk Devleti”dir; ama hava raporları ve millî bayramlar gibi pek çok gündelik ritüel, oranın aslında özel statülü bir il olduğunu herkese gösterir. Türkiye’deki bir özel televizyon kanalında dönemin KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu’yla söyleşen gazetecilerin “kaba, küçümseyici, azarlar gibi” davranabilmesi, bu protokolün parodik niteliğinin hatırlanması, hatırlatılmasıdır (yüze vurulması) aslında. Türk milliyetçilerinin parodiyi ciddiye aldırmaya dönük tepkisi ise, bir Türk devletleri silsilesinin metropolü olma hayaline yaslanır - hiç değilse Türkofil bir ‘uluslar topluluğu’ hayali: “Mesela İspanyolca konuşulan ülkelerin anavatanları olarak nitelenebilen İspanya’da üç-buçuk gazeteci yine mesela bırakın Arjantin, Kolombiya, Bolivya, Şili’yi, ama bir Nikaragua Başbakanına bile (abç.) böyle davranamazdı.(...) KKTC ve diğer Türk Devletlerinin yetkililerine lâyık oldukları hürmeti göstermezsek, diğer devletlerden bunu nasıl talep edebiliriz?”3 Türk milliyetçiliği açısından KKTC, bir toprak ve egemenlik kazanımını temsil edişiyle, irredenta hayalinin ele gelir bir cisimleşmesi olarak hürmete değerdir. Ne var ki Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin bağımsızlaşmasından ve Türkiye ile bu cumhuriyetler arasındaki ilişkinin gelişmesinden sonra, KKTC’nin ‘Türk uluslar topluluğu’ içindeki simgesel ve protokoler konumu çok gerilerdedir. (KKTC’nin Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerince tanınmadığını unutmamalı!) KKTC, ‘yeni-Turancı’ bir Türk uluslar topluluğu perspektifinde özgül şahsiyeti en az ‘takılan’ azadır, böylelikle de özgül Türki kimlikleri Türkiye-merkezli bir yekpâre Türklük kimliğine indirgeme tasarımının en sağlam nümunesi...4

Kıbrıslıtürkleri Türkiyeli Türklerle aynılaştırmanın paradoksunu teşkil eden bu eşitlik ve reşitlik açığı, her milliyetçiliğin anavatanı ile dıştaki azınlık toplulukları arasındaki ilişkiye özgü dengesizliğin sonucudur. Anavatan dışındaki millî azınlık, merkez-çevre ilişkisindeki konumundan ötürü taşradır, ayrıca yabancı -hattâ düşman- etnilerle komşuluğundan ötürü kültürel yönden -meraklısı açısından, kan yönünden de- ‘karışma’, melezleşme tehlikesine tâbi sayılır. Millî harareti yükseltmedeki emsalsiz işlevinden ötürü dıştaki azınlığın soyut kimliğine büyük değer bahşeden araçsalcı milliyetçilik zihniyeti, onun somut şahsiyetini pek önemsemez, örtük olarak ise küçümsemekten, horlamaktan geri durmaz. Anavatan milliyetçiliğini -özellikle onun radikal kolunu- benimseyen dış azınlık mensuplarının şovenizmde en ileri gitmeleri (azınlık oldukları toplumdaki çoğunluk milliyetçiliğinin baskısına gösterdikleri reaksiyon yanında), bu özgül ağırlığı düşük soydaşlık statüsünden kurtulma kaygısından da kaynaklanır.5

KIBRIS’IN MİLLÎ DAVALAR REPERTUVARINDAKİ GECİKMİŞLİĞİ - VE BUNU TELAFİ TELAŞI

Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ele alışındaki indirgemecilik ve araçsalcılık, her anavatan milliyetçiliğinin dıştaki azınlık şubelerine bakışındaki ortalama dozu aşan bir düzeye ulaşıyor. Bunun ilk sebebi, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı mesele edinmesindeki gecikme ve peydahlanan ilginin yapaylığıdır. Kıbrıs, en geç I. Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren, resmî Türk milliyetçiliğinin menzili dışında kaldı. Misak-ı Millî sınırlarına dahil olmadığı gibi, Millî Mücadele’yle ilişiği de çok sınırlıydı. Osmanlı vatanseverliğinin vâdesinin Osmanlı ‘anakarasına’ göre daha uzun sürdüğü Kıbrıs’ta, Müslüman topluluğu kendini yeni Türk ulus-devletiyle özdeşleştirmekten de ‘geri kaldı’; böylelikle uzun süre “çoğunluğu olmayan azınlık”6 konumuna itildi. Türk milliyetçiliğinin ‘gönlünde’ de, ne Balkanlar gibi büyük acılarla yiten bir yurt, ne Musul-Kerkük gibi Anadolu’yla iktisadî ve toplumsal ilişkileri süren ve üstelik Lozan’ın son aşamalarına dek ihtilâflı bir toprak olan, ne de Orta Asya gibi ‘vaadedilmiş ülke’ hayallerini süsleyen Kıbrıs’ın yeri vardı.7 Türk milliyetçiliği sadece resmî yüzüyle değil, radikal ve ırkçı kanatlarıyla da Kıbrıs meselesine uzak kaldı. Türkçü literatürde Kıbrıs ancak dünya Türklüğünün tam dökümü verilirken anılıp geçmiş, asla Balkan, Kerkük hele Kafkasya ve Orta Asya “Türklüğü” gibi önemsenmemiştir. Nihal Atsız’ın külliyatında Kıbrıs sadece 1974 harekâtı vesilesiyle konu edilecektir. Üstelik çok bariz bir araçsalcı mantıkla: Onyıllar sonra girilen bir savaşın “milleti canlandırmasındaki” faydasıyla; Kerkük gibi ‘esas’ millî davaları hatırlatmasıyla; bir dış dava olarak içerdeki karışıklığı yatıştırmaktaki yararıyla...8 Kıbrıs’ın “millî dava” haline getirildiği 1950’lerde, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ihmali, özeleştiriye konu olmuştur. Türkiye Kıbrıs’la ilgilenmezken Yunanlıların orada sistematik biçimde millî şuuru geliştirmiş olmasına imrenilmiş; milliyetçi kültür politikası lüzumunu imparatorluk devrine teşmil eden -ancak Türk milliyetçiliğinin oluşumunun gecikmesine yerinme anlamı taşıyabilecek- anakronik hayıflanmalar yapılmıştır: “Vaktiyle uzun vadeli düşünse idik, bugün Kıbrıs’ta Türk ırkı, Türk dili ve kültürü azınlıkta olmazdı.”9

2. Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşmeyi hedefleyen fraksiyonun ağır bastığı Kıbrıslırum milliyetçiliğinin öncülüğünde İngiltere yönetimine karşı bağımsızlık hareketi başladığında da, Türkiye Kıbrıs’a ilgisizliğini epey bir müddet sürdürdü. DP kurucusu Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü’nün 1950’de sarfettiği “bizim için Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur” sözü meşhurdur. Buna mukabil 1950-55 döneminde Kıbrıs meselesi, ‘sivil’ milliyetçi hareketin ana mesaisini oluşturdu. Nüvesini 1944 tasfiyesinin yaralarını saran Türkçü kadroların oluşturduğu, Kıbrıs’la ilgili çeşitli milliyetçi dernekler kuruldu (Kıbrısı Koruma Cemiyeti, Kıbrıs Türk Kültür ve Yardım Cemiyeti, Kıbrıs Okullarından Yetişenler Cemiyeti). Bu derneklerin söyleminde Yunan düşmanlığını dahi ikincilleştirebilen anti-komünizm baskındı; Kıbrıs’ta “Rum vatandaşların büyük bir ekseriyeti maattessüf komünist olduğu” ve nihai gayenin Kıbrıs’ın Rusya’ya kazandırılması olduğu savunuluyordu.10 Bu komplocu tefehhüm, Türkçü milliyetçiliğin Kıbrıs gerçeğine yabancılığına ve demagojik ezberciliğine delâlettir. Az sonra, Millî Mücadele’yi, Sakarya Savaşını hatırlatan sloganlarla cengâver bir hamaset edebiyatı eşliğinde Yunan düşmanlığı öne çıktı. Hatay örneğine atıfla Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasını hayal edenler de oldu. Zaten milliyetçi hareketin Kıbrıs’a ilişkin tezi, “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ‘dayılanmasından’ ibaretti. DP iktidarı “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” şiarını lâfzen benimsemekle birlikte 1950’lerin ortasına kadar Kıbrıs’a somut bir ilgi göstermediği gibi milliyetçi hareketin kampanyasını da gemlemeye çalıştı. Ağustos 1950’de kurulan Kıbrısı Koruma Cemiyeti 4 Kasım 1950 tarihli hükümet kararıyla kapatıldı.11 1954’ün 9 Eylül’ünde İzmir’in kurtuluşu törenleri, Kıbrıs’la ilgili tahriklere meydan vermeme maksadıyla iptal edildi.12

1950’lerin ortasında, Türkçü-milliyetçi hareketin Kıbrıs seferberliğiyle devletin Kıbrıs politikası yakınlaştı; Kıbrıs’a ilişkin resmî söylem milliyetçi hareketin şoven söylemiyle bütünleşti. Kıbrıs’ın böylelikle “millî dava” mertebesine yükselmesi tam anlamıyla bir ‘ithal ürünü’dür. Zira Türkiye’nin Kıbrıs’la enerjik bir biçimde ilgilenmesi, bağımsızlaşma yolundaki adada “sömürgeci emperyalist” kisvesinden kurtulmaya çalışan İngiltere’nin Türkiye’yi uluslararası müzakere sürecine katarak sorumluluğu paylaşmasıyla başladı.13 Kıbrıs’a ilişkin bir hazırlığı ve politikası olmayan Türkiye’nin “adanın iadesini” talep edince, Türkçü-milliyetçi hareketin hiçbir somut siyasal tasarıma dayanmayan “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ezberi, resmî politika hüviyetine bürünmüş oldu. 1957’ye kadar izi sürülen “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır” sloganı, hayalciliği anlaşılınca ve uluslararası müzakerelerde somut çözüm seçenekleri belirince yerini “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganına bıraktı. Kıbrıs’ın Türk ve Yunan cemaatleri arasında bölünmesini savunan Taksim Tezi, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını öngören Enosis’in ‘kontrası’ idi. 1959’da Yunanistan hükümeti Enosis’ten uzaklaşıp iki toplumlu cumhuriyet modeli üzerinde mutabakat sağlanınca Taksim Tezi bırakıldı. (1967’deki bunalımda Başbakan Demirel Yunanistan’ın sunduğu taksim seçeneğini reddedecekti.)

’50’lerin ikinci yarısında Yunan ve Kıbrıslırum politikasına reaksiyonla belirlenen hükümet politikasının ‘kamuoyu çalışmasını’ yürütme şansını yakalayan Türkçü-milliyetçi hareket, ’50’lerin ilk yarısındaki ‘uç’ görüntüsünden sıyrılıp yaygınlaştı, meşrûlaştı. Resmî teşvik gören popüler “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ve “Ya Taksim Ya Ölüm” kampanyalarında Türkçü-milliyetçi kadrolar önde gelen roller oynadılar. Kıbrıs kampanyaları, devletin “millî davalar” için ‘sivil’ seferberliği teşvik edip örgütlemeye ve kamuoyunun “millî dava” etrafında kenetlenmesini sağlamaya dönük faşizan pratiğinde önemli bir eşiktir. Bu kampanyalar, kapitalist modernleşmede önemli mesafeler katetmekte olan ülkede millî kamuoyu yaratmaya dönük seferberlik mekanizmalarının modernleşmesine, popülerleşmesine ve kitleselleşmesine büyük katkı sağlayan tatbikatlar işlevini gördüler. O dönemde yayımına başlayan Hürriyet’in, kitlesel popüler basın usullerini Türkiye’ye yerleştiren tecrübe de, bu gazetenin şoven Kıbrıs kampanyasıydı.14 1950’lerin ikinci yarısındaki Kıbrıs’a ilişkin neşriyat patlaması, bu kampanya vesilesiyle demagoji ve hakaret yüklü hamasi milliyetçilik üslûbunun ‘gelişmesine’ tanıklık eder - aynı zamanda da bu gelişmenin motorudur.15

Hakaret ve aşağılamayla yüklü faşizan bir düşmanlaştırma stratejisine dayalı bu milliyetçilik üslûbunun baş mağduru tabiî ki Türkiye’deki Rum cemaati oldu. Kıbrıslırum cemaatindeki bağımsızlıkçılık-ilhakçılık ayrımını görmezden gelen “Enosis” ezberiyle birlikte sıfatsız kullanılan “Rum/Yunan” isminin küfürleştirilmesi; 2. Dünya Savaşı dönemi ve arefesinde atılan azınlık karşıtı ırkçılık tohumlarını yeşertti.16 Körüklenen Rum düşmanlığının yol açtığı -ve resmî provokasyonun boyutunun ‘ortamı hazırlamak’tan ibaret kalmadığına dair güçlü emareler bulunan- 6-7 Eylül 1955 olayları, asırlardır bu topraklarda yaşayan Türkiyeli Rumların sürgün edilmesine dönük ilk hamle oldu.17 Kısacası, Kıbrıs meselesi 1923-1950 döneminde altın çağını yaşayan Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin bozulmasında temel âmil olurken;18 Türk milliyetçiliği, resmî yani Kemalist yüzüyle de, bu vesileyi ırkçı ve şoven bir Rum/Yunan düşmanlığı söylemini serpiltmek için değerlendirmekte tereddüt göstermemiştir.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS TEZLERİ - KIBRIS MESELESİNİN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ZİHNİYET KALIPLARININ OLUŞUMUNA KATKISI

Türk milliyetçiliği Kıbrıs’a ilişkin tezlerini 1950’lerin ikinci yarısında ikmal etti. Bu tezlerin odağında, elbette, “Kıbrıs Türktür” şiarı ve onun ispatları yer almaktaydı. “Kıbrıs adası bizim Anadolu’nun denize fırlamış bir parçası” idi; “hem maddi, hem manevi bir parçası”.19 “Kıbrıs’ı Anadolu’dan gözlerimizle görüyor” olmamızı Kıbrıs’ın “bizim” olduğuna dair yeterli karine sayan milliyetçi ajitatör Osman Yüksel Serdengeçti, Kıbrıs coğrafyasından hurufi tefsirler çıkarıyordu: “Jeologlara göre, Kıbrıs Anadolu’dan ayrılmış bir parçadır. Bu ilmi bir hakikattir. Haritaya bakılsın: Kıbrıs âdeta bir ucuyla, parmağıyla İskenderun körfezini göstermektedir. Bu haliyle yeşil ada, sanki ‘ben oradan ayrıldım. Ben orayı istiyorum’ demektedir.”20 Coğrafya ve jeolojiye başvuran bu ‘maddi’ kanıtlar, adadaki Osmanlı ve Türk varlığının kıdemiyle pekiştiriliyordu. Irkçı bir milliyetçilik görüşüne sahip olan tarihçi İsmail Hakkı Danişmend, 353 senelik Osmanlı hâkimiyetine ilâveten, Osmanlı’nın hukuki vârisi olduğu ilk İslâm hilâfetinin adada 255 sene sürmüş egemenliğini de Kıbrıs’ın Türk-İslâm kıdemine ekliyordu.21 Kıbrıs’ın Osmanlı tarafından fethinin “50 bin Türk canına malolması”, bu kıdemi -hâlâ hesabı tutulan- kan bedeli hakkıyla pekiştiriyordu.22 Danişmend, “antropoloji bakımından” da Kıbrıslı Rumların Yunanlılıkla alâkasının olmadığı, bunların ırken karışmış bulunduğu; buna karşılık ada Türklerinin, Anadolu’dan nakledildikleri için, “ırk, din, dil, mezhep, coğrafya ve tarih birliği bakımından Türkiye Türklüğünden ayrılmasına imkân olmadığı” iddiasındaydı. İsmail Hakkı Danişmend’in has bir örneği olduğu coğrafi ve ırki organizmacılık, kolayca, “Kıbrıs’ın Anadolusuz ve Anadolu’nun da Kıbrıssız yaşayamayacağı”nı vaz’eden alarmizme varıyordu:

Kıbrıs, “(başkasının eline geçmesi halinde) çok tehlikeli ve hayati bir sevk-ül-ceyş (strateji) üssü” idi. ‘Aslında’ Anadolu’nun kopmaz bir parçası saydığı adayı ‘Anadolu için’ bir üsse indirgeyerek dışlaştıran23 bu alarmizm, Kıbrıs’la ilgili bir misyon duygusunu, yükümlen(dir)ici bir söylemi beraberinde getirmekteydi. Özellikle 1964’te Enosisçi şiddetin tırmanması karşısında Kıbrıs Türk cemaati önderliğinin canhırâş yardım çağrıları, bu yükümlen(dir)me söylemini güçlendirdi. Millî yükümlülük bilinci, Kıbrıslıtürklerin anavatana muhtaçlığını ve hasretliğini işlenerek yükseltilmeye çalışıldı: “Girne yolunu -sırf- dağ yamaçlarından veya limandan, Toroslar’ı seyretmek için -vakitli vakitsiz- katedenler bilirim... Bakarlar, bakarlar, bakarlar... ve dönerlerdi!”24 Kıbrıslıtürklerin Türkiye’ye mecburiyetini ve muhtaçlığını işleyen patetik edebiyat, Türk milliyetçiliğinin pseudo-mistik (güyâ-mistik, kaba mistik) bir kalıbının önemli ve popüler vesilelerinden olmuştur: Türkiye’nin geniş bir coğrafi kendisine muhtaç olanlar sayesinde, kendisine rağmen ‘büyük’ bir güç olduğuna, yönetenlerinin duyarsızlığına rağmen ezeli-ebedi davalarından kaçamadığına dair mistikleştirmenin... (Bu pseudo-mistik şimdilerde revaç ve bol vesile buluyor!) Kıbrıs’ın coğrafya ve nüfus açısından ‘minyonluğu’, böylece pompalanan büyüklenmeyi desteklemeye yarayan bir motiftir; en nihayetinde ‘istesek yutacağımız’ bir adacıktır burası: “Akdeniz kıyılarından 25 milyon Türk kolunu şöyle bir uzatsa, Kıbrıs yeşil bir çınar yaprağı gibi avuçlarımızın içine düşer!”25

Kıbrıs meselesi, Türk milliyetçiliğinin şizofrenik Batı algısının iyice ‘bulanmasında’ da önemli pay sahibidir. Özellikle 1963/64 ve 1967 kıyımlarında uluslararası politikaya yön veren Batılı büyük güçlerin tutumu, hele bu kıyımlar üzerine Türkiye’de yükselen askerî müdahale ateşinin ABD tarafından söndürülmesi (ünlü Johnson Mektubunun azarlayıcı edası), Türk milliyetçiliğinin Batı karşısındaki kuşkucu ve komplocu evhâmına gıda oldu. ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs’ta Türklere yapılan zulme hoşgörü gösterdiği, hattâ gizli onay verdiği; zaten Kıbrıslırum nüfusunun fazlalığının da (ki Kıbrıs meselesinde Yunan tezinin en kuvvetli dayanağıydı) yıllar boyunca Rumları kayıran İngiliz idaresinden kaynaklandığı yorumları yapıldı. Batı dünyasının (veya Haçlılığın) Türklüğün belini kırmaya dönük her teşebbüsün gizli destekçisi olduğu inanışı, cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk kez yaygın biçimde Kıbrıs vesilesiyle belirdi. 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtı” sonrasında Batılı büyük güçlerle başlayan sonu gelmez diplomatik çekişme, Türk milliyetçiliğinin -sadece radikal milliyetçiliğin değil resmî milliyetçiliğin- Batı’ya bakan gözüne kalıcı bir diken saplamıştır. Batı karşısında 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın meşrûluğunu savunmada geliştirilen son kontratak, harekâttan “adada etnik temizliği önleyen” bir iş olarak sözedilerek, Bosna’daki etnik temizliğe seyirci kalan Batı’ya nispet yapılmasıdır!26

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS’A NÜFUZU

1940’lar Kıbrıslırum milliyetçiliğinin yükselişi karşısında Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin palazlanması, Türkiyeli Türk milliyetçiliğinin adaya nüfuzuna zemin hazırladı. 1950’lerin sonuna gelindiğinde Türk milliyetçiliğinin Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki fiilî ve ideolojik denetimi belirgindi. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’ye odaklanmış ve Kıbrıs’ı ‘anlamını’ Türkiye için taşıdığı stratejik öneme indirgeyen perspektifi, bir Kıbrıslı Türk milliyetçisinin şu anlatımında açıkça görünür: “... daha bu nesil (Türk bayrağı önünde ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ andı içen nesil) üniversite tahsiline yeni başlamıştı ki, kendisine ‘Yanlış bir parola peşindesiniz; bundan böyle ya Taksim ya Ölüm diyeceksiniz’ dendi. Bunun neticesi olarak üniversite yıllarında Kıbrıs davasına daha gerçekçi bir gözle bakmaya başladık. Ve anladık ki Kıbrıs, 120 bin kişilik Kıbrıs Türk’ünün bir menfaat davası değil, tam aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin bir güvenlik davasıdır. Türkiye’nin batısındaki komşusu tarafından denizden ve havadan nasıl rahatsız edildiğini o dönemde öğrendik. Kıbrıs’ta kurulacak bir Yunan hakimiyetinin, Türkiye’nin güneyinde de aynı rahatsızlığı doğuracağı aşikârdı. İşte o zaman, Kıbrıs’ın Türkiye için ne denli önem taşıdığını idrak ettik. Kıbrıs’ın bölünmesi ile Kuzey Kıbrıs’ta kurulacak bir Türk hakimiyeti bu maksada hizmet edebilecek miydi? ‘Evet’ deniyordu yanıt olarak. Biz de ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ ideolojisini gönlümüze gömüp üzerine ‘Ya Taksim ya Ölüm’ parolasını oturttuk.” 1974 Askeri Harekâtının yorumunda, Kıbrıs’ın Türkiye uğruna feda olmasına amâdelik, doruğa çıkar: “Öldük ama böldük. Artık Türkiye’nin güney sahilleri güvence altında olacaktır.”27 Anavatanın çıkarlarına ve iradesine mutlak teslimiyeti ‘emreden’ Türk milliyetçiliğinin nüfuzu, bir millî hattâ yerel kimlik olarak Kıbrıslıtürk kimliğinin olgunlaşmasını önlemiştir. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin ırkçı ve faşizan kanadının yoğun etkisine marûz kalması, bu rüşd engelini daha da yükseltti. (1950’lerin başından itibaren Türkiye’de milliyetçi hareket içinde etkin bir isim olan Kıbrıslı Derviş Manizade, radikal Türk milliyetçiliği ile Kıbrıslıtürk milliyetçiliği arasındaki bağlantıyı simgeleyen bir figürdür.) Özellikle 1974 Harekâtı arefesinde, Kıbrıslıtürk milliyetçileri arasında ırkçı-Türkçü milliyetçiliğin nüfuzu barizdi. 1970’lerin başında Kıbrıslıtürk cemaatine dönük yarı-resmî propaganda broşürleri basan yayınevi “Ergenekon” adını taşıyor; Ergenekon yayınlarında “Ana Hedef-Ana Dava-Ülkü” silsilesi içinde anavatana bağlanma zarureti (yani ‘kontr-Enosis’) işleniyordu.28 Kıbrıslırum tedhişçiliğine karşı savunma için örgütlenen ama kendi milliyetçilik çizgisine getirmeyi hedeflediği Kıbrıslıtürk cemaatini de ‘yeterince’ yıldıran Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), bu ırkçı-Türkçü akımın aleti işlevini gördü.29 1974’den sonra, Türkiye-merkezci bakışın siyasi hâkimiyetini sürdürmesine mukabil, ırkçı-Türkçü yaklaşımın Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki tesirinin 1970’lerin ilk yarısındaki düzeyine göre gerilediği söylenebilir.30 Türkiye’nin mütehakkim nüfuzuna ve Anadolu’dan gelen kimi göçmen topluluklarının “kurtarıcı”nın efendilik hakkını temsile yönelmesine tepkiyle; müstakil bir Kıbrıslıtürk kimliğini hattâ belki bir Kıbrıs ulusçuluğunu geliştirmeye dönük bir çabanın emareleri de mevcut.31

“HATAY MODELİ”-“VER KURTUL” İKİLEMİ

1992’de Kıbrıs’la ilgili uluslararası müzakerelerin yeniden başlatılışından beri, adada gevşek bir federasyon veya konfederasyon formülü ile Rum ve Türk devletçiklerini kesin olarak ayrıştıracak bir çözümsüzlük arasındaki salınım yine şiddetlendi. Buna koşut olarak, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’la ilgili çözüm önerileri, “Hatay Modeli” ile “‘ver kurtul’culuk” arasında salınıyor.

KKTC’nin Türkiye’ye ilhakını nişanlayan “Hatay Modeli”, esasen MHP çizgisindeki Türkçü milliyetçiliğin özlemi - beri yandan “Kıbrıs Fatihi” Ecevit de hin-i hâcette (“uluslararası topluluk”un/Batı’nın KKTC’yi tanımamakta devam edip Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin AT’ye entegrasyonunun gerçekleşmesi halinde) Hatay Modelinin izlenmesinden yana. Bu ilhakçı kampanyaya, MHP basınında ve kimi zaman onunla uyum halinde “ulusal basında” da, Denktaş’ın, çapı ve misyonu Kıbrıs’ı aşan bir Türk büyüğü olarak yüceltilmesi eşlik ediyor. Ülkücü basın Türkeş-Elçibey-Denktaş silsilesini “Türklüğün yaşayan üç büyük lideri” sayıyor. Kıbrıs’ın bu liderler hiyerarşisindeki mevkiinin ve bir türlü ‘müstakil ülke’ sayılamayışının güzel bir örneği, MHP yöneticisi Ferruh Sezgin’in Denktaş’ı “gönlünde yatan Türkiye Dışişleri Bakanı” ilân etmesidir!32

Türk milliyetçiliğinin liberal kanadının33 “‘ver kurtul’culuğu” ise, BM’nin Kıbrıs’ta federasyonu ihyaya dönük arayışını destekleme eğilimini temsil ediyor. Bu tutumun “ver kurtul” şiarıyla özetlenmesi, liberal milliyetçiliğin Kıbrıs’ı Türkiye üzerinde ekonomik ve diplomatik bir yük olarak algılanmasından kaynaklanıyor: Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili velilik ve himaye görevlerinden sıyrılması halinde, hem adaya yapılan sübvansiyonun getirdiği önemli bir iktisadî yükten kurtulacağı, hem de başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerinde ciddi bir pürüzü bertaraf edeceği hesaplanıyor. Liberal milliyetçiliğin kimi sözcüleri Denktaş’ın Kıbrıslıtürk halkının iradesini temsil etmediğine dair eleştirilere yer veriyorlarsa bile; “ver kurtul” çizgisi de Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları hakkında hesap yaptığı bir “faktör” olarak değerlendirişiyle, Türkçü milliyetçilikle aynı velayetçilik zeminini ve ‘efendi’ edasını paylaşıyor.34 Türkçü milliyetçilik Kıbrıslıtürk kimliğini nasıl görmezden gelerek dışlıyorsa, liberal milliyetçilik söylemi de bu kimliği ona atfettiği kültürel özelliklere dayanarak horluyor. Sabah yazarı Necati Doğru’nun geçtiğimiz Haziran sonundaki Girne orman yangınından sonra, “bol para alıp yan gelip yatan, ormanlar yanarken bira içen” Kıbrıslıtürkleri kara-şakayla “kesilen yardımları tekrar elde etmek için ormanları mı yaktılar?” sorgusuna çekmesi gibi... (İşin ‘hoş’ tarafı, Kıbrıslıtürkler arasında, kendilerine atfedilen bu “gevşeklik, mayışıklık” vb. hususiyetleri, Türkiyelilerin nasiplenmediği Akdenizli kimliğinin tezahürü olarak gizli bir gururla ve ‘inadına’ benimseme eğiliminin gözlenebilmesidir. Bu eğilim, bir tür Kıbrıs ulusçuluğu oluşumunun tuğlaları arasına katılıyor.)

Kıbrıs meselesi, yine zaman zaman “millî” feverana konu edilmesine rağmen nicedir popüler bir seferberliğe yol açmıyor, sahici bir kitlesel heyecan uyandırmıyor. Hem bu meselenin bıktırıcı ölçüde sünmesi hararetini söndürdü; hem de ’90’larda Türk milliyetçiliğinin hegemonyacı tasavvurlarını besleyecek yeni ve zengin “millî dava” çeşitlerinin belirmesi Kıbrıs’ı ‘ilginç’ olmaktan çıkarttı. Milliyetçi gündemde Kıbrıs, kendi sorunsalından ziyade, kimi kıyaslar ve tekabüliyetler açısından -ayrıca tabiî temel ideolojik kalıpları yeniden üretmek açısından- oynadığı araç rolüyle yer tutuyor. Örneğin, liberal ve ‘emperyal’ bir milliyetçi çizgiyi savunan Cengiz Çandar’ın, “Kıbrıs’taki Türk pozisyonunun Bosna’daki Sırp pozisyonuna benzediğini” hatırlatarak Bosna’da daha tutarlı olmak için Kıbrıs’ta daha esnek olunmasını ve etnik temelli devlet formülüne takılınmamasını istemesi gibi... Veya tersine, Bosna-Hersek’te ve Yugoslavya’daki iç savaşın, çok-milletli federatif çözümlerin imkânsızlığına, dolayısıyla Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının birarada yaşayamayacağına kanıt gösterilmesi gibi...35 Bu sefer de bir başka örneğin Kıbrıs’taki “pozisyon” için araçsallaştırıldığını görüyoruz. Ama unutmamalı: çokmilletli devlet yapısının imkânsızlığına dair çıkarım Kürt meselesine de teşmil ediliyor; Kıbrıs’ta ikimilletli federatif çözüm ihtimaline, Kürt meselesiyle ilgili benzeri fikirleri ‘gıcıklayacağı’ için de set çekiliyor.


Kıbrıslıtürk/Kıbrıslırum kimliklerinin ‘melezliğinden’ ve Kıbrıs’ın siyasî kaderinin hep iki arada bir derede kalışından gelen ‘grilikler’in güçlü bir ifade bulması, Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin siyah-beyaz dünya algısını renklendirecek bir kuvvet olabilir. Dahası, milliyetçiliğin renklenmesiyle değil aşılmasıyla sonuçlanacak bir kuvvete kaynaklık edebilir. O halde naif bir dilek ve temenniyle bitirelim: Kıbrıs’tan Türkiye’ye böyle bir dış müdahale umalım...

[1]Kıbrıslı Türk kimliğini, bu topluluğu soyut bir “Türklüğe” indirgemeyip özgül varlığını ayırdetmek için “Kıbrıslıtürk” şeklinde yazma tercihini, okuduğunuz yazının da başlıca ilham kaynaklarından olan, Mehmet Yaşın’ın şu çalışmasından aldım: “3 Kuşak, 3 Kimlik, 3 Vatan Arasında Bir Türk Azınlık Şiiri: Kıbrıslıtürk Şiiri”, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi içinde, Yapı Kredi, İstanbul 1994, s.19-67.

[2]Ontolojik verileri/değerleri doğrudan doğruya ideolojiye dönüştüren ‘hamlığı’ kastediyorum (Süleyman Seyfi Öğün, Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Dergâh, İstanbul 1992, s.19).

[3]Hüseyin Mümtaz, Türk Yurdu, Mart 1993, s.36.

[4]Ülkücü basında, Kıbrıs’ın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için de “bir emsal, bir ölçüt ve bir gösterge durumuna geldiği” işlenmiştir (Ortadoğu, 25.9.1993).

[5]Örneğin Nazizmin birçok öncüsü dış-Almandır (bizzat Hitler, Eichmann, Kaltenbrunner Avusturyalı, Alfred Rosenberg Baltıklı). Bunların ‘yurtlarıyla’ ilgileri ise, o memleketlerin “anavatana” bağlanmasını kovalamaktan öte bir duyarlılık içermez... Alpaslan Türkeş’in Kıbrıs’la ilişkisi de fazlasıyla mesafeli bir ilişkidir. Biyografisi aktarılırken Türkeş’in Kıbrıs doğumluluğu unutturulmaya çalışılır; kendisinin aslen Kıbrıslı olmayıp Afşar Türklerinden Kayserili köklü bir aileden geldiği ısrarla vurgulanır... Türkeş’in Kıbrıs’a ilgisini yoğunlaştırması, 1963’deki Enosisçi saldırılardan sonra Türkiye’de adaya askerî müdahale talebinin yükseldiği dönemle sınırlıdır. Türkeş ve arkadaşları, kendi anlatımlarına göre, Aralık 1963 olayları sonrasında hükümetten Kıbrıs’ta vazife istemişler; ayrıca Türkeş “ilham ve telkini ile” İngiltere’deki Kıbrıslıların 750 kişilik gönüllü birliği kurmasına öncülük etmiş; ancak hükümet Türkeş’in Kıbrıs’a gitme yönündeki bütün teşebbüslerini önlemiştir. (4.4.l965 tarihli CKMP bildirisi; Nureddin Pakyürek, Millî Meseleler ve Türkeş, İstanbul 1976, s.97 vd.)

[6]Mehmet Yaşın, a,g.y., s.34.

[7]Belki pek hafif bir gönül titremesi vardı: 1943’de Batı İttifakının Türkiye’yi savaşa sokma çabaları sırasındaki pazarlıklarda İnönü hükümeti, Ege adalarının bir kısmı ve Suriye sınırında bazı düzenlemeler yanında, bazı Alman kaynaklarına göre Kıbrıs’ı da talep etmişti. (Cemil Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yayınları, Ankara 1986, s.271.)

[8]Makaleler-1, Baysan, İstanbul 1992, s.28. Ülkücü basının ajitatörlerinden Necdet Sevinç de Kıbrıs harekâtını “Türkün 1699’dan beri ilk huruç harekâtı” oluşuyla önemser (Ortadoğu, 21.10.1991).

[9]Turhan Feyzioğlu, Forum 27.4.1954, aktaran Mehmet Arif Demirer, Türk’ün Onur Sorunu-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti içinde, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara 1993, s.96.

[10]Kıbrısı Koruma Cemiyeti’nin Beyannamesinden, İlhan Darendelioğlu, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Toker Yayınları, İstanbul 1968, s.215 vd.

[11]Tanrıdağ, 5.1.1951.

[12]Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) (çeviren: Ahmet Fethi), Hil, İstanbul 1994, s.490.

[13]Gerçi Lozan Andlaşması’nın 16. maddesi, ortaya çıkacak ilhak, bağımsızlık ya da başka yönetim biçimleri üzerinde Türkiye’ye söz hakkı tanıyan eski Osmanlı toprakları arasında Kıbrıs’ı da sayıyordu. Ancak Türkiye’nin Kıbrıs sorununa müdahil olması bu hukuki imkâna değil müttefiki İngiltere’nin teşvikine dayandı. (Wolf Wagner, “Die türkischen Cyprioten”, Handbuch der europaeischen Regionalbewegungen (ed. J.Blaschke) içinde, Syndikat, Frankfurt a.M. 1980, s.77-85.) Türkiye’nin Kıbrıs meselesine ‘ite-kaka’ bulaştırılışının, 1950’lerin Kıbrıslıtürk cemaati önderi Faiz Kaymak’ın anlatımına dayanan öyküsü için bkz.: Arif Hasan Tahsin, Aynı Yolu Yürüyenler Farklı Yerlere Varamazlar, 2. cilt, Söz, Lefkoşa 1989, s.508-529. Türkiye’nin Kıbrıs meselesine dahlinin diplomatik elit açısından tasviri için: Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, Bilgi, Ankara 1985, s.63-71, 81-96. Kıbrıs’ın siyasî tarihi ve Türkiye’nin Kıbrıs politikası hakkında kaynaklar: Resmî milliyetçiliğin sosyaldemokratik ve soğukkanlı bir açılımını yansıtan, kapsamlı bir çalışma: Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs Tarihi 1878-1960, Kolonyalizm, Ulusçuluk ve Uluslararası Politika (2 cilt), Kaynak, İstanbul 1984-85, ayrıca aynı yazarın Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993), Ümit, Ankara 1993, s.53-65, 85-97 ve 111-124. Kıbrıs’ın yakın dönem siyasi tarihini sosyalist açıdan ele alan bir broşür: Karolos Zahariadis-Yusuf Alp, Kıbrıs, Birikim, İstanbul 1979.

[14]Hürriyet’e ilişkin monografilerde, “Kıbrıs sorununu Türkiye’nin başına Hürriyet’in çıkarttığı” yolundaki suçlamalar, örtülü bir gururla anılır. Abartıya kaçılacaksa, tersi belki daha doğrudur: Hürriyet’i Türkiye’nin başına Kıbrıs sorunu çıkartmıştır. Hürriyet’in kitle gazetesi çizgisini tutturmasında, 1952’de Fuad Köprülü’nün “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur” sözü üzerine attığı “Gaflet!” sürmanşetinden itibaren Kıbrıs meselesine ateşli angajmanının rolü büyüktür. (Bkz.: Necati Zincirkıran, Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu, Sabah Kitapları, İstanbul 1994, s.23-30, 43-46, 58-70, 83-89.)

[15]1957-63 döneminde yayımlanan 30 kitap ve kitapçığın çoğunun paylaştığı başlık stili, öğreticidir: “Türk Kıbrıs”, “Türk Kıbrıs’a Dokunma”, “Millî Ada Kıbrıs”, “50 bin Türk şehidinin yatağı Kıbrıs”, “Kıbrıs bizimdir”, “Yeşil Kıbrıs Bizimdir ve Ebedi Türk Kalacaktır”, “Kıbrıs Türktür ve Türk Kalacaktır. Onu Ölünceye Kadar Müdafaa Etmeğe And İçtik”, “Kızıl Makaryos çekil Kıbrıstan”, “Kara cübbeli Kızıl Papaz Makarios’a Mektup” (2, diğeri “Açık Mektup”), “Yunan palikaryasına açık mektup”, “Kıbrıs’a Destan” (3), “Selâm Sana Kıbrısım”, “Hakkıdır tarihin Kıbrıs’ın millî destanı”, “Kıbrıs’a Seferim Var”, “Kıbrıs Duyguları”, “Kıbrıs’a Sesleniş”, “Kıbrıs ve hezeyanlarım”. (Kıbrıs Bibliyografyası, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.68-96)

[16]Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim, Mart-Nisan 1995 (71/72), s.34-49.

[17]Sonraki hamlenin Kıbrıs’la bağıntısı çok daha açıktır. İstanbul Rumlarının 1964’de sürgün edilmesi, doğrudan doğruya Kıbrıs’taki Enosisçi harekete karşı misilleme amaçlıdır. Bkz. Hülya Demir-Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, İletişim, İstanbul 1994.

[18]Andreas D. Mavroyannis, “Kıbrıs Sorununun Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi”, Türk-Yunan Uyuşmazlığı (der. Semih Vaner) içinde, Metis, İstanbul 1989, s.127-151.

[19]İsmail Hâmi Danişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1985, s.291.

[20](1957) Bu Millet Neden Ağlar, Milli Ülkü Yayınevi, Konya 1986, s.82.

[21]İsmail Hakkı Danişmend, a.g.e., s.295 vd.

[22]Fikret Alasya, “Kıbrıs’taki Son Trajedi”, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.7.

[23]Adayı dışlaştırma ve stratejik üs olarak değerlendirme eğilimi, tam da Kıbrıs ilgisinin doruğuna vardığı 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtları” döneminde, milliyetçi basının satıraralarında görülebilir: “Birçok aziz canları ve 10 milyarımızı götüren iki harekâtta, Kıbrıs’ın ancak üçte bir, kuru gövdesi ele geçmiş.(...) Ada’da ele geçirdiğimiz anamızın ak sütü kadar helâl yerler...” (abç., Ahmet Kabaklı, Bizim Alkibiades, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s.262-3.)

[24](27.10.1964) Arif Nihat Asya, Onlar Bu Dilden Anlar, Didakta Yayınları, Ankara 1970, s.81.

[25]Osman Yüksel Serdengeçti, a.g.e., s.83.

[26]Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 20.7.1995. Gerek askerî çözümlerin yaptığı “temizlik”leri, gerekse toplulukların etnik kimliklerine göre kesin biçimde ayrıştırılmasının da bir “etnik temizlik” olduğunu görmezden gelen bu tez; Batı’nın adaletsizliği ve ataleti karşısında “bizim” haksever cevvaliyetimizi yüceltişiyle, Türk milliyetçiliğinin Batı kompleksini altetme cehdindeki sınır tanımaz yaratıcılığın güzel bir örneğidir.

[27]Mehmet Arif Demirer, a.g.e., s.84 vd. Tersi yönde bir etki de hesaba katılmalıdır. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’yi Kıbrıs’ı ‘sahiplenmeye’ dönük cehdi hakkında bkz. Arif Hasan Tahsin, Geçmişi Bilmeden Geleceğe Bakmak, Işık Kıtabevi, Lefkoşa 1993, s.39-40

[28]Akritas Planı, Ergenekon Yayını, Lefkoşa 1972, s.3 vd.

[29]”Cemaat aleyhinde kötü neticeler doğurabilecek faaliyetler gösteren şahıs veya şahısları doğru yola getirmek için her türlü çarelere başvurmak”tan sözeden TMT Tüzüğü; kendi cemaatine dönük baskıyı ancak “ülkü”ye ulaşıldığı gün tatil edeceğini ikrar ediyordu: “Teşkilat adada şanlı Türk Bayrağı dalgalandığı gün derhal feshedilecek ve o tarihten itibaren hiçbir kimse üzerinde baskı kullanılmayacaktır.” (Soyalp Tamçelik, “TMT’nin Bilinmeyen Bazı Yönleri”, Türk Yurdu, Temmuz 1993, s.28-31)

[30]Bugün Kıbrıs’ta ‘örgün’ bir ülkücü örgütlenme var. Çatısındaki Milliyetçi Adalet Partisi (MAP) kendisini “federasyona, tavize ve Rum’la işbirliğine karşı en önemli sigorta” olarak sunuyor. MAP çevresinde Milliyetçi Düşünce Derneği ile Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerle ilişkileri geliştirmeye dönük Türk Birliği Kültür Merkezi (Türk-Bir) faaliyet gösteriyorlar. “KKTC Ülkü Ocakları” da kurulmuş bulunuyor. Ancak bu örgüt silsilesinin toplumsal ve siyasal etkisi marjinal kalıyor.

[31]Mehmet Yaşın, a.g.e., s.58-9, 62; ayrıca Sevda Alankuş-Kural’ın Birikim’in bu sayısındaki yazısı.

[32]Ortadoğu, 29.8.1994. Şu da var: Ülkücü basın BM çerçevesindeki Kıbrıs müzakerelerinin 1992 yazındaki turunda Denktaş’ı Türk tezini yeterince dişli savunamadığı için eleştirmiş ve daha has milliyetçi saydığı Derviş Eroğlu’na meyletmişti. Ancak daha sonra, KKTC’de hemen her seçimden önce gündeme gelen, “Amerika’nın Denktaş’ı harcamaya çalıştığı” ‘tespiti’ üzerine “büyük lidere” yeniden sahip çıktılar.

[33]Liberal milliyetçilik ve sair Türk milliyetçiliği söylemleri -veya Türk milliyetçiliğinin sektörleri- hakkında önerdiğim tasnif için bkz. Milliyetçiliğin Kara Baharı, Birikim Yay., İstanbul 1995, s.95-131.

[34]Türkiye’nin Kıbrıs’a velâyetçi müdahalesinin, kültürel ve ideolojik düzeyin ötesinde, siyasal boyutu hakkında bkz.: Mehmet Hasgüler, “TC’den Kıbrıs’a Dış Müdahaleler”, Birikim, Temmuz 1995 (75), s.73-80.

[35]Bkz. Tanıl Bora, Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul 1994, s.278-281.