Türk Sinemasında 12 Eylül

12 Eylül’ün Türk sinemasında iki açıdan önemi vardır. Birincisi, depolitizasyon sürecine sokulan Türkiye’de toplumsal zihniyetin değişimi sinemayı da etkilemiş, Türk sinema tarihinde de “’80 Sonrası” olarak adlandırılan bir süreç başlamıştır. İkincisi, ’80’lerin ikinci yarısından itibaren ardarda, ’80’ öncesi terörü ve 12 Eylül darbesi ile gelen baskı yıllarını anlatan filmler çekilmiş, Türkiye’nin bir siyasî dönemi, ilk kez böylesine yoğun biçimde sinemaya yansımıştır. Bu yazının da konusu olan 12 Eylül filmlerinin hiçbirinde doğrudan 12 Eylül darbesi konu edilmemiş, bir siyasî filmde olması gereken doğrusallık yerini çoğu kez dolaylı bir anlatıma bırakmıştır ve hepsi düşsel hikâyeler üzerine kuruludur. ’80’ öncesinde sol örgütler içinde yer almış, cezaevinde yatmış devrimci karakterler aracılığıyla 12 Eylül’ün getirdiği baskıları eleştiren filmler, hikâyeleri farklı olsa da birbirine çok yakın temaları içermektedir. 12 Eylül öncesi ideolojik kamplaşmanın getirdiği sorunları anlatan filmler ise iki gruba ayrılabilir; Terörün nedeni olarak sol eylemcileri gören, doğrudan sol ideolojiyi hedef alan, bu yaklaşımlarıyla 12 Eylül’ün solu sindirme politikalarını açıkça onaylayan filmler ve terörü sebebi belli olmayan bir kaos olarak gören, terörün yarattığı psikolojik yıkımı ön plana çıkaran filmler.

12 EYLÜL ÖNCESİNE BAKIŞ

Av Zamanı (Erden Kıral/1988) filminin kahramanı, bütün ülkeyi saran teröre ve masum insanların öldürülüşüne dayanamayarak, her şeyi bırakıp Cunda adasında yaşamaya başlayan bir yazardır. Artık yazmanın bile anlamsız olduğunu düşünen yazar içine kapanmış, doğaya sığınarak sakin bir hayat yaşayacağını umut etmiştir. Ancak bir süre sonra kaçışın imkânsızlığını fark eder, terör adaya da sıçramıştır ve onu da bulmakta da gecikmez. Erden Kıral, 12 Eylül arefesindeki Türkiye’yi bir avlanma sahası ile özdeşleştirmiş, av ile terörün mantığı/mantıksızlığı arasında bir bağ kurarak yaşam ile ölüm arasındaki ilişkiyi, şiddeti ve terörü sorgulamayı denemiştir. Av Zamanı gerçek terör olaylarına yapılan göndermelere rağmen, terörün siyasî boyutlarını sorgulayan bir film değildir, terörün yaratmış olduğu psikolojik yıkım öylesine ön plana çıkmıştır ki, hayatın ve yazmanın anlamsızlığı, aydının yalnızlığı teması filmin temel sorunsalı haline gelmiş, 12 Eylül Türkiye’si ise fonda kullanılan filmsel bir malzeme olmaktan öteye geçememiştir. Dönem ve mekân, şiddet o sırada orada olduğu için tercih edilmiş gibidir. Hikâyenin geçeceği bir av sahası aranmış ve bulunmuştur.

Sis (Zülfü Livaneli/1988) filmi, bir ailenin 1960-78 yılları arasına yayılan hikâyesi üzerine kurulmuştur. Devlete bağlı bir yargıcın (Ali Fırat) çocuklarından birinin (Murat) öldürülmesi üzerine, cinayeti farklı bir sol örgütten olan diğer oğlunun (Erol) işlediği kuşkusuna kapılarak hiç olmazsa onu kurtarmak için giriştiği mücadele ve bu mücadele sırasında devlete olan güvenini yitirişi filmin hikâye örgüsünü oluşturmaktadır. Sis’de, 12 Eylül öncesi Türkiye’ye terör eylemleri içinde yer alan karakterler aracılığıyla bakılır, aynı evi paylaşan iki kardeş karşıt sol örgütlere girerek birbirlerine düşman olmuşlardır, ancak bu sürecin nasıl yaşandığı belli değildir, doğrudan böyle bir sonuçtan yola çıkılarak “kardeşin kardeşi vurduğu” klişesine dayalı bir olaylar zinciri yaratılmış, böylece kısa yoldan “şiddet ve terörle kuşatılmış bir Türkiye atmosferi” oluşturulmuştur. Bıyıklarının kesilmemesi için polise yalvaran çocuk yaşta ülkücü teröristler, klişeleşmiş örgüt söylemiyle konuşturulan solcu militanlar, farklı sınıflardan olmalarına rağmen çocuklarının teröre bulaşmasının acısını aynı duyarlılıkla yaşayan aileler… Livaneli, sinemasal olarak 12 Eylül öncesi Türkiye’de terörün biçimlendirdiği kaotik bir atmosfer yaratmayı başarmış, ama sorgulamayan, terörün baş aktörü olarak görülen militan gençlerin sadece uzaktan bir bakışla yargılandıkları ve sadece oradan göründükleri biçimiyle “birer hastalıklı tip”[1] olarak betimlendikleri bir kaostur bu, 12 Eylül’ü haklılaştıran bir kaos… 27 Mayıs’ta devlete güveni tam olan yargıç baba yaşadıklarından sonra güvenini yitirmiş, devletten korkar hale gelmiştir, oğluna işkence yapılacağı düşüncesi onu ürkütür, devletin daha önce aklına bile gelmeyen öteki yüzünü görmüştür, ama buna bir anlam veremez. Livaneli bu anlamsızlık duygusunu Kafka’nın Şato’suna benzeterek açıklamıştır: “Sis’te de böyle. Bir sis var, insanları ezen bir şey var. Ama ne? Ve sonunda, bunun sistem olduğu ortaya çıkıyor.”[2] Av Zamanı için “Politik tezim yok. Seyirciye bir kesit gösteriyorum.”[3] diyen Erden Kıral gibi Zülfü Livaneli de ideolojik zemininden arındırılarak alabildiğine soyutlaştırılmış bir sistemi suçlayarak, ideolojiler üstü bir konumdan konuşmaktadır. Kendilerini neyin ezmiş olduğunu anlayamayan sadece filmin kahramanları değildir. Seyirci de Sis’i seyrettikten sonra kendisini neyin ezmiş olduğunu, ülkenin niçin 12 Eylül’e sürüklendiğini anlayamaz.

1980 ÖNCESİ SOL HAREKETE İKİ KARŞI

BAKIŞ “ÖÇ” ve “PRENSES”

Öç (Mesut Uçakan/1984) filmi sol örgüt üyesi üç üniversite öğrencisinin yurtdışına kaçacakları gün, örgütten koparak İslâmi ideolojiyi benimsemiş eski bir arkadaşlarıyla girdikleri hesaplaşmayı anlatmaktadır. Filmde ’80’ öncesi terörün kaynağı sol ideolojidir, ama solcu militanlara olumlu karakter olmasalar da nefretle bakılmaz. “Yaptıkları kötülüklere rağmen aslında çok da kötü insanlar olmadıkları, kalplerinin bir yanında halâ insanî duygular taşıdıkları” vurgulanır. Öyleyse bu gençleri sol örgütlere, teröre iten şey nedir? Kaçmalarına yardım eden, İslâmcı gencin yerini ihbar ederek onları birbirine düşüren Yahudi karakterle bu sorunun cevabı filmin hemen başında verilmiştir. Kurtuluş olarak gösterilen yol ise İslâmi ideolojidir.

Prenses (Sinan Çetin/1986) filmi üç karakter üzerine kurulmuştur. “Kutsal ve bilimsel dünya görüşü” olarak nitelendirdiği komünizm uğruna her şeyi, ölümü bile göze almış olan militan Tarık, onun sol hareket içine çekmeye, bilinçlendirmeye çalıştığı sevgilisi Nevres ve “şahsi ve özgür bir hayata” kavuşmak için şehri terk edecekken Nevres’e âşık olup gitmekten vazgeçen fotoğrafçı Selim. Solu bir örgüt evinin ürkütücü görüntüleriyle betimleyen ve karikatürize edilmiş militan karakterlerle özdeşleştiren Prenses, sola nefretle bakan, solu lanetleme politikalarını destekleyen bir filmdir. Tarık’ın kişiliğinde en katı biçimiyle tanımlanan sol “hayatın karşısında bir ideoloji” olarak gösterilmiştir. Sağcı basında ise övgülerle karşılanmış, “Eflatun’un mağarasında gölgelerini seyreden devrimcilerin, gerçekçi sinema yapanlara, onların göremediği gerçeği gösterdiği”[4] yazılmıştır. Sağ basının yanılgısı Sinan Çetin’i devrimci olarak görmeleridir. Prenses’i “Solun kendisine bakması ve sol fanatizmi eleştirmek için çektiğini”[5] söyleyen Sinan Çetin zaten bu filmden sonra kendisini anti-komünist olarak tanımlamış ve “ben kendime ihanet edeceğime komünizme ihanet ettim”[6] diyerek, artık farklı bir dünya görüşüne sahip olduğunu ilan etmiştir.

12 EYLÜL’ÜN YARALADIĞI SOLCU KAHRAMANLAR

Öç, Prenses ve Sis filmlerinde 12 Eylül öncesinin solcu militanları sadece örgütsel ilişkileri bağlamında, militan kimlikleriyle ele alınmışlardır, onlara karşı negatif bir bakış vardır. 12 Eylül sonrasını konu alan filmlerde ise solcu kahramanların cezaevinden çıktıktan sonraki yaşamları, aileleri ve arkadaşlarıyla yaşadıkları sorunlar ile cezaevinde gördükleri işkencenin hayatlarını nasıl etkilediği anlatılmış ve genellikle olumlu karakterler olarak betimlenmişlerdir.

Sen Türkülerini Söyle (Şerif Gören/1986)filminde, yedi yıl cezaevinde yattıktan sonra eve dönen Hayri’nin babası, olaylara karıştığı, cezaevine düştüğü için onu affetmez. Dikenli Yolun (Zeki Alasya/1986) kahramanı Hüseyin , ağabeyi onun bir arkadaşına yardım etmek isterken öldürüldüğü için, ailenin yıkımına neden olan insan olarak görülür. Çözülmelerin (Yusuf Kurçenli/ 1994) ’68’li kahramanı Uğur da cezaevinde yatan genç bir devrimcinin karısına âşık olduğu için çevresi tarafından suçlanmaktadır, öte yandan ailesi de 12 Eylül rejimi tarafından idam edilen küçük kardeşini sol ideoloji ile tanıştırdığı için bu ölümden onu sorumlu tutar. Bir Yanımız Bahar Bahçe’de (Bilge Olgaç/1994) ise Yeşilçam melodramlarını aratmayacak bir dram yaşanır. Sol kitaplar okuduğu için alkolik babası tarafından evden kovulan ve gençlik yıllarını cezaevinde geçiren Melih’in, doğduğu kasabada tam kendisine yeni bir hayat kuracakken, öz kardeşine âşık olduğunu öğrenmesi en iyimser tahminle, belki 12 Eylül yıllarının sebep olduğu acıların nereye kadar gidebileceğini göstermek için seçilmiş bir temadır. Ama bu öylesine uç bir örnektir ki, melodrama dönüşen hikâye dönemin önüne geçmiş, dönemse bir fon olmaktan öteye gidememiştir.

12 Eylül’ün cezaevlerinde özellikle solun kitlesel olarak sindirilmesi için, iktidar tarafından meşrû bir araç olarak kullanılmış olan işkence, 12 Eylül filmlerinin hemen hepsinde (Öç ve Prenses dışında) hikâyenin önemli temalarından biridir. Ses (Zeki Ökten/1986) altı yıl cezaevinde kalan ve gördüğü işkenceden dolayı sol kolu sakatlanan bir gencin, bir sahil kasabasında yeniden hayata uyum sağlamaya çalışırken, herkese bağırıp çağıran bir adamın sesini işkencecisinin sesine benzeterek, onunla girdiği hesaplaşmayı anlatmaktadır. Adamı kaçırıp gözlerini bağlar ve onun kendisine yaptıklarının aynısını yaparak ödeşmek ister, süreç tersine dönmüş, işkenceci ile kurban yer değiştirmiştir. Fakat adam sürekli kendisinin işkenceci olmadığını, ortada bir yanlışlık olduğunu söylemektedir ve film hesaplaşma bir sonuca varmadan, artık dayanacak gücü kalmayan gencin çaresizliği ile biter. Ses’in kahramanının adı yoktur, gizemli bir yabancı gibidir, kişiliğine, niçin cezaevine girdiğine ilişkin hiçbir bilgi verilmemiştir; bu özellikleriyle belki de bütün zamanların işkence mağdurlarını temsil ettiği düşünülebilir. Ancak ödeşme öylesine kişiseldir ki sadece 12 Eylül’le değil, iktidarın bir siyasî araç olarak kullandığı sistematize işkence ile ilişkisi de bu kişisellikle sınırlı kalmış, “kurbanla cellatın yer değiştirmesi” teması siyasî bir eleştiriye dönüşememiştir. Sinemasal olarak da başarılı bir film değildir Ses, ama önemsenmesi gereken bir filmdir. Zeki Ökten işkence karşısında suskun kalmamış, 12 Eylül yıllarının Türkiye’sinde, sansürün izin verdiği kadarıyla işkenceyi sinemaya taşımıştır,

Sen Türkülerin Söyle filminde işkence Ses’de olduğu gibi ağırlıklı bir yer tutmaz ama vardır, sık sık geriye dönüşlerle işkence hatırlatması yapılır. Şerif Gören işkenceyi karanlık bir koridorda gözleri bağlı işkenceye götürülen bir adam ve çığlık leitmotifiyle vermiştir, kahraman kabuslarında hep bu sahneyi görür.

12 Eylül‘ün ertesi günü polis baskınına uğrayan bir ailenin dramını anlatan Kara Sevdalı Bulut (Muammer Özer/1987) filminin kadın kahramanı (Sibel) sendikal faaliyetlerde bulunduğu için tutuklanmıştır. Saçları kesilir, işkence görür… Serbest bırakıldıktan sonra da yaşadığı acılar peşini bırakmaz. Zaten dengesini kaybetmiş olan Sibel bir yandan da kocası tarafından suçlanmaktadır, ailesi ile olan ilişkileri, işyerindeki konumu büyük bir sarsıntıya uğramış, bütün hayatı altüst olmuştur. Filmdeki koca portresi belki 12 Eylül faşizminin evdeki izdüşümü olarak çizilmiştir ama aile içi çatışmanın temel soruna dönüşmesi, işkencenin adeta evde de devam ediyor olması, bu ilişkiden çok herhangi bir “gaddar koca” tiplemesini öne çıkarmaktadır.

Bütün Kapılar Kapalıydı (Memduh Ün/1989) filminin kahramanı Nil, işkencede tecavüzü yaşamış ve dayanabilmek için bilinçaltında Deniz isminde bir kızı olduğu düşüncesini yaratmıştır. Kadın olmasından dolayı filmde işkencenin yaptığı tahribat annelik imgesiyle, kadınsı bir duyguyla somutlaştırılır, artık resim yapamayışı, erkek arkadaşıyla yaşadığı iletişimsizlik de işkenceye bağlanmıştır. Ama diğer 12 Eylül filmlerinin kahramanları gibi Nil’in kişiliği ve hikâyesi de bilinmeyenlerle doludur, kendisine sol bir kimlik verilmiş ama bu kimliğin içi doldurulmamıştır, solcu olduğunun tek göstergesi polisin evde bulduğu birkaç kitaptır,

Bekle Dedim Gölgeye (Atıf Yılmaz/1990) ’68’ler kuşağından dört arkadaşın bu dönemden ’80’lere uzanan hikâyelerini konu almaktadır. Sol hareket içinde yer almış, cezaevini ve işkenceyi yaşamış olan Esra, Erdal ve Ersin 12 Eylül sonrasında, artık topluma bütünüyle yabancılaşmış bir halde, birbirlerine dayanarak ayakta durmaya çalışırken Erdal öldürülür. Onu öldürmekle suçlanan Ersin de fazla uyuşturucudan ölür ve okul arkadaşları gazeteci Erdinç manşetlere “aşk cinayeti” olarak geçen bu olayın gerçek nedenini öğrenmek için Esra’yı aramaya başlar. Bu filmde işkence Esra’nın, ’70’lerde tutuklandığında gördükleri işkenceyi Erdinç’e anlatmasıyla ve Erdal’ın bu işkenceyi anlatan çizimleriyle filme yansımıştır. Bekle Dedim Gölgeye filminde Türk solunun yenilgisi önce 12 Mart’la, ardından da 12 Eylül’le yaralanan kahramanların hazin sonları ile sembolize edilmiştir. Ancak filmdeki her şey öylesine semboller üzerine kuruludur ki (12 Mart’ın eleştirisinin Erdal’ın üvey babası olan kabasaba bir 12 Mart albayının üzerinden yapılması, kahramanların isim seçimi, Tutunamayanlar romanı) ve iletişimsizlik/yabancılaşma sorunu öylesine yoğundur ki, kahramanların hikâyesi bir tutunamayanlar dramı olmuştur.

Çözülmeler’de iki devrimci kuşak vardır; ’68’lileri temsil eden Uğur ve arkadaşları ile Uğur’un sevdiği kadının ve öldürülen kardeşinin de dahil olduğu ’70’ler kuşağı… Kurçenli, 12 Eylül sonrasının cezaevlerini sadece içeride olanı değil, onların yakınlarının yaşadıkları acıları da aktararak perdeye taşımıştır, dışarıdakilerin dramını, onların yaşadığı mahkûmiyeti anlatan bir filmdir Çözülmeler. O mahkûmiyetin içinde uzun bekleyişler, acılı görüş günleri, tutuklu ailelerinin verdiği mücadele ve aile bireylerinin her birinin kendine göre yaşadığı duygusal parçalanmalar vardır.

Darbe (Ümit Efekan /1990), işkenceye dayanamayarak örgüt arkadaşlarını ele veren, daha sonra da Pişmanlık Yasası’ndan yararlanarak estetik ameliyatla yüzünü ve kimliğini değiştiren bir devrimcinin yeni hayatında kendisiyle hesaplaşmasını anlatan bir filmdir. Onun itiraflarıyla örgütten pek çok arkadaşı içeriye girmiş, bir arkadaşı da idam edilmiştir. Kimliğini gizleyerek karısı ile tekrar ilişki kurar, ama gerçek anlaşılınca karısı, devrime ve arkadaşlarına ihanet ettiği için onu reddeder. İşkenceye dayanmak için direnen ama sonuçta yenik düşen itirafçı ise tek suçlunun kendisi olmadığını, “toplum sorunları ile ilgilenmeyen suskun aydınların da kendisi kadar suçlu olduğunu” düşünmektedir.

Gülün Bittiği Yer (İsmail Güneş/1999) de 12 Eylül ertesinde geçen ve dönemi eleştiren bir filmdir ancak Güneş’in kahramanı bir devrimci değildir. Çok açık olarak altı çizilmese de İslâmi kimliğine ilişkin ipuçları verilmiştir ve o da tıpkı devrimciler gibi cezaevinde işkence görmüştür; film, cezaevinden çıktıktan sonra yaşadığı bunalım ve oğlunu işkencede kaybetmiş bir babanın ona yardım etmek için gösterdiği çaba etrafında gelişir. Güneş, kardeşlerini öldürterek tahta geçen padişahlardan bugüne uzanan süreçte, iktidar geleneğinin köklerini ve eğitim sistemindeki şiddeti sorgulamaya çalışır. Bu olumlu, iyi niyetli bir çabadır ama Gülün Bittiği Yer, sonuçta, filme konu olan işkenceyi, sandviç yiyerek işkence yapan ve Yeşilçam’ın kötü adam tiplemelerinden hiçbir farkı olmayan kaba gülüşlü, sapık ruhlu birkaç işkencecinin eylemine indirgemekten kurtulamamıştır. “Çocuklarımızı dövmezsek işkencenin de olmayacağı” mesajı ise Türkiye’nin işkence karnesi karşısında fazlasıyla iyimser bir yaklaşımdır.

Eylül Fırtınası (Atıf Yılmaz/2000) Türk sinemasında 12 Eylül’ün açtığı yaraları anlatan son filmdir. Dönem, annesi ve babası ya cezaevinde, ya da kaçak olduğu için adada, dedesi ile birlikte yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuğun gözünden anlatılmıştır. Annenin işkenceye direnmesi, babanın ise direnemeyip itirafçı olması ekseninde yaşanan çatışmalarla, bir ailenin 12 Eylül’le savruluşu filmin hikâyesini oluşturmaktadır.

12 Eylül filmlerinin olumsuz kahramanlarından biri de, 12 Eylül sonrasında sol ideoloji ile olan bağlarını koparıp, para getirecek işler yapan, zengin olan eski solculardır. (Sen Türkülerini Söyle, Bekle Dedim Gölgeye, Bir Yanımız Bahar Bahçe, Çözülmeler) Turgut Özal’ın iktidarıyla birlikte daha da yerleşen kapitalizmin ve bireyci zihniyetin eleştirisi bu karakterler üzerinden yapılmıştır.

Olumlu devrimci kahramanların devrimci mücadeleyi seçme nedeni üzerinde durulmamıştır, solcudurlar, ama onları söz konusu hikâyenin kahramanı yapan süreç de, ideolojik konumları da solcu olmalarının ötesinde pek belirgin değildir. Bir Yanımız Bahar Bahçe filminin kahramanı ise bu süreci “Doğdum, büyüdüm, devrimci oldum. Ülkemi, insanımı, hayatı çok sevdiğim için devrimci oldum” sözleriyle açıklar. Bu filmlerde en kabasından klişelerle bir devrimci tiplemesi yaratılmış ve popüler Türk sinemasının bildik kalıpları bu kez onların etrafında kurulan hikâyelere uyarlanmıştır. Olumlu devrimci karakter eğer erkekse (12 Eylül filmlerinde ağırlıklı olarak erkek kahramanlar vardır) yakışıklı, cesur, fedakar ve güvenilir erkektir. (Sen Türkülerini Söyle, Dikenli Yol, Bir Yanımız Bahar Bahçe, Eylül Fırtınası.) Alışılagelmiş “mahpus erkek” karakterden tek farkı devrimci olmalarıdır, cezaevine bir kan davasından, bir namus meselesinden veya adi bir iftiradan dolayı değil de devrimci oldukları için girmişlerdir. Cezaevini yaşamış devrimci kadın karakterler de güzel kadınlardır, ama yaşadıkları acılar onları tüketmiştir, dengelerini kaybederler, kurtuluşu Türk sinemasının pek çok kadın kahramanı gibi intiharda bulurlar (Bekle Dedim Gölgeye, Bütün Kapılar Kapalıydı). İyilerle kötülerin, vefa ile vefasızlığın, inanç ile inkârın, cesaretle korkaklığın birbirinden kalın çizgilerle ayrılması (sadece Çözülmeler filminin karakterleri bu yapay ayrımı taşımazlar, olumlu ve olumsuz özellikleri birarada barındıran daha gerçekçi kahramanlardır) tesadüflerin hayatî bir önem taşıması (Bir Yanımız Bahar Bahçe) da 12 Eylül filmlerinin, bildik klişelerle oluşturulan popüler sinema örnekleri ile örtüşen yönleridir. Bir melodramdaki ihanetin ya da muhbirliğin yerini ise burada bir devrimcinin işkenceye dayanamayıp çözülmesi almıştır. Her ikisine gösterilen tepki de aynıdır. İhanet edenin reddi! İhanet eden erkek esas kahraman olamaz. Eylül Fırtınası’nda kadın “çözülen” kocasından ayrılır ve bir başka devrimciyle evlenir, oğlunun gözünde bile çözülen adam artık hayatta bir yeri olmayan “silik bir kişilik”tir. Darbe’nin itirafçısı ise yüzüyle birlikte tüm varlığını da yitirmiştir, ona ne evinde, ne devrimci harekette, ne de toplumun bir başka alanında yer vardır.

12 Eylül filmleri siyasî sinemanın değil, melodramların bakış açısını taşıdığı ve dönemi sorgulamakta yetersiz kaldığı için bir siyasî film denemesi olarak başarısız örneklerdir. 12 Eylül’ün anti-demokratik uygulamalarını, baskıyı ve işkenceyi eleştirmelerine rağmen kahramanlar dramlarını bir kader gibi yaşamışlardır, yenilmeye mahkûmdurlar. Ya toplumdışı insanlar olmuşlardır, intihar ederler, ya alıp başını uzaklara giderler, ya da öylece çaresizlik içinde kalakalırlar, kaderlerine boyun eğerler. Çünkü uğrunda mücadele ettikleri değerler artık onlar için de anlamını yitirmiştir. Çözülmeler’de Nihal’in, sevgilisiyle yurtdışına gitmekten vazgeçip, mücadeleye devam etmek üzere af umudunu yitiren kocasının yanına dönmesi bile bir mücadele azmini ve inancını değil, çaresizliği işaret eder. Bu öyle bir çaresizliktir ki, ’68’li Uğur’u da yurtdışına çıkmak için şirketin parasını çalmaya itmiştir. Dikenli Yol’un kahramanı filmin sonunda ailesi tarafından affedilir, çünkü pişmandır. Zaten, olumlu bir karakter olmasına rağmen filmin ideolojik duruşunu belirleyen o değil, öldürülen ağabeyi olmuştur, “Kovboyculuk oynuyorlardı hakiki mermilerle, oyun bitti. O kadar!” der. Dikenli Yol’da sol mücadele sonu hüsranla biten bir oyundan ibarettir, farkına varmadan yapılan hatalar ancak oyun bittikten sonra anlaşılmıştır, Hüseyin bir daha asla o hatalara düşmeyecek, öyle bir oyun oynamayacaktır. Sen Türkülerini Söyle filminde, Hayri zengin arkadaşlarından ayrılırken elini bir silah gibi yapıp tetiği çekerek zihninde ve kalbinde onları öldürür. Sadece bir işçi arkadaşı yardımcı olmuştur ona, Şerif Gören yaşanan onca bozguna ve umutsuzluğa rağmen bu dayanışma ile solun umudunu saklı tutmayı istemiştir, ama bu filmin bütünü içinde öylesine cılız bir umuttur ki, gelecekte kazanılacak bir mücadeleyi çağrıştıramaz, olsa olsa geçmişin umutlarına yapılan buruk bir göndermedir.

Bu yazıda sadece 12 Eylül öncesi olayları konu alan ve kahramanları bir eylemci olarak sol hareket içinde yer almış filmlerden söz edilmiştir. 1980 sonrası çekilen ve aydının yalnızlığını, çevresi ile ilişkisini/iletişimsizliğini, eserini yaratırken çektiği sancıları (Su da Yanar/A. Özgentürk, Gece Yolculuğu/Ö. Kavur), 12 Eylül yıllarında yaşadıkları hayal kırıklığını, sol ideolojiden kopan aydınları (İkili Oyunlar/İrfan Tözüm, Kimlik/M. Gülgen) anlatan filmlerde de asıl tema “aydının sorunları” olmakla birlikte dönem 12 Eylül sonrasıdır. Gerek aydın filmlerinde, gerekse 12 Eylül filmlerinde, 12 Eylül rejiminin getirdiği baskıların, işkencenin, diğer anti-demokratik uygulamaların ve zihinsel değişimin eleştirilmesi özellikle ilk filmlerin (Sen Türkülerini Söyle, Ses, Su da Yanar…vd) gösterime girdiği dönemde büyük bir yankı uyandırmıştır. Ama seyircinin muhalefet duygusunu, toplumun muhalif dinamiklerini harekete geçirebilecek, mücadeleye çağıran ve eleştirdiği şeyin değişmesi/değiştirilmesi gerektiğini/değişebileceğini söyleyen filmler değildir bunlar, bir kader gibi yaşanan yenilginin filmleridir. Toplumsal olan yenilmiştir, solcular, yenilmiştir, sol ideoloji yenilmiştir, istesek de istemesek de devir paranın, güçlü olanın, kendisini kurtaranın devridir, geriye dönüş yoktur, bunu değiştirmeye çalışmanın anlamı da yoktur…

12 Eylül filmlerinin perdeye gelmeye başladığı dönemde arabesk kahramanlar/yıldızlar Türk sinemasındaki yerlerini de çoktan almıştı. Onlar perdenin yabancısı karakterler değildi ama artık kendi özgün sesleri/müzikleri ile konuşuyorlardı, acının ve umutsuzluğun zirvesindeydiler. 12 Eylül filmlerindeki kahramanların çoğu da nerdeyse solcu-arabesk kahramanlar olarak girdiler hayatımıza, arabeskin özgün dilini kullanmasalar da seslerinde benzer bir tını vardı, duruşlarında aynı naiflik, arabeskin “yalnız adam”ları kadar yalnızdılar. Kader lanetlendi ve kabul edildi, acılar ve gözyaşı kutsallaştırıldı. Ama Türk sineması öyle bir gelişim (!) içine girmişti ki, ’80’ sonrası yükselen değerlerin temsilcisi olan yeni kahramanlarla seyirciye kısa zamanda bu kötü kaderi unutturacaktı. 12 Eylül’den yaklaşık yirmi yıl sonra çekilen son 12 Eylül filmi Eylül Fırtınası da aslında bir hatırlayışın değil, unutuşun filmidir. Devrimci kahramanlar ilk 12 Eylül filmlerindeki ağırlığını kaybetmiştir (Filmin birincil kahramanları dede ve torundur), acıyı kutsamalarına rağmen üzerlerinde solcu- arabesk kahramanların kırılganlığı yoktur. Zaten arabeskin yıldızları artık eski naifliklerinden sıyrılmışlar, bir pop yıldızına dönüşmüşlerdir. Filmin iyi devrimci kahramanı da (Sadık) bu kez Cahit Akın’ın dediği gibi daha çok “Radikal gazetesinde yazan bir köşe yazarını”[7] çağrıştırmaktadır. “Düşman kim, devlet suç işler mi?” gibi sorular filmin içinde belli belirsiz savrulmuş, kahramanlar yıllar sonra mutlu bir aile olarak yurdışından sevgili “ada”larına döndüklerinde ise 12 Eylül’den geriye sadece kırık dökük hatıralar kalmıştır. Bu soruların önemi de yoktur, devlet yirmi yıl içinde toplumun hatırı sayılır bir bölümünü çoktan ikna etmiştir. Seyirci, onların adada sonsuza dek mutlu bir hayat yaşayacakları duygusuyla ayrılır sinemadan, 12 Eylül artık herkes için bir Eylül fırtınasından ibarettir.

[1] Ertuğrul Kürkçü, “12 Eylül Filmleri Dosyası”, Beyazperde, sayı:3, Ocak 1990, s.10.

[2] Ali Hakan’la yaptığı Söyleşi, “İmgeler ve Tadlar” Beyazperde, sayı:1, Kasım 1989, s.11.

[3] Burçak Evren’le yaptığı Röportaj, Yeşilçam’la Yüzyüze, Açı Yay., İstanbul, 1995, s.116.

[4] “Tercüman Bağrına Bastı”, Yeni Gündem, sayı: 51, 22 Şubat 1987, s.51.

[5] Sinan Çetin, “İkisi de Fanatizm, Yani İrtica”, Yeni Gündem, sayı: 51, 22 Şubat 1987, s.51.

[6] Evren, a.g.e., s. 91.

[7] Cahit Akın, Eylül Fırtınası Kimi Vurdu, İnternet Adresi: http://www.araf.net/dergi/sayı 20.