Güncel Bir Soru: Sol Artık Sağ mıdır?

Norberto Bobbio’nun Sağ ve Sol: Bir Politik Ayrımın Anlamı[1] adlı kitabı, tam da altını çizmek istediği “ayrım”ın iyice belirsizleştiği bir dönemde yayımlandı. Kuşkusuz, ilk bakışta, bir kitap için, bundan daha kötü bir durum düşünülemezmiş gibi geliyor. Ancak, Bobbio’nun yazdığı girişten öğreniyoruz ki, bu kitap, “öngörülemeyen ve umulmadık başarısı ile” yazarını bile şaşırtmıştır. Yine Bobbio’nun kendisinden öğreniyoruz ki, kitabın 1994 yılındaki ilk basımından sonra yol açtığı tartışmalar, hemen bir yıl sonra ikinci basımın yapılmasını gerektirmiş ve daha sonra, sadece Avrupa değil, Amerika ve Asya’da da birçok çevirisi yayımlanmıştır. Bobbio’ya göre, bu “öngörülemeyen ve umulmadık başarı”, “sağ/sol ayrımının hâlâ büyük bir çekim oluşturduğu”nun ve “hararetle tartışıldığının bir göstergesi” olarak alınabilirdi. Nereden bakarsanız bakın, ortada ilginç bir durum var. Sağ/sol ayrımının iyice belirsizleştiği bir dönemde, üstelik belki, tam da bu belirsizlik nedeniyle, insanlar sağ/sol ayrımını gündeme getiren bir kitaba, bizzat kitabın -söz konusu ayrımın güncelliğini asla yitirmediği iddiasıyla ortaya çıkan- yazarını bile şaşırtacak ölçüde yoğun bir ilgi gösteriyorlar. Gerçekten de ilginç!

Peki ama, bu kitabın çok satması, kitapta ortaya atılan tezlerin doğrulanmasının kanıtı olarak görülebilir mi? Sadece bu soru bile, uzun bir makale konusu olabilir,. Ancak ben, burada bu ilginç sorunun peşine düşmeyeceğim. Sadece, Bobbio’nun söz konusu kitabında sağ/sol ayrımına ilişkin olarak dile getirmiş olduğu temel tezler üzerinde duracağım ve yine aynı kitapta ek olarak verilen Bobbio/Perry Anderson tartışmasındaki önemli bulduğum bazı noktaları irdelemeye çalışacağım.

Bobbio’nun kitabı, hiç kuşku yok ki, her şeyden önce “akıntıya karşı yüzen” bir kitap olma vasfını ve erdemini taşıyor. Bu nedenle, ancak bu türden kitaplarda görebileceğimiz bir kararlılık ve dolayısıyla da netliğe sahip. Bilindiği gibi, bu tür kitaplar, lafı fazla dolaştırmadan temel sorun üzerinde yoğunlaştırma gibi ayırt edici bir vasfı paylaşırlar. Bu nedenle de, polemiğe açık bir yapıya sahiptirler, hattâ diyebiliriz ki, yapıları gereği polemiği kışkırtırlar; zira, her şeyden önce akıntıya karşı yüzdükleri için, herkesin geldiği yolu tersine doğru kat ettikleri için, kaçınılmaz bir biçimde dikkat çekerler ve akıntıya kapılıp gidenleri durmaya, bakmaya ve ortaya attıkları tezler karşısında şu ya da bu şekilde bir tavır almaya zorlarlar.

Bence, Bobbio’nun kitabı da işte bu türden, yani okurunu aktif olmaya, tartışmaya, konumunu net biçimde belirlemeye kışkırtan bir kitap. Bobbio bu kitabında, sözünü, çeşitli tezler arasında dolaştırıp okurun aklını başından almayı değil, belirli tezler etrafında dolandırıp okurun “aklını başına getirme”yi amaçlamış görünüyor. Bu nedenle, onun bu kitabında dile getirmiş olduğu tezler, dallanmış budaklanmış, karmaşıklaşmış bir yapıya sahip değil; tam tersine, son derece net, hattâ ilk bakışta, sanki gereğinden fazla basit bir yapıya sahipmiş gibi görülebilecek kadar nettir.

Bobbio’nun kitabında ortaya atmış olduğu bu kararlı ve net tezler, sanırım iki temel maddede özetlenebilir: 1) Günümüzde, sağ/sol ayrımı politik ve entellektüel gündemden giderek daha fazla dışlanıyor olmakla birlikte, bu ayrım hâlâ varlığını sürdürmektedir. Hattâ şu bile söylenebilir: Sağ ve sol, politik dilin değişmezleridir. Bu karşıt terimlerin içerikleri, içinde yer aldıkları bağlama göre değişebilse de, karşıtlığın kendisi bakidir. 2) Sağ ile solu birbirinden ayıran temel ölçüt, onların “özgürlük” değil, “eşitlik” idesi karşısındaki tavırlarıdır. Bobbio’ya göre,

“(b)ir yanda insanların farklı olmaktan çok eşit olduğunu kabul edenler, diğer yanda ise insanların eşit olmaktan çok farklı olduğunu kabul edenler vardır.” (s.112)

Ve yine Bobbio’ya göre, “‘sol’ diye adlandırılan ve böyle kabul edilen öğreti ve hareketleri en iyi tanımlayan unsur eşitlikçiliktir”; ancak bu,

“herkesin eşit olduğu bir toplumun hayali olarak değil, bir yandan insanları eşit kılan şeyleri farklı kılanlardan daha fazla yüceltme, diğer yandan da, pratik anlamda, eşit olmayanları daha eşit hale getirmeyi hedefleyen politikaları destekleme eğilimi olarak” (s.116)

anlaşılması gereken türden bir eşitlikçiliktir. Bobbio bu saptamadan hareketle şu sonuca varır: Hem sağda hem de solda “özgürlükçü” ve “yetkeci” kamplar bulmak mümkün, yani “özgürlük” idesi sağı ve solu birbirinden ayırmadan dikine keser; buna karşılık, “eşitlik” idesi sadece sol tarafından yüceltilen bir “kutup yıldızı”dır.

Söz konusu kitaptaki ekte Anderson’ın oldukça toparlayıcı bir biçimde özetlemiş olduğu gibi, Bobbio’nun eşitlik idesine ilişkin görüşlerini, aslında dört temel önermeye indirgemek mümkün görünüyor. Anderson’ın sözleriyle dile getirecek olursak, Bobbio’nun bu önermeleri, taslak olarak, insan eşitsizliğinin “a) gerçekliği; b) değiştirilebilirliği; c) işlevselliği; d) yönlendirilebilirliği”yle ilgilidir. Anderson, bu önermeleri şu şekilde açar:

“Bobbio tarafından önerilen tanımda, sol görüş, insanlar arasındaki doğal eşitsizliklerin eşitliklerden daha az olduğunu; eşitsizlik formlarının büyük bir kısmının toplumsal olarak değiştirilebilir olduğunu; bu gibi formların (eğer var olduklarını farz edersek) pek azının olumlu bir işlevi olduğunu; hep daha fazla artarak sonunda tarihsel açıdan geçici olduklarını göstereceklerini iddia eder.” (s.148-9)

Anderson’ın Bobbio’nun kitabında ortaya atılan tezlere yönelik eleştirileri de, iki temel madde altında toplanabilir. Anderson, Bobbio’nun tezleriyle ilişkili olarak, 1) sağ/sol kavramlarının terk edilmesi gerektiği fikrini desteklememekle birlikte, bu kavramların “bugün politikada kesinleşen eğilim tarafından içlerinin boşaltılması gerçeğine” karşı da gözlerimizi kapayamayacağımız, kapamamamız gerektiği fikrini ve 2) sağ/sol ayrımının, “insanlar arasındaki eşitliği veya eşitsizliği üstün kılacak türden ontolojik bir yargı” üzerine inşâ edilemeyeceğini; dahası, “uzun vadede insanlar arasında hep daha fazla eşitliğe doğru bir eğilim vardır”, diyen “filozof” Bobbio ile “uygarlığa doğru olan bu hareketin ‘gerekli’ değil de yalnızca ‘olası’ olduğunu”, söyleyen “yazar” Bobbio arasında esaslı bir çelişki olduğu görüşünü dile getirir. Görülebileceği gibi, aslında Anderson’ın Bobbio’ya yönelttiği bu iki temel eleştirinin ortak bir paydası vardır. Bobbio’nun bizzat kendisinin de fark etmiş olduğu gibi, Anderson aslında ona, her iki halde de şu temel eleştiriyi yöneltmektedir: Bobbio’nun sağ/sol ayrımına ilişkin görüşünün esas zayıf noktası, “solu tamamıyla ideolojik, aksiyolojik, neredeyse metafizik bir biçimde” tanımlama ile “sağın ve solun sürekli daha fazla ayırt edilemez hale geldiği bir dünyanın nasıl işlediğini” anlamayı engelleyen bir “gerçekçilik eksikliği arasındaki çelişki”de yatmaktadır. (s.160) Kısacası Anderson, Bobbio’nun, sağ/sol ayrımını kurtarmak için, onları, deyim yerindeyse, ayaklarını bilinçli bir biçimde yerden keserek gökyüzüne çıkardığını; başka bir deyişle, bu ayrımın politik anlamını kurtarabilmek için teorik soyutlama düzeyine tırmanmak zorunda kaldığını ileri sürer ve son derece net bir biçimde, politik, dolayısıyla pratik açıdan anlamlı olacak bir soldan söz edebilmek için yeryüzüne geri dönmenin, orada solun ayaklarını basabileceği sağlam bir zemin bulmanın önemini vurgular.

Şimdi, Anderson’ın eleştirilerini de dikkate alarak, Bobbio’nun kitabında dile getirilen görüşlere ilişkin iki temel soruyu tartışmaya başlayabiliriz. 1) Günümüzde sağ/sol ayrımının anlamı var mıdır? 2) Solu sağdan ayırt etmek için, “eşitlik” tek başına yeterli bir ölçüt olarak kabul edilebilir mi? Aşağıda, iki alt-başlık altında kısaca bu soruları yanıtlamaya çalışacağım.

MARX’IN İRONİK MİRASI

Ben, “Günümüzde sağ/sol ayrımının anlamı var mıdır?” sorusuna olumlu yanıt verilebileceğini düşünüyorum. Zira, bu kavramların politik dilin “değişmezleri” olduğuna inanıyorum. Bu bakımdan, sağ ve sol kavramlarının içerikleri zamana ve mekaâna bağlı olarak değişebilse de, bu kavramları içeren politik karşıtlığın varlığını sürdüreceğini iddia eden Bobbio’ya katılıyorum. Örneğin, ideolojilerin sonunu ilân eden postmodernist görüşleri alın, sanırım bunların bile “sağcısı” ve “solcusu”ndan söz edilebilir, zaten ediliyor da. Hattâ sağ/sol ayrımının artık anlamını yitirmiş olduğunu söyleyenlerin bile “sağcısı”/“solcusu” vardır, diyebiliriz. Gerçekten de, eğer istersek, bu ayrımın artık anlamını yitirmiş olduğu saptamasına nasıl ulaştıklarını ve bundan nasıl bir sonuç çıkardıklarını irdeleyerek, onların sağ/sol karşıtlığının neresinde durduklarını belirleyebiliriz.

Öyleyse biz, “Sağ/sol ayrımı artık anlamını yitirmiştir”, dediğimizde, aslında sadece belirli bir anlamdaki, yani anlamını belirli bir bağlama borçlu olan bir sağ/sol ayrımının artık anlamını yitirmiş olduğunu söylemekten başka bir şey yapmış olmuyoruz. Başka bir deyişle, böylece biz, aslında ayrımın bizatihi kendisinin değil, sadece anlamının ya da içeriğinin değişmiş olduğunu söylemiş oluyoruz, o kadar. Kuşku yok ki, ilk bakışta, bu saptamada bir sorun, hattâ bir paradoks gizliymiş gibi görünür. Öyle ya, örneğin, hem “sol” kavramının içeriğinin zamanla değişebileceğini, hem de bu değişime rağmen onun hâlâ “sol” olarak nitelenebileceğini söylüyoruz. O halde, “sol” kavramının içinde değişmeden kalan, ne olursa olsun ona “sol” adını verebilmemize imkan tanıyan ayırt edici bir unsur ya da ölçüt olması gerekir. Daha önce de değinmiş olduğumuz gibi, Bobbio’nun iddiasına göre, bu ölçüt “eşitlik” üzerindeki vurgudur. Kuşkusuz bu ölçütün uygun ya da yeterli olup olmadığını tartışma konusu edebiliriz -ki bundan sonraki bölümde zaten ben de bunu yapacağım-; ancak, daimi bir “sol”dan söz edebilmek için, yine hiç kuşku yok ki, böylesi değişmez bir ölçüt ya da ölçütlerden söz etmek zorunda olduğumuz da gayet açık. Babbio’nun kitabının, bu bakımdan da önemli ve değerli olduğunu düşünüyorum. Ancak, Anderson’ın da haklı olarak işaret ettiği gibi, Bobbio’nun kitabının en ciddi sıkıntısı, “gerçekçilik eksikliği”dir. Bana öyle geliyor ki, Bobbio, bu kitabında, sağ/sol ayrımının, dolayısıyla da bu ayrımdaki sağ/sol kavramlarının anlamındaki değişime odaklanmak yerine, hattâ diyebiliriz ki, bu değişime, bir anlamda gözlerini kapatarak, sağ/sol ayrımındaki değişmeyen unsurlara, daha doğrusu tek bir unsura odaklanarak, sanki “güneşin altında yeni bir şey yok” türünden “idealist” bir konumu savunurmuş gibi bir görüntü sergilemiştir.

Oysa ben, kişisel olarak, sol açısından, günümüzde ivedi olarak karşılanması gereken ihtiyacın bir “özgüven tazelemesi” olmaktan çok, bir “özgüven yaratılması” olduğunu düşünüyorum. Belki de daha doğrusu, bugün için solun ihtiyacı, öncelikle kendisine ve daha sonra da çevresine “güven” verecek olan bir “öz” yaratmaktır, diyebiliriz. Aslında burada, başka bir yerde değinmiş olduğum bir ayrımı tekrarlayarak[2] şunu söylemek istiyorum: Bugün bizim, yani kendilerini “solcu” olarak niteleyenlerin asıl sorunu, “solda kalmak” değil, “solda olmak”tır. Bu nedenle, “teorilerimizin statiği”nden çok, içinde yaşadığımız “pratiğin dinamiği”ne dikkat sarf etmek zorundayız.

Bu bakımdan, Anderson’ın Bobbio’ya yönelttiği eleştirilerin son derece yerinde ve aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. Anderson, bence son derece haklı olarak şu soruyu sorar:

“Eğer sağ-sol ‘ikiye bölünmesinin’ geçerliliğinden şüphe duymak için ileri sürülen nedenlerin hiçbiri geçerli değilse, bugün kavram olarak kendisinin de reddedildiği nasıl açıklanabilir?” (s.146)

Başka bir deyişle, Anderson aslında şu soruyu yöneltiyor: Sağ/sol ayrımının günümüzde anlamını yitirmiş olduğunu iddia eden tezlerin teorik olarak çürütülmesi, bu ayrımın gerçekten anlamını yitiriyor olması olgusu ile pratik olarak yüzleşmek anlamına gelir mi? Daha doğrusu, Bobbio’nun yaptığı tarzda teorik bir çürütme, bizi bu tarzda pratik bir yüzleşmeden kurtarabilir mi? İşte -ne yazık ki- bu soruya olumlu bir yanıt verebileceğimizi sanmıyorum.

Neden?

Elbette şimdi, bu kısa soruyu yanıtlamak için, teoriye değil ama pratiğe, yani yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz hayata, uzun uzun ve dikkatle bakmak zorundayız.

İçinde yaşadığımız dönem için en uygun adlandırma, sanırım “ironi çağı” olurdu. Ve bence, içinde yaşadığımız dönemdeki en anlamlı ironilerden biri de Marx’ın ve elbette, dolayısıyla Marksizmin başına gelenlerdir. Söylemek istediğim şey şu: Dün, Marx, Manifesto’da, Avrupa’nın üzerinde dolaşan bir komünizm hayaletinden söz etmişti; oysa bugün, yani “komünizm hayaleti”nin artık hayatımızdan çekip gittiği bir anda, örneğin bir Derrida çıkıp, Marx’ın bizzat kendi hayaletinin şu an üzerimizde dolaşmakta olduğundan söz edebiliyor. Gerçekten de, hem Marx, hem de Marksizm için ironik bir durum bu. Gerçekten de ironik bir durum; zira, hem bir yandan, tüm diğer “Büyük Anlatı”lar gibi Marksizmin de, nihayetinde tarihin çöp sepetine gittiğinden, hem de diğer yandan, Marx’ın “kehanetleri”nin bir bir teyit edilmekte olduğundan söz edildiğine tanık oluyoruz.

Marx, artık sosyalizm ya da komünizmin değil ama, örneğin “globalleşme”nin bir “peygamberi” olarak kutsanıyor; başka bir deyişle, o, sosyalizm ya da komünizmin asi bir “peygamberi” olarak değil, fakat kapitalizmin asil bir “teorisyen”i olarak “evcilleştirilme”ye çalışılıyor. Marx gibi bir düşünür için, bundan daha ironik bir durum düşünülebilir mi? Ne yazık ki düşünülebilir. Zira belki de asıl ironi şudur: Marx’ın bizzat kendi taraftarları arasındaki yaygın kanıya göre, bugün, onun teorisinin “bilimsel” yanı kesinlikle yanlışlandı ve dolayısıyla artık öldü, ancak “felsefi” yanı doğrulandı ve dolayısıyla da hâlâ yaşıyor. Oysa bana bunun tam tersi doğruymuş gibi geliyor, yani aslında onun teorisinin “bilimsel” yanı doğrulandı ve yaşıyor, ancak “felsefi” yanı yanlışlandı ve öldü. Fakat biz, son derece ilginçtir ama, bir “yeniden doğuş”u, bu “yaşayan” yandan değil de, sadece ve sadece bu “ölmüş olan” yandan umabiliriz. Kısacası, Marx, “olan” ve “olacak olan” hakkında değil, “olması gereken” hakkında “yanıldı” ki, bu da, aslında bir yanılma sayılamaz; zira, “olması gereken” hakkında söylenen şeyler, bunların asla “olamayacak” şeyler olmasının kanıtlanmasından bile etkilenmez. Onlar, buna rağmen “baki”, yani asla yanlışlanması mümkün olmayan “hakikatler”dir. Öyleyse, Marx ve onun teorisi olan Marksizm için, asıl ironinin şu olduğunu söyleyebiliriz: Amacı hayatı değiştirmek olan bir kişi ve onun teorisinin, bizzat hayatın kendisi tarafından doğrulanmasındaki trajedi.

Gerçekten de, Marx’ın kapitalizm hakkındaki “kehanetleri” büyük ölçüde doğrulandı; ancak, -daha önce de söylemiş olduğumuz gibi- ironik bir biçimde. İronik, zira onun bu doğrulanan “kehanetleri”nin çoğu, -ne yazık ki- onun sosyalizme ilişkin “kehanetleri”ni çürütüyor. Örneğin, tutkulu bir pro-kapitalist magazin olan The Economist yazarlarından John Micklethwait ve Adrian Wooldridge, globalleşme üzerine yazdıkları yeni bir kitapta, Marx’ın, bugün, sosyalizmin peygamberi olarak perişan bir halde olabileceğini, ancak “ulusların evrensel bağımlılığı”nın, yani globalleşmenin peygamberi olarak hâlâ ayakta olduğunu, onun globalleşme hakkında 150 yıl önce formüle ettiği görüşlerin hâlâ sağlam bir biçimde ayakta durduğunu söylerler.[3] Yine örneğin, New Yorker’da yayımlanan “Karl Marx’ın Geri Dönüşü” başlıklı bir makalesinde, John Cassidy, Marx’ı “geleceğin büyük düşünürü” olarak adlandırır ve Wall Street’deki üst düzey bir yatırımcının bir gün kendisine şu itirafta bulunduğunu zikreder: “Wall Street’te daha çok zaman harcadıkça, Marx’ın haklılığına daha çok ikna oldum.”[4] Bütün bu “iade-i itibar” hamleleri, sanırım ilk başta ve en çok Marx’ı üzerdi. Çünkü, elbette en iyi o bilirdi ki, kapitalist sistem, bir düşünürün “itibarı”nı, ancak bu itibarı onun elinden aldıktan sonra, bunu başarmış olduğundan emin olduktan sonra “iade eder”.

İşte Marx’ın, özellikle sağ/sol ayrımı açısından önem taşıyan, doğrulanmış “kehanet”lerinden birini de, geçenlerde Seymour Martin Lipset gündeme getirdi. Lipset’e göre, Marx’ın 100 yıl önce dile getirmiş olduğu başka bir “kehanet”, yani “en gelişmiş ülkenin, daha azgelişmiş ülkelere kendi geleceklerinin imgesini gösterdiği” iddiası, bugün doğrulanmaktadır. Ona göre, en gelişmiş kapitalist ülke olan Amerika, kendi modelini tüm dünyaya, özellikle de Avrupa’ya dayatmaya başlamış, daha doğrusu tüm dünyada, özellikle de Avrupa’da hem sosyal politika hem de ahlâk alanında bir tür “Amerikanlaşma” süreci yaşanmaya başlamıştır.[5]

Bu “Amerikanlaşma” sürecinin belli başlı eğilimlerini şu şekilde sıralamak mümkün: 1) Geleneksel Avrupa ekonomisinin, yani yüksek işsizlik/düşük eşitsizlik ilkesiyle belirlenen anlayışın, giderek Kuzey Amerikan tipi serbest ekonomiye, yani düşük işsizlik/yüksek eşitsizlik ilkesiyle belirlenen anlayışa yaklaşması; 2) Dolayısıyla, toplumsal ve politik dünyada “post-materyalist” değerlerin[6] giderek daha fazla belirleyici hale gelmesi; 3) Böylece, sınıfa dayalı politik örgütlenmeler yerine daha çok “yaşam-politikası” olarak adlandırılan örgütlenmelerin ortaya çıkması; ve 4) İdeolojik-olmadığı iddiasını taşıyan, yani “Büyük Fikir”lere değil, “orta-hacimli fikir”lere dayanan pragmatik bir politika anlayışının yaygınlaşması.

Özellikle dördüncü eğilimin, günümüzde sağ/sol ayrımının belirsizleşmesiyle doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenebilir, sanıyorum. Gerçi, rahatlıkla fark edilebileceği gibi, yukarıda sıralanan dört eğilim sıkı bir biçimde birbirleriyle ilişkilidir; ancak, ben konuyu daha fazla dağıtmamak için, sadece dördüncüsü üzerinde odaklanacağım.

Politik “Amerikanlaşma”nın, yani “ideolojik değil pragmatik” politika tarzının yaygınlaşmasının en iyi örneği sanırım “Üçüncü Yol” hareketi; en iyi sembolü de Clinton-Blair “dostluğu”dur. Slavoj Žižek, Havel’in trajedisini çözümlediği ilginç bir yazısında, günümüzde ahlâkçı bir depolitizasyon sürecinin yaşanmakta olduğu saptamasını yapar. Ona göre, bugünün baskın “politik açıdan uygun” ahlâkçılık biçimi, aslında sahte bir “politikadan uzak durma” jestinden ibarettir ve güçlü bir politik duruş oluşturabilmek için “ahlâki”, depolitize bir konumda durduğu iddiasını taşır. Žižek’e göre, bu ahlâkçı depolitizasyonun temel kaynağı, Marksizmin tarihsel-politik projesinin geri çekilmesidir. O, bu geri çekilişin sonucunu şöyle betimler:

“İnsanlar, yirmi yıl önce, hâlâ insanlığın politik geleceğini tartışıyorlardı -kapitalizm ayakta kalacak mı, yoksa onun yerini komünizm ya da başka bir ‘totalitarizm’ biçimi mi alacak?- ; bununla birlikte, sosyal hayatın her nasılsa süreceği sessizce kabul ediliyordu. Bugün, biz kolaylıkla insan ırkının neslinin tükeneceğini tahayyül edebiliyoruz; ancak, sosyal sistemin radikal bir değişimini tahayyül etmemiz mümkün değil. Sanki yeryüzünde yaşam bitse bile, kapitalizm her nasılsa ayakta kalacak gibidir. Bu durumda, var olan liberal-demokratik kapitalist sistemin radikal biçimde değiştirilmesinin artık mümkün olmadığına ikna olmuş, ancak global değişime tutkulu bir biçimde bağlanmaktan da hâlâ kendini alamayan, hayal kırıklığına uğramış Solcular, politik enerjilerinin önemli bir kısmını soyut ve aşırı ölçüde katı bir ahlâki duruşa yatırmaya başlarlar.”[7]

Žižek’in bu saptaması, bana son derece önemli görünüyor. Çünkü, Anderson’ın da vurgulamış olduğu gibi, günümüzde

“Sağ ve sol kategorilerinin geçerliliğinin süregeldiği olgusuna karşı çıkanlar, bu karşı çıkmaya sadece doğuda komünizmin çöküşü nedeniyle değil, Batı’daki sosyal demokrasinin yıkıcı güneş tutulmaları nedeniyle de itilmişlerdir.” (s.157)

Ve Žižek bize, bence son derece haklı bir biçimde, sosyal demokrasinin çöküşünün de komünizmin, daha doğrusu “radikal bir toplumsal sistem değişimi” tahayyül edebilme gücünün tükenişiyle ilintili olduğunu anımsatır. Žižek, bazılarınca “sosyal demokrasinin yeniden doğuşu” olarak kutlanan “Üçüncü Yol” hareketine de, işte bu perspektif içinden bakar ve bu terimin “problematik” doğasına işaret eder. Ona göre, “Üçüncü Yol” terimi “problematik”tir; zira, her şeyden önce, bir “İkinci Yol”un yokluğuna gönderme yapar. Žižek’in kendi ifadesiyle,

“Üçüncü Yol fikri, tam da, en azından Batı’da, eski-stil muhafazakârlıktan radikal sosyal demokrasiye kadar tüm diğer alternatiflerin, global kapitalizmin ve onun liberal demokrasi nosyonunun utkulu saldırısı karşısında çözüldüğü bir anda doğdu. Üçüncü Yol nosyonunun hakiki mesajı, hiçbir İkinci Yol’un, global kapitalizmin hiçbir alternatifinin olmadığı iddiasıdır ki, böylece Üçüncü Yol, alaycı bir ‘sözde-Hegelci olumsuzlamanın olumsuzlanması’ yoluyla bizi ilk ve tek yola geri döndürür: İnsanî bir yüz taşıyan global kapitalizm.”[8]

Žižek’in yorumundan çıkan en önemli sonuç, sağ/sol ayrımının, ancak sistemin

radikal bir alternatifi var olduğu ölçüde bir anlam taşıyacağı, yani sadece verili sistemin dışına çıkabilme imkanı ve arzusu fiilen var olduğu sürece, ancak o zaman, hem sistem-karşıtı hem de sistem-içi bir soldan söz etmenin anlamlı olacağıdır. Gerçekten de, bir zamanlar, sosyalizm fiilî bir sistem-karşıtı sol alternatif olarak varken, sosyal demokrasi, kendini gerçek bir sistem-içi sol tercih olarak ortaya koyabiliyordu. Ancak bugün, yani radikal bir sistem-dışı solun fiilen var olmadığı, daha doğrusu son derece etkisiz bir biçimde var olabildiği günümüzde, kuşkusuz, bir Üçüncü Yol’dan söz etmek kadar anlamsız bir şey olamaz. Buna rağmen bir “Üçüncü Yol”dan söz ediliyorsa -ki ediliyor-, bence bunun tek bir anlamı vardır: Francis Fukuyama’nın, dünya tarihini kronolojik olarak değilse de kategorik olarak sona erdiren ünlü kuramının, politik versiyonunu formüle etme. Dolayısıyla, sonuç: Žižek’in de dikkat çektiği gibi, “tek tip” bir depolitizasyon politikasının egemenliğini pekiştirmesi olabilir.

Amerika hakkındaki yaygın politik mitlerden biri, onun “post-ideolojik” bir rejime sahip olduğu iddiasıdır. Yaygın bir biçimde iddia edilir ki, Amerika, ideolojik değil pragmatik bir politika anlayışının egemen olduğu istisnai bir ülkedir. Şimdi görünen o ki, bütün dünya, en azından Avrupa’nın “refah-ötesi” olarak adlandırılan ülkeleri de, bu tarzdan “depolitik” bir politika anlayışına doğru ilerlemekte ve dolayısıyla, Amerika’nın “istisnailiğini” tehdit etmektedirler. Pragmatizmin de bir ideoloji, depolitizmin de bir politika olduğu gerçeğini göz önüne alırsak, içinde yaşamakta olduğumuz sürecin sol açısından, hattâ diyebiliriz ki, geleneksel anlamıyla sağ açısından da son derece hayatî sonuçları olacağı açık olmalı. Her şeyden önce, bu pragmatik depolitizasyon süreci, sağ/sol ayrımını bulandırıcı bir mistifikasyonun sürekli hale gelmesine ve pekişmesine neden olabilir.

Peki, böylesi bir ortamda sağ/sol ayrımının herhangi bir politik anlamı olur mu? Sanırım, şimdi bu soruya, Bobbio kadar özgüvenli bir biçimde olumlu yanıt veremeyiz. Çünkü, bana öyle geliyor ki, bu sorunun yanıtı, büyük ölçüde, insanlığın, Marx’ın -yukarıda sözünü ettiğimiz- ironik mirasını nasıl kullanacağına bağlı. Görünen o ki, solun da, sağın da kaderi, bir anlamda Marx’ın asi hayaletinin gölgesi altında yazılacak. Başka bir deyişle, sağı şimdilik bir yana bırakırsak, solun kaderinin ne olacağı, büyük ölçüde onun içinde bulunduğu koşullara ne tür bir tepki göstereceğine, bu koşullar altında kendini nasıl tanımlayacağına, içinde yaşadığı depolitik politika ortamıyla arasına ne türden bir mesafe koyacağına bağlıdır, diyebiliriz. Doğal olarak, bu da bizi, başlangıçta ortaya attığımız ikinci soruyu tartışmaya götürür.

ÖZGÜRLÜK YA DA EŞİTLİK Mİ,

YOKSA ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK Mİ?

Hatırlanacağı gibi, Bobbio, sağ ile solu birbirinden ayıran temel ölçütün, özgürlük değil, eşitlik taraftarı olup olmamak olduğunu ileri sürmüştü. Bobbio, eşitlik ile özgürlüğü karşıtlaştırıp özgürlüğü sağın, eşitliği de solun ideal değeri olarak gören yaygın kabullenmeye karşı eleştirel bir mesafe alarak, sağı ve solu birbirinden ayırt eden şeyin özgürlük değil -ki ona göre, sağda da solda da özgürlükçüler ya da yetkeciler olabilirdi- eşitlik olduğunu savunur.

Bana göre, Bobbio’nun bu yaklaşımının bir iyi, bir de kötü yanı var. İyi yan şu: Günümüzde solun, tam da yukarıda değinmiş olduğumuz sosyo-kültürel “Amerikanlaşma” eğilimi nedeniyle zaman zaman unutur gibi olduğu bir vasfını, eşitlik tutkusunu altını çizerek anımsatıyor ki, bu bence, sol adına oldukça yerinde ve yararlı bir bellek tazelemesidir. Çünkü, günümüzde sol hareketler de “ortasınıflaşma” denilen süreçten payını aldı ve doğal olarak, bu süreç içinde, giderek artan oranda “post-materyalist” olarak nitelenen değerlerin etki alanına girdi. Böylece sol, eşitlikten çok özgürlüğü vurgulama yönünde bir eğilimin etkisi altında kaldı, diyebiliriz. Bu da, solun “liberalleşmesi” diyebileceğimiz bir eğilimin ortaya çıkmasına ve bu eğilim içinde, solun, kendisini neo-liberal gidişattan ayırt edemeyeceği bir mecraya doğru sürüklenmesine yol açtı. Belki basit bir yargı ama, örneğin ülkemizde, benim, “bizim” diye sahiplendiğim partinin adında bile, “özgürlük” önce geliyor ve daha da önemlisi, “eşitlik” yerine “dayanışma” gibi görece yeni ve belirsiz, üstelik daha çok “Üçüncü Yol” denilen hareketlerce sahiplenilen bir terim kullanılıyor.

Bobbio, işte tam da bu noktada, solun “eşitlik”ten söz etmeye pek istekli görünmediği bir anda, ona eski ve köklü “eşitlik tutkusu”nu anımsatarak, bence son derece iyi bir şey yapıyor. Ancak, bu eşitlik yanlısı vurgunun, elbette bir de kötü yanı var. Zira bu tek yanlı vurgu, bir anlamda, başlangıçta kendisine karşı eleştirel bir mesafe alınmış olunan liberal “eşitlik/özgürlük paradoksu”na yeniden yakınlaşmaya, dolayısıyla da yeniden bu paradoksa yakalanmaya yol açıyor.

Bana göre, sağ ile solu birbirinden ayırt eden şey, onların “özgürlük” ya da “eşitlik” değerlerinden hangisini benimsemiş ve sahiplenmiş oldukları değil, bu değerlere nasıl bir anlam yüklemiş olduklarıdır. Bu bakımdan, sağ ve sol kavramlarını, Bobbio’nun onları çıkarmış olduğu “genel teorik soyutlama düzeyinde” değil de, “özgül pratik somutlama düzeyinde” tartışmanın, özellikle, “eşitlik ve özgürlüğe” ilişkin sol anlayışın özgünlüğünün ortaya konması bakımından daha uygun olacağını düşünüyorum. Bu nedenle aşağıda, Bobbio’nun tersine, genelde sağ ve sol değil, özelde onların birer alt türü olarak görülebilecek olan liberaller ile sosyalistler arasındaki farklılıklara işaret etmeye çalışacağım. Kuşkusuz, böyle yaparak, Bobbio’nun teorik menzilinin dışına çıkmış oluyorum; ancak, böyle bir sapma ile, genelde sol adına konuşurken bile, eşitlik ile özgürlük sözcüklerinin dikkatli bir biçimde kullanılması gerektiğini gösterebilmeyi umuyorum.

Bana göre, “özgürlük ve eşitlik” hakkındaki yaklaşımları bakımından liberaller ile sosyalistler arasında üç temel farklılıktan söz edilebilir: 1) Liberaller, “özgürlük ve eşitlik” değerleri arasındaki bir paradokstan; sosyalistler ise, daha çok, bu değerlerin kendi içlerindeki paradokslardan söz etmeye eğilimlidirler. 2) Liberaller, “özgürlük ve eşitliği” daha çok teorik; sosyalistler ise, daha çok pratik bir sorun olarak görmeye eğilimlidirler. Ve nihayet 3) liberaller, bu değerleri ideal ve mutlak anlamlarıyla almaya eğilimli iken; sosyalistler, “özgürlük ve eşitlik” değerlerini “bağlam-bağımlı” bir biçimde ele almaya eğilimlidirler.

Bu üç temel farklılığın bence en önemlisi ikincisidir; hattâ, diğerlerin de zaten ondan kaynaklanmış oldukları bile söylenebilir. Öyle ya, liberaller, “özgürlük ve eşitliği” daha çok teorik bir sorun olarak görmüş oldukları içindir ki, onları ideal ve mutlak anlamlarıyla ele alırlar ve bu nedenle de, bir “özgürlük/eşitlik paradoksu”ndan söz ederler. Oysa sosyalistler, “özgürlük ve eşitliği” daha çok pratik bir sorun olarak gördükleri içindir ki, onları “bağlam-bağımlı” bir biçimde ele alırlar ve bu nedenle de, “özgürlük ve eşitlik” değerlerinin kendi aralarında değil, aslında kendi içlerinde, dolayısıyla da tek değil iki esaslı paradoksa yol açtıklarını söylerler.

Ancak burada, olası bir yanlış anlamayı önlemek için, kısa bir parantez açıp şunu belirtmem gerek: Solun ya da sosyalistlerin bu “pratik düşkünlüğü”, onların bir “teori düşmanı” olduğunu anlamına gelmez. Marx’ın ünlü 11. Tez’i göz önüne alındığında, pratik üzerindeki bu vurgunun, sosyalistlerin aslında teorik bir tavrı olduğu rahatlıkla görülebilecektir. Bu nedenle, sosyalistlerin “eşitlik ve özgürlük” değerlerini daha çok pratik bir sorun olarak görmelerinin de, nihayetinde teorik bir tavrın sonucu ve gereği olduğunu belirtmekte yarar var.

Şimdi tekrar liberaller ve sosyalistler arasındaki farklılıklara dönerek, yukarıda formüle ettiğimiz görüşleri daha açık hale getirmeye çalışabiliriz. Yukarıda da söylemiş olduğumuz gibi, liberaller, mutlak ve ideal anlamlarıyla aldıkları “eşitlik ve özgürlük” değerleri arasında kaçınılmaz bir paradoks olduğunu savunurlar ve tercihlerini “özgürlük”ten yana yaparak bu paradoksu çözmeye değilse de aşmaya çalışırlar. Doğal olarak bu tercihten sonra, onların yaptıkları ya da yapacakları şey, bu tercihin rasyonelliğini temellendirmekten ibarettir.

Sosyalistler ise, bir “özgürlük/eşitlik paradoksu”ndan çok, “özgürlük ve eşitlik paradoks”larından söz ederler. Zira onlara göre, asıl ilginç olan şey şu ki, “özgürlük” dediğimiz şey özgül bir bağlam içinde bazen özgürlüksüzlük, hattâ bir kölelik; aynı şekilde, “eşitlik” diye gördüğümüz şey de bazen eşitsizlik, bir adaletsizlik anlamına gelir. Tek bir örnek, ne demek istediğimizi anlatmak için yeterli olacaktır, sanıyorum. Kapitalist sistemde, işçinin işgücünü satma özgürlüğü vardır; ancak, bu aslında “özgürlük” denilen şeye taban tabana karşıttır. Başka bir deyişle, bu özgül bağlam içinde işçinin özgürlüğü aslında özgür olmama anlamına gelir. İşte son derece açık bir “özgürlük paradoksu”: Özgürlükten vazgeçmek, hattâ vazgeçebilmek bir özgürlük müdür? Kuşkusuz, aynı konuda “eşitlik” için örnek bulmak çok daha kolay. Ancak, bunu daha sonraya bırakarak, çok daha ilginç olan başka bir konuya işaret edelim. Sosyalistler için asıl sorun, “özgürlük” ve “eşitlik” arasında şu ya da bu şekilde bir tercih yapmak değil, tam tersine, özgürlüğü bir eşitlik, eşitliği de bir özgürlük sorunu haline getirebilmektir, diye düşünüyorum. Eğer bugün, solun ayırt edici bir vasfından söz edilecekse, bu, eşitlik ve özgürlüğü birbirinden ayırt etmemek, ikisi arasında herhangi bir uyuşmazlık görmemek gibi, oldukça az rastlanan bir politik vasıf olmalı, diye düşünüyorum.

Aslında Bobbio da bir yerde, Vittorio Foa’nun solun temel değerinin özgürlük olduğunu kanıtlamak için kullandığı bir örneği irdelerken benzer bir noktaya gelir. Ancak o, bazı durumlarda, hattâ diyebiliriz ki, çoğu durumda özgürlük ile eşitlik sorunlarını birbirinden ayırt etmek zor ve anlamsızdır, sonucuna ulaşmak yerine, bu tür özgürlük mücadelelerinin de aslında bir tür eşitlik arayışının ürünü olduğunu söyleyerek, kendi tezine sadık kalmayı tercih eder. (bkz.: s.35-36) Halbuki, kendisinde vurguladığı gibi, eşitsizliğin sınıfsal, ırksal ve cinsel olmak üzere üç temel kaynağı vardır (s.131) ve birincisini şimdilik bir yana bıraksak bile, son iki kaynağa bağlı eşitsizlik hallerinde ortaya atılacak olan taleplerin, ne kadar “eşitlik” değeriyle ne kadar “özgürlük” değeriyle ilintili olduklarını saptamanın gerçekten güç olacağını, sanırım rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kuşkusuz, özgürlük ve eşitlik değerleri zaman zaman çatışma içinde olabilirler; ancak, kabul etmemiz gerekir ki, çoğu durumda da birbirlerinden ayırt edilemeyecek kadar içiçe geçmiş halde bulunurlar. Elbette, bunları görebilmek için, bu değerlerin gökyüzündeki edalarına değil, yeryüzündeki hallerine bakmak gerekir. Örneğin, “fırsat eşitliği” talebini alın. Bu talepte, “eşitlik” sözcüğü vurgulanıyor olmakla birlikte, aslında eşitsizlikler veri kabul edilip, bu eşitsizlik hallerine, daha doğrusu konumlarına ulaşabilme özgürlüğü dile getirilmiyor mu? Dahası, “eşit işe eşit ücret” talebindeki “eşitlik” ile “kadın-erkek eşitliği” talebindeki “eşitlik” aynı kavrama mı gönderme yapıyor? Ya da Bobbio’nun kitabında en çok değindiği sorunu ele alalım. Yabancı işçiler, göçmenler geldikleri ve hâlâ yaşamakta oldukları merkez kültürlerce “tanınma”yı talep ettiklerinde, acaba özgürlük mü, yoksa eşitlik mi istiyorlar?

Soruları ve örnekleri arttırmak mümkün; ancak, sanırım gereksiz. Öyleyse, şimdi son sözlerimizi yazabiliriz: İçinde yaşadığımız ve sanırım -ne yazık ki- epeyce de yaşamaya devam edecek olduğumuz bu depolitik atmosfer içinde, eğer politik açıdan anlamlı bir sol olacaksa, bu, verili politik dilin sunduğu paradokslar içinde kıvranan değil, kendi paradoksları ile boğuşan; özgürlük ile eşitlik arasında tercih yapmaktansa, ikisi arasında gidip gelmeyi, başka bir deyişle, kararsız bir biçimde ikisi arasında salınıp durmayı tercih eden bir sol olmalı, diye düşünüyorum.

[1] Bobbio’nun kitabına yapılacak olan göndermeler, metin içinde sayfa numarası verilerek gösterilecektir.

[2] “Solda ‘Kalmak ya da Olmak’ Sorunu”, Cumhuriyet Kitap, 20 Nisan 2000.

[3] Aktaran: Peter Hudis, “Marx in the Mirror of Globalization”, www.biritannica.com.

[4] Aktaran: Peter Hudis, a.g.m.

[5] “Still the Exceptional Nation?”, Wilson Quartery, Kış 2000.

[6] Bu değer değişimi için, Inglehart’ın “postmateryalizm teorisi”ne bakılabilir. Bu teoriye göre, ekonomik güvenliğin artışıyla birlikte, bireyler giderek artan bir biçimde “yaşam kalitesi”ni arttırma doğrultusundaki ilgiler üzerinde odaklanmaya başlarlar. Bu ilgiler, ekonomik amaçlar elde edildikten sonra gelişmeye eğilimli olmaları anlamında “postmateryal”dir ve ahlâk, adalet ve kendini-gerçekleştirme gibi sorunlarla bağıntılıdır ve dolayısıyla, seksüel, ırksal eşitlik, çevrecilik ve hayvan hakları gibi politik sorunları içerir. Dünya Değerler Surveyi, 1970-94 yılları arasında, bu değerlerin anlamlı biçimde statü kazandığını gösterir. Kuşkusuz, bu Survey daha çok gelişmiş ülkeler için konuşmaktadır; ancak ben, bu eğilimin bizim gibi ülkelerde de ortaya çıkmış olduğunu, üstelik merkez ülkelere göre çevre ülkelerdeki eğilimin çok daha ilginç sosyolojik, politik, hattâ psikolojik yorumlara konu olabileceğini düşünüyorum. Ayrıntılı bilgi için bkz. M.L. Thomas, “Postmodernisation and the Formation of A Postmodern Political Disposition”,www.sheffield.ac.uk/uni/academic/R-Z/socst/Shop/Thomas.htm

[7] “Attempts to Escape the Logic of Capitalism”, London Review of Books, cilt 21, 28 Ekim 1999.

[8] A.g.m.