Bir Katliam İki Türkiye

Hrant Dink’in ‘beklenmedik’ katli, Türkiye’nin ruhuna işlemiş olan ölü toprağını temellerinden sarstı. Dile getirilen samimi tepkilerin şu ya da bu şekilde bir utanç hissini açığa vurması, nasıl bir enkaz altında kalmış olduğumuzun; belki de -daha doğru bir ifadeyle- nasıl bir enkaz altında yaşıyor olduğumuzun en açık göstergesi.

Ancak şunu da eklemek gerek: Bu cinayet, ruhumuza işlemiş ‘ölü toprağı’yla birlikte, aklımıza sinmiş ‘sinizm’i de köklerinden sarstı. Sözkonusu utanç hissinin, büyük ölçüde çaresizlikten, güçsüzlükten, mecalsizlikten kaynaklandığının açıkça itiraf edilmesi de bunu gösteriyor.

Şimdi ayaklarımızı basıp doğrulmaya çalışabileceğimiz tek sağlam zemin işte bu utanç hissi ve hissin temelinde yatan güçsüzlüğün açık itirafıdır, diye düşünüyorum. Bu his ve bu itiraf, önümüzdeki tek çıkış yolunun ‘dibe vurmak’ olduğu gerçeğiyle yüzleşirse; daha da önemlisi, bu yüzleşmeyi inatla ve sadakâtle sürdürürse pozitif bir güce dönüşebilir, dönüştürülebilir. En azından, ben böyle olabileceğini umuyorum. Daha önceki birçok travma sonrasında yaşadığımız geçici kitlesel ‘histeri’lerin tekrarına artık tahammül edebileceğimizi, sanmıyorum. Umarım, bıçak gerçekten kemiğe dayanmıştır. Umarım, gerçekten çaresiz kalmışızdır. Umarım gerçekten köşeye sıkışmışızdır. Umarım gerçekten samimiyizdir.

Zira sığınabileceğimiz tek yer, bu samimiyetimizdir; kendimizin bile bir hayli ücrasına düşen bu içtenliğimizdir. Çağımızda ‘Özne Olma’ imkânının sıkışıp kaldığı köşe burasıdır. Köşeye sıkışmış olduğumuz doğrudur. Çaresiz, güçsüz, mecalsiz olduğumuz doğrudur. Ancak yine de bir şeyler yapabiliriz. Hiç değilse güçsüz olduğumuzu, köşeye sıkışmış olduğumuzu kabul ederiz. En azından bunu kabul ederek bir şey yapmış oluruz çünkü; en azından bir fiilimiz olur, en azından bir fiilimizin gerçek öznesi oluruz.

‘Özne Olma’nın imkânsızlığını görmek, bizi teslim alan mecalsizliğin sebeplerini idrak etmek; bu görünün ve idrakin acısını ta içinde hissetmek… Bütün bunlar, ‘Özne’nin sonunun olduğu kadar ‘Özne Olma’nın başlangıcının delaleti de olabilir. En azından bunu ona delalet ettirmek, en azından bu bizim elimizdedir.

Sıkıştırılan her şey güç biriktir. Çaresizliğin kendi içinde hayal edilemeyecek miktarda enerji biriktirdiğini biliyoruz. Kedi, köşeye sıkıştırdığı farenin üzerine hemen atlamaz, atlayamaz; bir anlık da olsa duraklar. Sadece fareyi değil, o farenin çaresizliğini ve korkusunu da oraya, o köşeye sıkıştırmış olduğunu bilir çünkü. Çaresizliğin, güçsüzlüğün kendi içinde biriktirdiği kudret bilkuvve kuvvettir. Vücut buluncaya dek gözlere görünmez; gözlere görünmez, ama o çaresizliğin sebebi olanların yüreklerine korku salar. Marx, Manifesto’da boşuna bize hayaletten söz etmedi.

O gün can havliyle Agos’un önünde toplanan kalabalıkta işte bu kudret vücut buldu, diyebiliriz. Bu nedenle -şimdi doğal olarak dağılmış olsa da- bu kalabalığa, bu kalabalıkta vücut bulmuş olan kudrete gözlerimizi kaçırmadan, dikkatle, korkmadan bakmayı sürdürmeliyiz. Tepkimizin samimiyetinin -eğer varsa- tek ölçütü, tek güvencesi bu bir an vücut bulmuş olan kudrete ve bu kudretin -çekip gittiğinde- ardında bıraktığı hayalete sadakât olacaktır.

Nedir bu kudret? Kimdir bu hayalet? Ahlaki bir duruşu, etik bir tavrı politik olanla doğrudan, aracısız buluşturan samimiyet, diyebiliriz buna. Hrant’ın katline -sanki bu olayın kendinde hiçbir politik anlam yokmuş gibi- dışarıdan anlam yüklemeye çalışanların ahlaki ikiyüzlülüğü ile bu olayın vahametiyle, deyim yerindeyse ‘çıplak hakikati’yle doğrudan yüzleşmeyi seçenlerin politik samimiyeti arasındaki fark da, diyebilirdik elbette. İkiyüzlülük ve içtenlik... Can almak, can yakmak ile can vermek, canı yanmak arasındaki çıplak fark…

“Hrant’a sıkılmış kurşunlar ‘Türklüğü aşağılayanlar’a sıkılmıştır.” diye böbürlenenlerin; “Hrant’a sıkılmış kurşunlar ‘Türkiye’ye sıkılmıştır.” diye yerinenlerin; “Hrant’a sıkılmış kurşunlar ‘Demokrasi’ye, ‘Özgürlük’e, ‘Türkiye’nin Avrupa ile birliği’ne sıkılmıştır.” diye dövünenlerin hamaseti -farklı, hatta birbirine karşıt saiklerle harekete geçmiş olsalar da- aynı kapıya çıkar: Bunların tümü, bir insanın yok edilmesinin ahlaki/politik anlamı üzerine düşünebilecek duyarlılıktan yoksundurlar. Kendi hakikatlerinden soyunup orta yere serilmiş olan Hakikat’e çıplak gözle bakmaya ne yetileri ne cesaretleri vardır.

Şahsi olanın doğası gereği politik bir şey olmasıyla, şahsi olanın politikleştirilmesi farklı bir şeydir. Ve biz, şimdi durup dinlenmeden bu ‘fark’ üzerine düşünmek zorundayız. Katiller ile aramıza ‘utanç’tan başka, ‘utanç’tan daha sağlam, daha yüksek bir duvar çekebilmek için durup dinlenmeden bu ‘fark’ üzerine düşünmek zorundayız.


Bir insanın bir insanı öldürmesi, hem de sinsice arkasından yaklaşarak öldürmesi hiç de kolay bir iş değil. Ama insanlar bunu sık sık kolayca yaparlar. Bunu, ‘şahsi olan’ı ‘politikleştirdikleri’ için kolayca yaparlar. Kolayca yaparlar; çünkü cinayet anında orada değildirler; olayı dışarıdan izleyenler kadar ‘masum’durlar. İlk kurşun iradelerine sıkılmıştır çünkü, parmakları tetiğe bir ‘şey’ adına basar ve namlularının ucunda duran da gerçek bir insan değildir hiçbir zaman, bir ‘şey’dir; daha doğrusu, bir şeyin sembolü… Başlıkta ‘Bir Katliam’ dememin sebebi de bu. Zira Hrant’a ateş edenler, bir insanı değil onun şahsında birçok insanı öldürmeyi; en azından onun ölümünün birçok insana ‘ibret’ olmasını amaçladılar. Ve hepimiz görüyoruz ki, silahlar hâlâ susmadı.

Biz şiddeti insanın doğasına ait bir şey olarak görme eğilimindeyizdir. “İnsan doğası gereği şiddete başvurur.” dediğimizde, insan ile şiddet arasında bir mesafe olduğunu ima etmeyi amaçlarız. İnsanın doğa ile, dolayısıyla kendi doğasıyla arasına bir mesafe koyabildiği ölçüde insan olduğunu ima ederiz. Elbette gayet ‘insani’ bir eğilimdir bu. Sınırlar net bir şekilde çekilmiştir çünkü: Şiddet ‘doğa’ya, insan ‘medeniyet’e aittir. Zaman zaman sınır ihlalleri olsa da, sınırların berisi -‘ülke’ler ya da ‘terim’ler- güvenliktedir. Oysa şiddetin ‘doğal’ ve ‘medeni’ hallerinden söz etmek çok daha yerinde olurdu. Ya da şöyle diyelim: Doğal ve sembolik şiddetten… ‘Sembolik’ ile aslında ‘politize edilmiş’ şiddeti kastediyorum; ‘medeni’ şiddeti, ‘ibret’ olarak sergilenen şiddeti… Bir insanı, bir ‘şey’ adına öldürmeyi… Bir kişinin şahsında gıyâben birçok kişiyi öldürmeyi… Doğada insan dışında bu şekilde öldüren; tek bir varlığı hedef alıp da aslında bir katliam gerçekleştiren başka bir canlı türü yok. İnsana doğanın değil, medeniyetin ‘bahşetmiş’ olduğu bir yeti değil midir bu?

İlk bakışta biraz önce söylemiş olduklarımıza ters düşüyormuş gibi görünebilir; ancak, şu da doğrudur: Bir insanın başka bir insanı öldürmesi mümkün değildir. İnsanı insan kılan bu imkânsızlıktır. Ancak bir Türkün bir Ermeniyi -ya da tersi, bir Ermeninin bir Türkü- öldürmesi mümkündür. Bir Türkü Türk ya da bir Ermeniyi Ermeni kılan bu imkândır.

Peki, biz ne yapacağız? ‘Biz’ dediğim şu kendini ne Türk ne de Ermeni olarak görenler… Ya da kendilerini herhangi bir etnisitenin üyesi olarak değil de, öncelikle insan olarak görmeyi tercih edenler… Yani sosyalistler, biz ne yapacağız?

Mümkün olanlara karşı imkânsız olanı savunmak, sosyalistlere yakışan bu inattır. Bu inadı sürdürmekten başka çaremiz yok. Bir insanın başka bir insanı öldürmesinin mümkün olmadığını; hiçbir şeyin, bir insanın başka bir insanı öldürmesini anlaşılır kılamayacağını; böyle bir ‘şey’in, hiçbir kavramı, hiçbir sembolü üzerinde barındırmayacak kadar çıplak bir ‘Hakikat’ olduğunu inatla savunmak… bizim varlık sebebimiz bu olmalı.


Dink’in katli, bu topraklarda gerçekleştirilmiş olan en ‘bölücü’ eylemlerden biridir. Türkiye’yi -tam neresinden bilmiyorum ama- kesinlikle ikiye bölmüştür. Elbette Türkiye’nin bedeni varlığını kastetmiyorum. Bölünen Türkiye’nin ‘ruh’udur.

Bir tarafta katillerle özdeşleşenler; diğer tarafta kurbanlarla empati kurmaya çalışanlar… Bir tarafta katillerle hatıra fotoğrafı çektirenlerin yüzsüzlüğü, diğer tarafta, bu fotoğrafları vicdanlarına sıkılmış birer kurşun gibi hissedenlerin çaresizliği... Türkiye’nin aydınlık ve karanlık yüzü…

Bir yanda ‘Ya sev ya da terk et!’ diyenler; diğer tarafta, ‘birlikte yaşamak’tan yana olanlar…

Bir tarafta öfke, diğer tarafta sağduyu. Bir tarafta söz, diğer tarafta şiddet…

Bir tarafta ölüm, diğer tarafta hayat…

İşte karşı karşıyayız.

Üstelik, Hrant da artık aramızda değil; şimdi kelimenin tam anlamıyla yüz yüzeyiz.