İsrail'e İmrenmek

Hizbullah’ın iki askerini kaçırıp sekizini öldürmesine misliyle mukabele etmeye girişen İsrail, Filistin topraklarına ve sonra asıl Lübnan’a dönük muazzam bir bombardıman başlattı. Yüzlerce sivil insan öldü, daha da ölüyor, ölecek.

Kahredici bir iç savaşlar silsilesinin yol açtığı tahribattan yeni yeni toparlanan Lübnan’ın altyapısı, sağlık kuruluşları çöktü, Beyrut yine bir enkaza dönüştü. En cin fikirli ‘strateji uzmanı’nın bile, böylesi bir ‘cezalandırma’ operasyonuyla Lübnan halkında ve politik elitinde Hizbullah’a karşı varolan hoşnutsuzluğu artmasının sağlanacağı gibi ‘faydalar’dan söz edemeyeceği bir durumla karşı karşıyayız: Lübnan nâmına herhangi bir şey kalmıyor ki ortada!

LÜBNAN’IN HİÇLEŞMESİ

Bu vesileyle kısaca işaret etmeliyiz: Lübnan’ın hiçleştirilmesi, Arap dünyasının ve Ortadoğu’nun ‘geriletilmesinde’, ‘barbarlaştırılmasında’ özel bir önemi haizdir. İyice eskiye gidersek; Lübnan, Arap milliyetçiliğinin ve modernizminin inşâ sürecinde laisist ve ‘hümanist’ bir damarın doğduğu yerdir ve Lübnan’ın ‘ezilmesi’, bu damarın kurutulmasına paralel gelişmiştir. Bugün de Lübnan’ın ezilmesi, Arapça konuşulan dünyada, millî devletlerin, onların ‘servisler’inin ve oligarşik yapılarının dışında bir düşünce ve politika vasatının oluşumuna vurulan bir darbedir aynı zamanda. Esas itibariyle Batılı ülke vatandaşlarının o enkazdan tahliye edilmesine hasredilmiş ‘insanî yardım’ teşebbüslerinin dahi marjında kalan Lübnanlı insanların can ve hayat gücü kayıplarının ötesinde, bir de böyle bir kayıp var...

İSRAİL’DE MUHALEFETİN KRİZİ

Endişe uyandırıcı bir nokta da, militarist rejime muhalif ve savaş karşıtı güçlü bir toplumsal hareket geleneğine sahip bulunan İsrail’de, bu soylu damarın kan kaybettiğine ilişkin işaretlerdir. Genel olarak İsrail Solu’nun tarihindeki en zayıf ânını yaşadığını söyleyebiliriz. İsrail’in işgal politikasına karşı çıkan çevreler, Hizbullah ve Hamas’ın İsrail’in varlığını zinhar kabul etmeyen çizgisini sürdürmesi ve bu doğrultuda yürüttüğü şiddet eylemleri karşısında, ya seslerini duyuramaz hale geliyor ya da rejimin ölçüsüz mukabelelerine destek vermeye sürükleniyor. Sivillere karşı dikkatli olma ve ‘insaniyeti’ gözetme doğrultusunda uyarılardan fazlasını söyleyene ender rastlanıyor. Muhalif İsrailli aydınların yazılarından, İsrail toplumunda, “terörle mücadele”de ahlâkî, insanî, hukukî ölçütleri gözetme kaygısını duyanların -bile- giderek azaldığını okuyoruz. Bunlardan biri, Etgar Keret, “Savaş düşünmeyi kolaylaştırıyor” diye yazmış, kara mizahla: Sözgelimi Gazze’deki işgalden huzursuz olanların veya genel olarak İsrail-Filistin meselesinin karmaşıklığını teslim edenlerin, ‘olay’ askerî mecraya dökülünce kötücül bir ‘kathartik’ bir rahatlama yaşadığını söylüyor.

Beri yandan, özellikle Kuzey’den iç kesimlere kaçan İsraillilerin hükümet aleyhine homurdandığına ilişkin ve barış hareketinin kıpırdanmaya başladığına ilişkin haberler de okuyoruz. Belki, operasyonu ilkece destekleyip “kullanılan araçların uygunluğuna” ilişkin küçük şerhler düşenler; o araçların “uygunsuzluğu”nun ölçüsü gittikçe büyüdükçe, reaksiyon göstereceklerdir. İsrail’deki demokratik muhalefetten ümit kesmemek, belki daha doğrusu, kesmemeyi ummak istemek gerekir.

II. Bush Başkanlığındaki ABD ve onunla mükemmel uyum içindeki İsrail yönetimlerinin, İyiler-Kötüler diye böldükleri dünyaya nizam verme cehdinin Ortadoğu’yu içine soktuğu rezillik... İsrail devletine yönelen eleştirileri otomatik olarak anti-semitizm ithamıyla geçersizleştiren bir (anti-)anti-semitizm ideolojisinin, uluslararası demokratik kamuoyunda yarattığı tıkanıklık...[1] İran yönetiminin kendi alternatif (evet, anti-semitist) Hayır-Şer ekseniyle bu sürece katkısı... Hizbullah ve Hamas’ın ‘nihilizme’ varan pervâsız yönelimlerinin etkisi... Ve oralarda da bu nihilizan çizginin kırılmasına dönük eğilimlerin, İsrail’in saldırısı altında boğulması... Bu sarmal içinde, güce dayalı sinizmin, sadece makro uluslararası düzlemde değil, her düzlemde politikayı boğan bir hâkim dile dönüşmesi... Bu konular, sürekli ilgi ve hassasiyet talep eden ateş topları. Burada ise sadece, İsrail’in savaş aygıtının izlediği misliyle mukabele stratejisinin, Türkiye’deki kanaat imalatçılarını nasıl ‘etkilediği’ üzerinde duracağız.

İSRAİL MİTOSU

Türk ‘seçkinleri’nin, bilhassa Kemalist-milliyetçi entelijensiya ve asker-sivil bürokrasinin, öteden beri İsrail’i hayranlıkla baktığını söyleyebiliriz. Pek fazla ‘açık edilmediğinde’ bile, satır aralarında, özel konuşmalarda kendini gösterir bu hayranlık.

Bu bakış açısından İsrail, bir hızlı gelişme mitosudur. “Adamlar çölü yeşertmiş”tir. Bilhassa orta yaş ve üstü öğretmen, diplomat, subay zümresine, millî kalkınma davasına adanmış örgütlü ve disiplinli toplum ülküsünün hayranlık verici bir emsali olarak görünür.

Ama asıl, Ömer Seyfettin hikâyelerinin zihinlere zerk ettiği tohumları patlatacak türden bir Güçlü Devlet mitosudur İsrail. Devleti, şedit, kahhar ve müntekim sıfatlarıyla ululayanları ürperten bir tahayyülü cisimleştiririr. Güç arzusunu kışkırtan bir Devlet tahayyülüdür bu. Tavizsiz, pazarlıksızdır. Öfkesinin ve gazabının önünde durulmaz. İki askerinin intikamını almak için taş üstünde taş, baş üstünde baş komaz. Dünyanın öbür ucuna kadar iz sürüp, yıllarca fırsat kollayıp, illâ cezasını verir. Tok sözlü, vakur bir soğuk intikamcıdır.[2]

İsrail mitosu, mefhum-u muhalifiyle, Türkiye’yi/Türkleri geri kalan Ortadoğu’dan ayrı ve ayrık tutmaya da yarar. Zaten milliyetçi-Kemalist söylemde derin kökleri olan Arap düşmanlığı, İsrail’le yapılan mukayeseler üzerinden kendine bol gıda bulur. Arap dünyasının, onca nüfusuna ve petrol servetine rağmen İsrail karşısında geri ve âciz kalışı, tarihsel ve politik bir mesele olmaktan öte, bir ‘Araplık zaafı’ olarak görülür. İsrail ile Türkiye’yi, bahtsızlık eseri kalakaldıkları Ortadoğu’nun ‘beyazları’ olarak ortaklaştıran bir bakış türer buradan da. “Biz”, tıpkı İsrailliler gibi, Araplar ve Kürtler’den farklı, modern/medenî/Batılı’yızdır.

Türkiye’nin İsrail’le son onbeş yılda geliştirdiği stratejik işbirliğinin berisinde, böyle bir İsrail Mitosu’nu tespit edebiliriz. Türkiye’de rejim elitinin devlet ve toplum algısına ayna tutan bir mitostur bu.

(Bir parantez: Holocaust’un/ Shoah’ın biricikliğini -ki ironiye mahal yok: gerçekten biricik nitelikte bir insanlık felâketidir!- kollama saikiyle, Ermeni ‘Olayı’nın kınanmasına/adlandırılmasına dönük uluslararası platformlarda Türkiye’ye sağlanan İsrail desteği de sözkonusu işbirliğinin cabasıdır.)

İSRAİL’İN BİNDE BİRİ KADAR OLAMAMAK...

İsrail’in son saldırılarındaki barbarlığına tepki gösterirken ‘aşırıya kaçmamak’ gerektiği uyarısını yapanlar, evvelâ, Ortadoğu’nun Beyazları arasındaki paktı riske atmama saikiyle konuştular. Ayrıca ‘aşırı’ tepki, “Araplardan fazla Arapçılık” sayıldı; zira “Araplar”ın kendilerinin kuru gürültüden öte bir tepki gösterecek takatleri de niyetleri de yoktu.

İsrail’e yönelen protestolardan, veya bu protestonun ‘abartılmasından’ duyulan rahatsızlığın ‘realist’ ifadesi ise şuydu: İsrail’e fazla yüklenmek, Türkiye’nin Kuzey Irak’a düzenleyeceği bir askerî harekâtın meşruiyetini gölgeler, “bizi tutarsız duruma düşürür” idi. Tutarsızlığı gidermenin yegâne yolunun, İsrail’e fazla ses etmemek olduğunu varsayan bir bakıştı bu. Gerek hukuken, gerek politik yönden, gerekse -haydi bunları geçtik- biçimi/ölçüsü/şiddeti itibarıyla böyle bir mukayeseyi davet edecek nitelikteki bir askerî operasyonun uygunluğunu yeniden düşünerek aranacak bir ‘tutarlılık’, onları ilgilendirmiyordu.

İsrail’in büyük taarruzunu başlatmasının hemen ardından gelen günlerde, Türkiye’de PKK’nın saldırılarının yol açtığı can kayıplarının tırmanması, birçoklarında, İsrail’den ibret alma şevkini kamçıladı.[3] Vatan gazetesi, 19 Temmuz tarihli manşetinde, bu şevk ve hevesi ‘haber yaptı’: “İsrail’e Öfke ve Kıskançlık.” Güngör Mengi, bu kıskançlığı normalleştiriyordu: “Fakat dikkat ettiyseniz birkaç günden beri Lübnan’daki sivil ölümler 200’ü geçtiği halde Ankara’dan yükselen itiraz sesleri kısıldı. Hatta PKK terörünü Kuzey Irak’taki inlerinde bastırma isteğine yönelen itirazları Türkiye, İsrail’in yaptıklarını emsal göstererek göğüslemeye çalışıyor. Aynı hissiyat toplumu da etkisi altına almıştır. Düne kadar İsrail’in acımasızlığı nedeniyle hedef olduğu öfke, şimdi yerini yavaş yavaş takdir ve imrenme duygusuna bırakmaya başlamıştır.
Bu şaşırtıcı değişikliği tek başına PKK yaratmıştır. Şehit cenazelerini taşıyan kalabalıklardan ‘İsrail kadar olamadık’ homurtuları yükseliyor
.”

Büyük/merkez medyada, İsrail savaş aygıtının ölçüsüz misilleme ‘konseptine’ imrenişini en açık seçik dile getiren, -bekleneceği gibi-, Emin Çölaşan oldu. 18 Temmuz’da şöyle hayıflanıyordu: “Bir askeri kaçırıldığı için bölgeyi kan gölüne çeviren İsrail’in, koskoca Türkiye Cumhuriyeti olarak değil yüzde biri, değil binde biri, milyonda biri kadar bile olamadık, olamıyoruz.” Ertesi günkü yazısında, yukarda sözü edilen İsrail Mitosu’nun ballandırmalı bir tasviri yer aldı. “Bomba gibi örgütlenmiş bir ülke”ydi İsrail: “Dünyanın en güçlü istihbarat örgütüne sahip. Bizim din kardeşlerinin nefes alışını bize izliyor, gerekeni anında yapıyor. (...) Bir sürü ülkenin en gizli bilgileri bile –para ve çıkar karşılığında- İsrail’e oluk gibi akıyor. (...) Sevelim sevmeyelim, beğenelim beğenmeyelim, İsrail gerçeği bu.” “Sevelim sevmeyelim...”, tabii sözün gelişi. O pervasız güç kullanımının yarattığı hayranlık ortada.[4]

Hayranlık duyulan savunma/güvenlik/cezalandırma/misilleme ‘konsepti’nin ne olduğu ortadadır: Hastane bombalama, insanları açlığa, susuzluğa mahkûm etme, sivillerin kitlesel ölümüne yol açacak toplu ve ‘anonim’ cezalandırmalardan’ kaçınmama... Kürt meselesinin veya herhangi bir meselenin ‘çözüm’ünü ararken İsrail’e imrenmek, bunları veya buna mümasil ‘önlemleri’ meşru görmek demektir. “Askerî çözüm”ü bir sorunun hal yolu veya hal yolunun bir parçası olarak görmekten de öte bir şeydir bu. “Sorun”u -eğilimsel olarak: bütün sorunları- tümüyle bir bombardıman nesnesine indirgemektir. O bombardımanın menziline girenleri insanlığın ve hukukun içinde saymamaktır.

Ayrıca, Ahmet İnsel’in 23 Temmuz’da Radikal İki’de dikkat çektiği gibi, İsrail gibi yaparak” neticede “İsrail gibi olmak” demek; terör tehdidine karşı sürekli teyakkuz ideolojisinin egemenliğine girmek, güvenlik aygıtının toplumsal yaşamdaki denetimini mutlaklaştırmak demektir. Türkiye’nin yönetici elitinin zihnindeki İsrail Mitosu’yla uyumlu olan bu tasarım, ne İsrail’de ne Türkiye’de yaşayan insanların hayrınadır.

İsrail’den ibret alarak girilecek ‘hareket tarzı’nın, Türkiye’yi de, ABD’nin/II. Bush’un dünyaya ve Ortadoğu’ya nizam vermeye dönük tarz-ı siyasetine tamamen asimile eden bir adım olacağını da ‘not edelim’...

Kısacası; somut bir neticeye varmasa bile, bu imrenme hali başlıbaşına irkilticidir. Şüyû’u vukuundan beterdir.


İntifada döneminde, Filistinli bir çocuğun döve döve kemiklerini kıran İsrail askeri görüntüleri, Türkiye’de güvenlik güçlerinin ölçüsüz şiddet kullandığı durumlar için “Burası Türkiye, İsrail değil” sloganını ilham etmişti. Doğrusu, ölçüsüz şiddet kullanma alışkanlığının güçlü ‘yerli ve millî’ temelleri düşünüldüğünde, biraz ucuz bir slogandı. Yine de, zulme karşı bir hassasiyeti yansıtıyordu. Bu sloganın popüler olup unutulmasından şöyle böyle bir on yıl sonra beliren İsrail ‘imrentisi’, bir yeni medeniyet kaybı emâresidir.

TANIL BORA

[1] Birikim’in 186. (Ekim 2004) sayısında bu konuyu ele almıştık. Bilhassa Ümit Kıvanç’ın “Politik doğruluk hakikate karşı” başlıklı yazısı, sözkonusu insafsız ithamlara hedef olmuştu.

[2] Susurluk Skandalı’yla ortaya serilen “örtülü/gayrınizamî operasyonlar” bahsinde, ‘bu işlerin’ mümkün olduğunca ‘temiz’-profesyonel kadrolarla, adâbıyla ve gizlilikle yürütülmemiş olmasına hayıflanan geniş bir zümrenin rol modeli de İsrail ve MOSSAD idi kuşkusuz. Bu konuya 202. sayıda (Şubat 2006) Spielberg’in Münih filmi vesilesiyle de değinmiştim.

[3] Büyük/merkez medyada İsrail saldırısının sunuluşundaki ‘şizofrenik’ durumu ve gazetelerdeki köşe erbâbının İsrail’e özenen tutumun yaygınlığını, 19 Temmuz’da www.bianet.org sitesinde Ragıp Duran da konu etti.

[4] ABD’nin Kürt Devleti’ni “ikinci İsrail” olarak var etmeye çalıştığına –hatta ‘zaten’ Barzani’nin de Yahudi menşeli olduğuna- dair komplo teoremlerini hatırlıyor musunuz? Acaba o teoremleri kuranların bilinç altında, mutasavver bir “2. İsrail” pozisyonunu kaçırma/kaptırma kaygısından doğan bir huzursuzluğu aramalı mı?