Engelliler: Postmodern Kapitalizmin Sakatları

“Önce yahudiler için geldiler

Sesimi çıkarmadım –

Çünkü ben yahudi değildim

Sonra komünistler için geldiler

Sesimi çıkarmadım –

Çünkü ben komünist değildim

Sonra sendikacılar için geldiler

Sesimi çıkarmadım –

Çünkü ben sendikacı değildim

Sonra benim için geldiler

Ve artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı”

Pastor Niemoeller

Neo-naziler hariç, çoğumuz Nazi Almanyası döneminde yapılanın soykırım olduğunu kabul edecektir. Fakat kaçımız, Nazilerin önce sakatlar için geldiğini ve gaz odalarında yüzbinlerce sakatı katlettiğini bilir? Ne Pastor Niemoeller bu gerçeği görüp şiirine “önce sakatlar için geldiler” gibi bir dize eklemiş; ne de Nazileri yargılayan Nurnberg mahkemeleri onları bu eylemlerinden dolayı yargılamıştır.

BİR İKTİDAR SÖYLEMİ OLARAK SAKATLIĞIN HİKAYESİ

Gerek özürlülük, bu yazıda fiziksel, duyusal, psikolojik ya da entellektüel işlev kaybı ya da eksikliği anlamında kullanılacak, gerekse sakatlık, bu yazıda özürlülüğe yüklenen sosyal değer anlamında kullanılacak, çok eski zamanlardan bu yana ve her toplumsal yapıda var olmakla birlikte; özürlülüğün neden ve sonuçları ve sakatlığın tanımı ve sosyal anlamı bütün tarihsel dönemler ve farklı toplumsal yapılar için sabit ve aynı değil.

Öte yandan tarihsel dönem ve toplumsal yapılar birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmadığına göre, tarih ve toplumsal yapı tarafından belirlenen bir kavram olan sakatlığın tanım, anlam ve deneyimleri arasında da benzer bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle, hakkında konuşacağımız “sakat”ın, bulunduğu yerde durup dururken peydah olmadığı, farklı tarihsel ve toplumsal süreçler arasındaki karmaşık etkileşimin bir ürünü olduğu sonucuna varabiliriz.

NEDEN SAKAT?

Sakatları da kapsayan hakim sosyal eğilim, sakatı “faydasızlık”la ilişkilendirmekte, sakatlığı her şeyden önce kişisel bir trajedi, tıbbi yöntemlerle iyileştirilmesi gereken bir sorun olarak görmektedir. Sakat, kör, topal, sağır gibi sözcüklerin sözlük anlamlarını, bu sözcüklerle kurulmuş deyim ve atasözlerini incelemek bile sakatlığa yüklenen negatif sosyal değeri kavramamıza yardımcı olacaktır. Bu sözcüklerin başka dillerdeki muadilleriyle ilgili yapılacak bir inceleme sonucunda rastlanacak “şaşırtıcı” benzerlik, yukarıda tarihsel dönem ve toplumsal yapılarla ilgili olarak yazılan önermeyi destekleyecektir. Fransız filozof Foucault dünyayı deneyimleme hakkında konuşma tarzımızın birbiriyle ilişkili olduğunu söylemektedir. Nesnelere verdiğimiz isimler deneyimlerimizden, deneyimlerimiz de bizim bu nesnelere verdiğimiz isimlerden etkilenir. Sözcük anlamı olarak şimdilik aynı negatif yüke sahip olmasa da, engelin bireyi çevreleyen sosyo-ekonomik şartlarda değil bireyin kendisinde olduğunu ima eden “engelli” sözcüğü yerine, “sakat” sözcüğünü seçmemin nedeni de, sakat ifadesinin sahip olduğu sakatlığa yüklenen negatif değer ve sakatlar üzerindeki sosyal baskıyı anlatma gücüdür.

SAĞLAMCI MİRAS

Erkek ve diğerleri, beyaz ve diğerleri gibi hiyerarşik toplumsal kodları anlatmak için kullanılan cinsiyet-çilik, ırk-çılık gibi kavramlardan yola çıkarak, sakatlığa yüklenen negatif sosyal değerin ve sakatlar üzerindeki sosyal baskının sorumlusu olan sağlam ve diğerleri şeklindeki hiyerarşik yapılanmalar için de, sağlam-cılık diyebiliriz. Farklılıkların karşılaştırılıp ölçülmesine dayanan bu hiyerarşik yapılanma, sağlam olanı rasyonel, ileri, normal, sağlıklı, iyi, doğru; sağlam olmayanı da geri, rasyonel olmayan, anormal, sağlıksız, kötü, yanlış olarak sınıflandırırken; rasyonel, sağlıklı, normal olmayanın rasyonelleştirilmesi, sağlıklı hale getirilmesi ve normalleştirilmesi için gerekli müdahaleleri de meşrulaştıracaktır. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”, “Bu sakat mantıkla bu iş yürümez”, “Bu gerçeği görmemek için kör olmak gerekir” derken yapılan da, söz konusu sağlamcı ideolojinin dil aracılığıyla yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir.

İdeolojilerle sosyo-ekonomik yapılar arasında birbirlerini tamamlayıcı cinsten bir ilişki olduğunu düşünürsek, hakkında konuşuyor olduğumuz sakatın, içine doğduğumuz kapitalist yapının kendinden önceki sosyal ve iktisadi yapılardan devralıp yeniden ürettiği sağlamcı ideoloji tarafından çizilen daire içinde konumlandığını görebiliriz. Dolayısıyla, söz konusu dairenin neden ve nasıl çizildiğini anlamak kaygısıyla çıkılan yolda, sağlamcı ideolojik mirasın oluştuğu tarihsel dönemlere başvurmak ve kapitalizmin bu ideolojik mirası nasıl yeniden ürettiğini anlamaya çalışmak aydınlatıcı olacaktır.

Bu noktada bir parantez açarak, sakatlık gibi genel bir kategoriye sokulan grupların her tarihsel dönem için özürlü ya da sakat olmayabileceğini, bu yazıda üzerinde duracağımız sakatlığın sosyo-ekonomik değerinin evrensel olmadığını belirtmeliyim. Örneğin insanlığın yazıyı icad etmediği dönemlerde ya da okuma yazmanın yaygın olmadığı toplumlarda, yazıyı okuyamamaktan kaynaklı öğrenme güçlüğü yaşayan (disleksi) ya da yazma konusunda güçlük yaşayan (disgrafi) insanlardan söz edilemez. Avustralyalı Aborijinlerden Daleguralar, Kenyalı Masailer gibi toplumlarda bebeklerin öldürülmesinin yasak olması, yaşlılığın bir otorite ve saygı işareti olarak kabul edilmesi, özürlü insanların toplumsal yaşam dışına itilmemesi de sakatlığın evrensel bir kategori olmadığına örnek sayılabilir. Antropolog Aud Talle şunları yazmaktadır:

“Bir kimsenin şu veya bu şekilde özürlü oluşu sadece onun kişiliğinin bir parçasıdır, fakat sosyal veya kültürel olarak herhangi bir fark yaratmaz. Tabii ki Masailer, özürlülüğün farkındadırlar ve ona kötü bir durum veya şanssızlık olarak bakarlar. Her iki toplum da farklılığı adlandırır ve belirtir, fakat bu, onlarca kabul edilebilir bir şeydir ve farklı ve anormal olanlardan korkmamaktadırlar. Sakat bir çocuk doğurmak, kültürel olarak çeşitli tedbirler alınması gereken bir kriz durumu değildir. Hayat deneyiminin bir parçasıdır.”

SAKATLIĞIN ÖBÜRGÜNÜ YA DA KAPİTALİZM ÖNCESİNİN SAKATI

“Modern olan ne varsa, Antik Yunan’a borçluyuz.”

Oscar Wild

Genellikle kabul edilmektedir ki, Batı uygarlığının temelleri Antik Yunan döneminde atılmıştır. Dönemin felsefe, sanat ve mimarlıktaki deneyimleri bütün Batı dünyasının kültürüne derin etkide bulunmuştur.

Öte yandan, genellikle Yunan ekonomisinin kölelik üzerine inşa edildiği göz ardı edilmektedir. Yunan medeniyeti açıkça görülür bir biçimde patriyarkiye, hiyerarşiye dayanan şiddet yoğun bir toplumdu. Antik Yunanlılar evrensel olarak vatandaşlık haklarının ve bireyciliğin yaratıcısı olarak görülse de bu, sadece Yunan erkeklerine mahsustu ve kadınlar ile Yunanlı olmayanlar ikinci sınıf olarak kabul edilirdi. Yunanlı erkekler için askerlik hizmeti mecburiydi. Yunan toplumu, birbirleriyle veya komşularıyla sık sık savaşan yarı-otonom şehir devletlerden oluşuyordu. Bu tip bir toplumda fiziksel ve entellektüel dinçlik gerekli bir şeydi; sakatlar için toplumsal yaşamda çok az yer vardı. Özürlü doğan bebeklerin öldürülmesi yaygın ve teşvik edilen bir uygulamaydı. Hatta bazı şehir devletlerinde mecburiydi. Bu uygulamanın yansımalarından birisi, Yunanlı bir jinekolog doktor olan Soranos tarafından M.S. ikinci yüzyılda yazılan “Yetiştirmeye Değer Bir Çocuğun Tanınması” isimli eserde görülebilir:

“... Çocuk vücudu, her yönüyle mükemmel olmalıdır. Boyutları ve biçimi uygun olmalı ve doğal uyaranlara tepki vermelidir…”

Mitolojide de dönemin sakatlık yaklaşımının izleri sürülebilir. Tanrılar ve tanrıçaların, antropomorfik şekilleriyle kutsal varlıklar olarak değil, daha ziyade “mükemmelleştirilmiş insanlık idolleri” olarak yaratıldığı mitolojide, tanrılardan sadece biri sakat ve çirkindir. O da Hephaistos’tur. İki ayağı da topaldır. Homeros’un İlyada’sında bunun sebebi iki şekilde açıklanır. Birinciye göre babası Zeus, Hera ile kavga ederken Hephaistos annesinin tarafını tutar, buna kızan Zeus oğlunu Lemnos adasına fırlatır ve Hephaistos bu yüzden sakat kalır. İkinci efsaneye göre Hephaistos sakat doğar, bu durumdan utanan annesi onu Olympos’tan aşağı fırlatır. Hephaistos’u nereidler büyütür. Aşk tanrıçası olan Afrodit ona acıyarak Hephaistos’la evlenir. Ancak sonra, kocası sakat olduğu için, sağlam bir tanrı olan Eros için Hephaistos’u terk eder. Bu öykü; özürlülük, dışlama ve iktidarsızlık arasındaki aşina olduğumuz bağlantının açık bir örneğidir. Dahası, Yunan kültüründe, özürlülüğün işlenen günahlar için verilen bir ceza olarak görülmesinin kökleri de vardır. Ünlü tragedyada, yanlışlıkla babasını öldürüp kendi annesiyle evlenen Oedipus, gerçeği öğrendiğinde kendini kör ederek cezalandırır.

Romalılara gelince; onlar da sakat ve zayıf doğan çocukları, Tiber nehrinde boğarak öldürüyorlardı. Yunanlılar gibi onlar da, özürlülüğü doğduğu anda belli olmayan ya da doğuştan özürlü olmayan herkese kötü muamele ediyorlardı. Cüceler, körler, sağırlar toplu eğlencelerde çokça kullanılıyordu. Cüceler ve kör erkekler, kadınlarla ve hayvanlarla dövüşerek Romalıları eğlendiriyorlardı. Roma toplumunun en üst seviyesinde olan bir aileden geldiği için ölümden kurtulan sakat imparator Claudius, imparator olmadan önce Romalılar arasında alay konusuydu. Hatta annesi Antonia bile ona tepeden bakıyor ve onun için yarısı tamamlanmış bir erkek canavar diyordu.

KİTAPLI DİNLERİN SAKATI

“Dinsel dünya, gerçek dünyanın yansısından başka bir şey değildir.”

Karl Marx

Ortaya çıkış nedenleri ne olursa olsun, gerek mitoloji gerekse yazılı dinî öğretiler, kurulu sınıflı toplumların yapısı, işleyişi ve dönemin politik atmosferinin yanı sıra sakatın o yapı içerisindeki yerini de yansıtır. Antik Yunan’a geri dönersek, Hephaistos sadece sakat bir tanrı değil aynı zamanda tanrıların en beceriklilerinden biridir. Tanrıların tunçtan evlerini, mutlu yaşayan insanları cezalandırmak için Zeus tarafından sipariş edilen ve Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a eş olarak yeryüzündeki ilk kadın olarak gönderilen Pandora’yı, Prometheus’u Kafkas dağlarında tutan zincirleri, Eros’un oklarını, Helios’un arabasını, Akhilleus’un zırh, kalkan ve kılıçlarını, Girit Adası’nda bekçi olan tunç dev Talos’u, Atina’daki Thesion tapınağını, Zeus’un yıldırımlarını o yapmıştır. Akhilleus’un annesi Thetis’in düğününde Kheiron’un Peleus’a verdiği mızrağın ucundaki hiç aşınmayan sivri mızrak ucu da onun elinden çıkmıştır.

Tüm bunlar sakatların dönemin sosyo-ekonomik yaşamına katılabildiğinin bir göstergesi olarak anlaşılabilir. Dahası, Hephaistos’un verili kurallara uymamasından dolayı sakatlanması sakatlığın bir sosyal kontrol aracı olarak kullanıldığını göstermektedir. Sakatlar verili sınıflı ve cinsiyetçi toplumun öngördüğü kalıplara göre davranmadıkları için sakat olduklarına göre, aynı şekilde davranan sağlamları da benzer bir sonuç beklemektedir.

Antik Yunan’ı takip eden dönemlerdeki merkezî değerler dünyasını yansıtan/belirleyen Hıristiyanlık ve Musevilik gibi dinlerin kitaplarında da sakatlığın toplumsal değeri hakkında fikir edinmemize yardımcı olacak birçok metin bulabiliriz.

Leviticus’un çoğu kısmı, sahip olanların her türlü dinî ayine katılmasını engelleyen eksikliklere adanmıştır:

“Sizin neslinizden sakatlığı olan hiç kimse, Tanrısının ekmeğini sunmaya yanaşamaz. Kör, topal, yüzünde kusuru olan, bacakları veya kolları gereğinden fazla uzun olan, cüce, çıbanlı veya ezilmiş testisleri olan (Leviticus, 21.16-20) hiç kimseye yaklaşılmayacaktır.”

İncil’de, özürlülüğün kişinin daha önceki yanlış davranışları sonucu oluştuğuna dair metinlere sıkça rastlanmaktadır. Örneğin, Eski Ahid’de (The Old Testament) ahlaksız insanlar Tanrı tarafından kör edilecektir denmektedir (Deuteronomy, 27-27). Bu geleneklere Yeni Ahid’de de (The New Testament) devam edilmektedir. Mattew’un kitabında İsa’nın elleri ayakları titreyen bir adamı, günahlarının affedildiğini söyledikten sonra iyileştirdiği anlatılmaktadır (9-2).

Fakat ortaya çıktığı dönemin diğer öğretilerinin aksine, Yahudi inancına göre bebeklerin öldürülmesi yasaktı. İslam ve Hristiyanlık’da da bu anlayış sürdürülecekti. Yahudilerin ekonomik hayatı, tarım ve hayvancılığın yanı sıra ticarete dayanıyordu. Savaş ve şiddetin yoğun olmadığı böyle bir toplumda özürlüler, muhakkak ki ekonomiye ve toplumun refahına katkıda bulunabiliyorlardı. Ayrıca toplumun bir bütün olarak kavrandığı Yahudilik ve takip eden öğretilerde bir kişinin sakatlığı, bütünün bir parçasının toplumsal yapı için çalışırken/savaşırken sakatlanması anlamına geldiği için bu durum karşısında alınan tedbirler de genellikle korumacı olmakla birlikte, dışlayıcı değildi.

İktidar talebiyle ortaya çıkan; sahneye çıktıkları dönemin sosyal değerlerinin üzerine kurulan ve onları yeniden üreten kitaplı dinler, öncelikle dönemin sosyo-ekonomik koşullarının toplum dışına ittiği yoksullar, sakatlar gibi kesimler arasında kabul görüyordu. Bu bağlamda, en azından söz konusu öğretiler iktidarı ele geçirene kadar ya da mevcut iktidarlar tarafından devralınana kadar, sakatları dışlamayan bir dil kurulduğunu ve onları sahiplenen bir tavır benimsendiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında, söz konusu öğretilerin -günümüzü de kapsayan dönemde sosyo-ekonomik piramitlerin altında ya da dışında kalan sakatlar için bir liman işlevi gördüğünü de eklemeliyiz.

HOMEROS VE HAFIZLIK KURUMU

Özellikle insanlık yazıyı ve sonrasında matbaayı icat etmeden önce, kurulu düzenin sürdürülmesi için gerekli olan merkezî değerlerin yayılmasında körler önemli bir rol üstlenmişti. Muhtemelen Homeros’u da var eden bu koşullardı. Yazı matbaanın icadıyla kitleselleşene dek, körlerin bu işbirlikçi rolü sürdürdükleri söylenebilir. Osmanlı’da matbaanın kullanılmaya başlamasına muhalefet edenlere katılmışlar mıdır bilinmez ama, Kuran’ın ezbere okunması işi olan hafızlık ile körlerin özdeşleşmiş olması da bu kestirimimize dayanak olacaktır.

Bu noktada, şimdiye kadar değindiğimiz tarihsel süreçlerle ilgili bilgilerimizin ışığında aydınlanan sakat hakkında aşağıdaki tespitleri yapabiliriz:

• Üretim biçiminin merkezinde toprağın bulunduğu, zanaatkarlığın önemli ve geçerli olduğu, yazının bilgi üretme ve yayma aracı olarak kullanımının henüz yaygınlaşmadığı toplumlarda sakatlar iş hayatına katılabiliyor ve toplumsal alanda görülebiliyordu.

• Şiddet yoğun dönemlerde ya da toplumlarda sakatın toplumsal rolü azalıyor, dışlanma, öldürülme veya baskı görme olasılığı artıyordu.

• Birey henüz en küçük toplumsal birim değildi.

• Yaşanılan mekân çalışılan mekân ayrımı henüz oluşmamıştı.

• Bakıma ihtiyaç duyan sakat ya da yaşlı kişi içine doğduğu toplumun ayrılmaz bir parçası olduğu için, bakım hizmeti topluluk tarafından topluluğun yaşayıp ürettiği mekanda verilebiliyordu.

• Sakatlık gibi bir genel kategori ve sakatlıkla ilgili ayrı kurumsal yapılar oluşmamıştı.

STATÜKONUN İYİ POLİSİ YA DA HAYIR İŞLERİNİN SAKATI

“Yoksullara yiyecek verdiğimde aziz; yoksulların neden yiyecekleri yok diye sorduğumda ise komünist diyorlar.”

Don Helder Camara

Sakatlığı günah işleyenlerin başına gelen bir durum olarak gören ideolojik atmosfer kapitalizm öncesi ara dönem için de geçerliydi. Sakatlar, şeytanın varlığının ve onun insanlar üzerindeki gücünün yaşayan kanıtları olarak görülüyordu. Protestanlığın kurulmasının öncüsü ve dini lideri olan Martin Luther (1485-1546), sakat bir çocukta şeytanı gördüğünü iddia ediyor ve onların öldürülmesini öneriyordu.

Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, Batı Avrupa’da iktidar çatışmalarının ve şiddetin yoğun olduğu uzun bir dönem yaşandı. Siyasi iktidarların sürekli değiştiği bu dönemde, birleştirici tek güç olarak kilise öne çıkıyordu. Dönemin şiddet yoğun karakteri gereği, sakatlara karşı sosyal tepkinin sert ve yıpratıcı olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan 13. yüzyıla kadar Avrupa’nın geri kalan kısmının çoğunun aksine, İngiliz adalarında bir dereceye kadar istikrarlı bir düzen kurulmuştu. 10.yüzyıldan beri ayrı bir krallık olan İngiltere’de fabrikasız kapitalist bir ekonominin bütün ön koşulları; gelişmiş bir pazar ekonomisi, mobilize bir işgücü, metalaşmış toprak, kâr motifi ve özel mülkiyet oluşmuştu. Toprağın metalaşmasıyla birlikte önceleri onun bir parçası olarak yaşayıp o toprakta ölen insanlar, geniş yığınlar halinde sadece ürettikleri değil yaşadıkları mekânı da kaybediyorlardı. Kentler, zayıflamakta olan iktidarın kontrolünden çıkmış insanlarla dolmaya başlamıştı.

Savaşlar, salgın hastalıklar, göçler ve değişen sosyo-ekonomik şartlar, toplumsal yapının dışında kalan insanları, yaşamak için kilisenin şefkatli kollarına sığınmaya zorluyordu. Yoksul, sakat ve yaşlıların toplumsal alanın içinde tutularak bakımı ve korunmasının zorlaştığı bu koşullarda, sosyo-ekonomik yapının dışına itilen ve aynı zamanda o yapının varlığını tehdit eden sakatlar da, kiliseye bağlı kurumlarca kontrol altında tutulmaya çalışılıyordu. Kapitalizmle birlikte, kilisenin yanında söz konusu kontrol misyonunu üstlenecek başka kurumlar da ortaya çıkacaktı.

DİSİPLİN TOPLUMU VE KAPİTALİZMİN SAKATI

“Zaman insan gelişiminin alanıdır. Boş zamanı olamayan kişi, tüm yaşamı uyku, yemek, ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler dışında kapitalist için çalışmakla geçen kişi yük hayvanından bile aşağıdır. Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinedir yalnızca…”

Karl Marx

18. yüzyıl toprağın ve tarımın önemli ölçüde ticarileştiği ve sanayileşmenin başladığı bir döneme şahitlik etti. Bu yüzyılda aynı zamanda Aydınlanmacı ve Liberal Faydacı felsefenin oluşumu hızlandı. Kurulu dinlerin kritiği, “akıl” ve “bilim” üzerine vurgu, toplumsal ilerlemeye atfedilen önem, bireyselliğin yüceltilmesi dönemin öne çıkan değerleriydi. Bu yüzyılda gelişen Aydınlanma düşüncesi de, kapitalizmin dayandığı makineyi baz alarak, aklın denetimi altında arızalanmadan işleyen bir beden fikrini geliştirecek ve bedenin sakatlıkları tamir edilmesi gereken bir makine arızası olarak; sakatlar da, tamir edilemediği durumlarda hurdaya çıkarılan makineler olarak görülecekti.

19. yüzyıl, kapitalizmin gelişip serpilmesiyle sakatlığın 20. yüzyılda gördüğümüz formuyla oluşmasına da tanıklık edecekti. İş ve işgücünün örgütlenme biçiminin ve mekânının değişmesi, iş ritmindeki artış, kârlılık, verimlilik gibi isterler sakatlar, yaşlılar gibi kesimleri üretim süreçlerinin dışına itmekle kalmayacak; onların dayanışma içinde yaşayabildiği, bakım ihtiyacının, parçası oldukları cemiyet tarafından doğrudan karşılanabildiği sosyal örüntüyü de dağıtacaktı.

Beden ile aklın sistematik bireyselleştirilmesi ve tıbbileştirilmesi, görünür özürleri olan insanların toplum yaşamından alınıp kurumsal ortamlara kapatılması, sakatların toplumsal yaşamdan dışlanmasını ve hatta Nazi Almanyası’nda kitleler halinde ölüme gönderilmesini sağlayıp meşrulaştıracak sosyal Darvinizm ve Ögenist hareket de bu dönemin ürünüydü.

Yeni düzenin Tanrısı “sermaye”ydi ve Tanrı artık yeryüzündeydi. İleride ABD’ye taşınana kadar genel olarak İngiltere’de oturacaktı. Ulus-devletler onun kulu ve elçisi; öğretmenler ve doktorlar imamları; aydınlar ulema sınıfı; okullar, fabrikalar, stadyumlar yeni ibadethaneler olacaktı. Sermayenin ve ulus devletin varlığını tehdit etmediği ve mümkünse bu yeni dinin yayılmasına yardım ettiği sürece eskinin kurumlarının da varlığını sürdürmesinde bir sakınca yoktu. Nitekim İngiltere’de krallık, Vatikan’da kilise iktidarsız bir şekilde ya da iktidarını yeni düzen için kullanarak yaşamaya devam edecekti.

NAZİZM: MODERNİTENİN ZİRVESİ

“Hasta kişi, toplum üzerindeki bir parazittir.”

Nietzsche

Modern olarak adlandırılan ve kendine hakim, kendi sınırlarını kontrol edebilen, çalışmaya, itaate ve disipline yatkın, eğilip bükülebilir, “kendi uzuvlarına söz geçirebilen”, “aklın önderliği altında örgütlenmiş” bir beden anlayışını öne çıkaran bu kapitalist zeminde kurgulanmış “normal”e uymayan her türlü organizma, toplumsalın dışına itilecek, gözden ırak tutulacak, kapitalizmin disipliner kurumlarınca ıslah edilmeye çalışılacak, tecrit edilecek ya da öldürülecekti. Böyle bir zeminde sakat, sadece doğal ya da beşeri nedenlerle bedensel ya da entellektüel yetileri kısıtlanmış bir kişi değil, çalışma erdemine sahip olmayan bir suçlu; tıp sadece insanları sağlıklı kılmaya adanmış saf bir bilim değil, kendini insanların kapitalizmin çizdiği çerçeve içinde kalmasına adamış bir teşkilat; doktorlar da çerçeve dışına çıkanları yakalayıp ıslah etmek için çalışan sağlık polisleriydi. Sakatlara yönelik olarak açılan okul, bakımevi, hastane, rehabilitasyon merkezi gibi kurumlar da sakatların iyiliğinden ziyade, kapitalist toplumun iyiliği için çalışan, sakatların ıslahı, tecriti ya da öldürülmesi misyonunu üstlenmiş tutukevleriydi.

Kapitalizmin varlığını meşrulaştıran ideolojik atmosferin önemli bir bileşeni olan sosyal-Darvinizm uyarınca; güçsüz, zayıf, sakat varlıklar doğada yaşamlarını sürdüremeyip elendiğine göre, toplumsal hayatta da ancak güçlü olanın, sakat olmayanın var kalması doğaldı. Öjenizme göre de, soyun saflığını gözeten politikalarla seçkin insanlardan oluşan bir toplum yaratılabilirdi ve yaratılmalıydı.

Modernliğin gönlünde yatıp da bir türlü “tam olarak” gerçekleştiremediği “toplumu sakatlardan arındırma” projesini hayata geçirme görevi de, sosyal-Darvinizm ve Öjenizmi baş tacı edecek olan Nazi yönetimine düştü. Nazi döneminde sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırmanın yaygınlık ve keyfilik kazanmasının yanı sıra sakat doğan çok sayıda bebek ve çocuk doktorların gözetiminde, on binlerce yetişkin sakat da ölüm kamplarında Nazilerce katledildi. Öte yandan Naziler çok sayıda sosyalisti, muhalifi, eşcinseli zihinsel sakatlıkla damgalayarak akıl hastanelerine kapattılar ya da öldürdüler. Nazilerin sakatlara yönelik uygulamaları Nurnberg mahkemelerinde yargılanmadı, çünkü o dönemde ABD, Kanada, İsviçre, Danimarka, İsveç ve başka Batı ülkelerinde sakatlara karşı zorunlu kısırlaştırma uygulamaları yürürlükteydi ve bu uygulamalar 1950’lere kadar devam edecekti.

REFAH DEVLETİNİN SAKATI

İkinci kapitalist savaş sonrasında ulusal burjuvaziler, reel sosyalist deneyimin de basıncıyla, diğer toplumsal kesimleri rahatlatacak sosyal politikalarla kapitalist düzenin bekasını korumaya çalıştılar. Özellikle Batı Avrupa’daki birçok ülkede hükümet eden sosyal demokrat partiler; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlardaki devlet katkısı; toplumsal kesimler için sağlanan örgütlenme özgürlüğü; içerisinde sakatların da etkin olduğu ve siyaseti etkileyebilen sosyal hareketlilik bu dönemin ayırt edici özelliklerindendi. Bu dönem sakatlıkla ilgili çeşitli korumacı politika ve kurumların oluşturulmasına ve sakatlara yönelik sosyal yardımların arttırılmasına da tanıklık edecekti.

Kapitalizmin genişleyerek merkezîleşmesi, kendine yeni pazarlar araması 2. Dünya Savaşı’nın çıkışının en önemli nedenlerinden biriydi. Fordist üretim tarzı ile Taylorist işin örgütlenmesi sonucunda emek piyasasının bu biçimleniş tarzı sakatlığı arttıracaktı. Çalışma koşullarının maksimum kâr hedefinden dolayı kötüleşmesi, uygun sağlık koşulları altında bulunmayan işyerleri, makineleşme ve dolayısıyla kapitalist sistemin sakatlığı arttırarak genişlemesi, 1960’larda sakat hareketlerinin ivmelenmesine neden olacaktı.

Dolayısıyla ’60’larda dünyayı sarsan sosyal hareketlerin içinde sakat hareketi de göze çarpıyordu. Örneğin ABD’de Vietnam gazilerinin muhalefeti savaş karşıtı direnişin önemli bir aktörüydü. Bu dönemde gelişen sakat hareketi; sakatlıkla ilgili sağlık bazlı yaklaşımı, bu yaklaşıma oturtulan sosyal politikaları, sakatlara yönelik kurumsal tecriti ve sakatlık alanında çalışan sakat olmayan “uzman”ların pozisyonunu sorguluyor; sakatların toplumsal yaşamda aktif olmalarını sağlayacak politikalar oluşturulmasını, sakatlığa özgü hizmetlerin onları sosyal ortamlarından koparmadan verilmesini ve sakatlıkla ilgili politikaların belirlenmesinde söz sahibi olmanın yanı sıra, üretim süreçlerinde sakatların rol almasını sağlayacak düzenlemeler yapılmasını talep ediyorlardı. Resmî binalara, okullara tekerlekli sandalyeyle girebilmenin olanaklarının yaratılması, ulaşımda sakatlara yönelik kolaylıklar sağlanması, sakatlara yönelik tacizlere karşı önlemler alınıp bu konudaki cezaların arttırılması gibi birçok gelişme sakat hareketlerinin mücadeleleri sonucunda gerçekleşecekti. Artı değer yaratabildiği ve daha ucuza malolduğu sürece, işgücü kullanılanların sakat olup olmamalarının bir önemi olmadığı gibi verilen ücretlerin yine kapitalist sınıflara geri dönecek olması da cabasıydı. Dolayısıyla, kısıtlı da olsa istihdam talebine de cevap verilebilecekti.

KAPİTALİZMİN ŞEYTANI YA DA MARKSİZMİN SAKATI

Sonraları özellikle kendileri de sakat olan araştırmacılara, sakatlık çalışmaları için güçlü teorik araçlar sunacak olsa da, 18. ve 19. yüzyıl Avrupa’sını karakterize eden maddi ve ideolojik koşullarda doğan Marksizm, sakatlığı daha çok özürlülük merkezli olarak ele alıyordu. Gerek Marx ve Engels’in kendi yapıtlarında gerekse takipçilerinin eserlerinde sakatlar, kapitalist üretim biçiminin çok sayıda işçinin özürlü olmasına yol açtığı ya da kapitalist süreçlerle oluşan “artı nüfus”un içerisinde özürlülerin de bulunduğu bahsiyle yer alıyordu. Söylediklerinin doğruluğu bir yana, sağlam merkezli bu yaklaşım, özürlülüğe yüklenen negatif sosyal değerin yani sakatlığın ortadan kalkması açısından hükümsüzdü. Nasıl ki kadınlıkla ilgili sorun dişilik değilse, sakatlıkla ilgili asıl sorun da özürlülük değildi. Dahası emeğin kullanım değeriyle de olsa kutsanmasının da sakatlar için dışlayıcı olduğu söylenebilir.

Genel olarak solun sakatlıkla ilgili tavrı da özürlülük merkezliydi. Sakatlar, sol siyasetlerin söylevlerine daha çok kapitalist üretim ilişkilerinin, tüketim kültürünün, savaşların özürlü nüfusu arttırmasından şikayet ederken bir propaganda malzemesi olarak dahil ediliyordu. Sakatlığın bir toplumsal kurgu, bir iktidar söylemi olarak kavranması bir yana, sakatlık kişisel bir trajedi, bir talihsizlik olarak görülüyor, sağ(lam)cı söylem yeniden üretiliyordu.

KONTROL TOPLUMUNUN TÜKETİCİ SAKATI

“Dünya kötülük yapanlar nedeniyle değil, seyredip de hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.”

Albert Einstein

Kapitalist iktidar eski ya da alternatif sosyo-ekonomik modeller karşısında kendini güvende hissedene dek, insanlar arasındaki doğal ya da kurgusal tüm farklılıkların kurumlar tarafından disiplin altında tutulması gerekiyordu. Kapitalist modelin işleyişine engel olmadığı takdirde, bu kurumların kimler tarafından kimler için oluşturulduğunun bir önemi, bu yapılar arasındaki çatışmaların ya da rekabetin bir sakıncası yoktu.

1980’lerden itibaren, Sovyetler deneyiminin de tehdit olmaktan çıkmasının yardımıyla, kapitalizmi rahatlatacak koşullar oluşmaya başlayacaktı. Neredeyse dünyanın tamamı kapitalizm için hammadde ve ucuz işgücü cenneti olacak; sermaye dolaşımının önündeki engeller aşılacak ve hatta ulus-devletler dahil birçok kurum ve birey, daha fazlası için dünyayı dolaşan sermayeden nasibini almak amacıyla birbiriyle yarışacaktı. Dünyadaki talep sıkışıklığına karşın kâr oranları düşen sermaye, yeni ve kârlı alan arayışı içindeydi ve dolayısıyla daha önce sermayenin içeremediği ve sermaye adına devlet tarafından kontrol edilen, denetlenen ve düzenlenen eğitim, sağlık gibi alanlar, çeşitli işletmeler, madenler, toprak, su gibi doğal kaynaklar ve daha birçok şey özelleştirilerek sermayeye alan açılıyordu. İşletmeler üzerindeki vergi ve sosyal güvenlik maliyetleri gibi “yükler” hafifletilmekle kalmıyor; sosyal güvenlik dahi sermayenin yatırım alanı haline getiriliyordu.

Kurulu düzenin devamı için üretilenlerin tüketilmesi gerektiğine göre, ihtiyaçların manipüle edilmesi, tüketimi teşvik edecek kültürel ortamın ve mekanların yaratılması da şarttı. Medya ve alışveriş merkezleri bu misyonu yerine getirecekti. Bu bağlamda, yeni düzende reklamlar ibadete çağrı, alışveriş merkezleri de ibadethane olacaktı.

Doğada olan her şeyin, her türlü biyolojik, psikolojik ve toplumsal farklılığın hızla metalaştığı ve kapitalizmin kendini yeniden üretmek için farklılıklara ihtiyaç duyduğu bu koşullarda, sakat hareketinin toplumsal yaşama dahil olma talebi ve artan yaşlı nüfus, sermayenin yeni ve kârlı faaliyet alanları arayışıyla birleşiyor; sakatların yeti kayıplarını telafi edeceği iddiasıyla çeşitli ürün ve hizmetler üreten yeni şirketler ortaya çıkıyordu. Dahası, sakatlara yönelik eğitim, rehabilitasyon ve bakım hizmetleri gibi alanlar da zamanla sermayeye terk edilecekti. Sakat hareketinin öne çıkardığı ayrımcılık karşıtı mücadeleye cevap olarak çeşitli yasal düzenlemeler gerçekleştirilecek, ürün, hizmet ve çevrenin sakatlara uygun tasarlanmasını öngören düzenlemelerle, bu amaçla örgütlenmiş yeni şirketlerin ortaya çıkması ve sakatlık endüstrisinin genişlemesi sağlanacaktı. Bu durumda, sakatlık meta (kâr etme süreçlerinin nesnesi) olarak, sakat da müşteri (tüketim süreçlerinin nesnesi) olarak yeniden üretiliyordu. Öte yandan sakatlık sektörü esas olarak maddi imkanı olan orta sınıflara hizmet veriyor, sakat yoksullar, göçmenler, işsizler (özellikle kadın ve yaşlıysalar) bu hizmetlere erişemiyordu.

Sakatları sakat kılan rekabetçi yapıya dokunmayan ve sistemin sakatlar nezdinde meşrulaştırılmasını sağlayacak yasal düzenlemeler de bu dönemin ürünüydü. Sakatlara karşı ayrımcılığı yasaklayan düzenlemeler ve gelişen yeni teknolojiler, sakatları, üretim süreçlerine katılabilecekleri yönünde umutlandırıyordu. Ancak kapitalistler işletmelerini sakatlardan çok daha ucuza çalışabilecek işgücü kaynağı bulabilecekleri yerlere taşıyınca bu umut hayal kırıklığına dönüşecekti.

Yeni dönemde eskinin dinî ya da seküler hayır kurumlarına, sakatın sakatlığını ortadan kaldırmak açısından pek bir hükmü olmayan yasal düzenlemeler ve sosyal sorumluluk projeleri ekleniyordu. Her şey artık sermayeden, dolayısıyla şirketlerden sorulduğuna göre hayır sektörüne de el atılmalı; sosyal patlamaya neden olabilecek negatif enerji birikimi, “sosyal sorumluluk” projeleri aracılığıyla, kapitalist iktidarı yeniden üretecek bir enerjiye dönüştürülmeliydi. Bu bağlamda, medya, şirketler ve başta sakat olmayanlar tarafından yönetilenler olmak üzere sakatlarla ilgili hükümet dışı örgütlenmelerin işbirliğiyle çeşitli yardım kampanyaları düzenleniyor, dilencilik kurumsallaşıyor; sakatlar bu kez de dilenci (sadaka nesnesi) olarak yeniden üretiliyordu.

’60’larda diğer sosyal hareketlere dahil olarak kapitalist düzen ve onun kurduğu sakatlık kurumuna karşı ayağa kalkan ve çeşitli kazanımlar elde edilmesini sağlayan sakat hareketi, şimdilerde sakatlarla ilgili yasal düzenlemeler ve sosyal sorumluluk projelerinde iktidara yardım ediyor; “biz de sizler gibi normal insanlarız, bizden korkmayın, bizi dışlamayın” yollu bir söylemi savunuyor ve müzakereci bir tavır sergiliyordu.

Kurumların ve bireylerin sermayenin iktidarını yeniden ürettiği ve güçlendirdiği bu koşullara, kapitalizmin propaganda araçlarının sayısının ve etkisinin artması da eşlik ediyordu. Daha önce saydığımız kilise ve okula, medya ve internet eklenecekti ki, ikisi de şimdiye kadar var olanlardan çok daha etkindi. İktidar her yerde ve herkesçe yeniden üretilebildiğine, her yer ve herkes kameralarla izlenebildiğine göre, normdan sapanların denetim ve disiplin altında tutulmasına, tecrit edilmesine ya da öldürülmesine hizmet eden kurumlara da zamanla ihtiyaç kalmayacaktı. Zaten tutunamayanlar, toplumsal süreçler içinde elenebilecekti.

Artık “sakat”, bir piyasa değeri, bir müşteriydi. Her şeyin ve herkesin kaderini ve değerini belirleyen piyasa, bundan böyle onunkini de belirleyecekti. Piyasadaki her şey ambalajlı ve piyasada ambalaj/imaj her şey demek olduğuna göre; “sakat”ın da ambalajlanması gerekiyordu. Bu gereksinim, “engelli” kavramı tarafından karşılanacaktı.

Sonuç olarak, postmodern dönemde de, sakatlar dahil edildikleri tüm toplumsal süreçlerin nesnesiydiler. Hayatlarını belirleyen maddî ve ideolojik kurumlara yenileri ekleniyor, üzerlerindeki sosyal baskı hafiflemek şöyle dursun, yoğunlaşarak, kurumsallaşarak ve küreselleşerek artıyordu. Başka deyişle, sağlamcı ideoloji, kapitalizmle birlikte, sakatın konumlandığı dairenin çeperini daha bir aşılmaz; sakatı daha bir “sakat” kılıyordu. Bu bağlamda, engelli kavramının, söz konusu baskıyı gizlemek gibi önemli bir işlevi de vardı.

Artık uyum sağlayamayanlar devlet müdahalesi gerekmeksizin doğal olarak eleneceğine göre, sosyal-Darvinist ülküye de ulaşılmış olacaktı. Modern dönemde kendini ulus devletle, dolayısıyla milliyetçilikle ifade eden ırkçılığın ya da sosyal-Darvinizmin, postmodern dönemde ulus devlete dolayısıyla milliyetçiliğe bağımlılığı zayıfladığına göre, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü de geçerli olduğu zemini kaybediyordu. Bu dönemde, ırkçılık/sosyal-Darvinizmin söylemi ‘teratolojiyi (insanın bedensel yapısındaki “anormallikleri” ve söz konusu “anormalliklerin” oluşmasındaki mekanizmaları inceleyen bilim dalı), biyolojiyi, psikolojiyi ve bilumum bilimi tüketim nesnesi haline getiriyor, ırkçılık böylece farklılıklar üzerinden pazar oluşturabilecek piyasa koşullarını yaratmada kültürel kurumlarını oluşturuyordu. Dolayısıyla artık geçerli olan, “farklı kafa, farklı vücut, hepsi de piyasa tarafından aynılaştırılmak için”di. Görüntünüzden memnun değilseniz piercingli yüz, silikonlu göğüs, çekik göz seçebilir, dövme yaptırabilirdiniz. Sorun boyunuz ya da kilonuzsa dert değil! Boyunuzu uzatabilir ya da 0 beden olabilirdiniz. Kendinizi iyi hissetmiyorsanız, seanslardan seans beğenebilir, anti-depresanlara hücum edebilirdiniz.

Sakat kavramının çağrıştırdığı yaşamla ölüm arasında salınma halinden hareketle, insanların yaşamak için kapitalist süreçlere dahil olmak zorunda olduğu ve kapitalizmin bu zorunluluk üzerinden kendini yeniden ürettiği bu koşullarda, artık sakat olan kapitalist süreçlere katılamayan tüm insanlardı. Dahası, bir aralar kapitalistlerin öğütlediği gibi “hepimizin aynı gemide olduğunu” düşünürsek; nükleer çılgınlık, küresel ısınma gibi doğayı ve insanlığı ölüme yakın tutan gelişmelerle, doğa ve insan da sakatlanmış sayılabilirdi. Kapitalizmi var kılan ve sakat ya da sağlam tüm insanları sakatlayan bu sakat mantığı, körler bile görebilirdi!...

Marta Russell, Beyond Ramps: Disability at the End of the Social Contract, 1998, Common Courage Press, 236 S.

Len Barton - Mike Oliver, Disability Studies: Past, Present and Future, 1997, The Disability Press, leeds.ac.uk

Paul Abberley, The Significance of Work for the Citizenship of Disabled People, Paper presented at University College Dublin.

Michael J. Oliver, Capitalism, Disability and Ideology: A Materialist Critique of the Normalization Principle, University of Greenwich, London, England.

Karl Marx, Kapital, Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Birinci Cilt, (Lawrence ande Wishart, Londra, 1971, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 1986.

F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997.

Yaşar Çabuklu, Bedenin Farklı Halleri, Kanat Kitap, 2006.