Bir Hindenburg Aranıyor

Türkiye’de sol, 1970’lerin günahlarının bedelini ödemekten bir türlü kurtulamadı. Şimdi de bir ikisi hariç tüm sol grupların 1970’ler ve ’80’ler boyunca dillerinden düşürmedikleri “Faşist Diktatörlük” gürültüsünün hesabını vermeye oturuyoruz. “Kurt var!” diye bağıran çobanın kaderiyle karşı karşıyayız aslında; üstelik buradaki “kurt” mecazi olmaktan çıktı, yüz binlerce insanın bir el hareketine, gerçek bir “kurt”a da işaret ediyor.

Her türlü baskıcı/otoriter devlet iktidarını “Faşizm” zanneden, durmadan “Faşist Diktatörlük” diye haykıran sol, şimdi gerçek bir faşizm tehdidiyle karşı karşıya kalınca kendisine inanacak kimse bulabilecek mi? Yoksa, ’70’ler ve ’80’lerdeki yanılsamalarını bu kez tersine çevirip, Bahçeli gibi ılımlı bir liderin elindeki MHP’nin aslında o kadar da faşist olmadığını, sıradan bir aşırı sağ partiye dönüştüğünü zannederek, yani mezarlıkta ıslık çalarak, ikinci büyük hatasını mı yapacak?

Her ne yapacaksak, bunu önümüzdeki altı ay-bir sene içinde kararlaştırmak zorundayız, çünkü ne Türkiye’de ne de dünyada olayların ilerleme hızı, bizi bekleyecek.

MHP Türkiye’nin ikinci büyük partisine dönüştü. Üstelik bunu yaparken sırtına bindiği milliyetçi dalga, Ecevit’in “solcu” (buna inananımız kaldı mı artık?) DSP’sini birinci parti yapan dalgayla aynı. Güneydoğu’daki savaş, fiilen savaşanları ve onların yakın çevresini radikalleştirdi. Dünyada radikal İslâm radikallik tahtındaki yerini mikro-milliyetçiliğe bırakıyor. MHP’nin “Türk” milliyetçiliği için eşi bulunmaz bir zemin var yani. Ama bir olguyu yalnızca zeminiyle açıklamak yeterli değil. Bir “nasıl” ve “nereden nereye” değerlendirmesi yapmak da gerekli.

NASIL OLDU DA...

MHP oylarını üç buçuk yılda seçmen sayısının %10’u kadar arttırdı. Üç milyon civarında insan, bu seçimlerde ilk kez MHP’ye oy verdiler. Bunu “merkez sağın çöküşü” ile açıklamak mümkün, ancak böyle bir yorum, eskiden Refah’a verilmiş olan oylardaki %5’in nereye gittiğini açıklamaya yetmiyor. Keza, DSP oylarındaki %8 civarındaki artışı da göz önüne alırsak (ki bunların büyük bir bölümü de merkez sağdan geliyor), MHP’nin başarısının biraz daha ince bir analizinin gerekli olduğu ortaya çıkar.

Refah’tan MHP’ye yönelen %1-2 civarında bir oy var ki, sayıca çok büyük olmasa da önemli bir toplumsal/politik tavrı göstermeleri açısından önemli. Bunlar radikal İslâm’la ideolojik açıdan fazla bir ilgisi olmayan (radikalliğine radikal de “İslâm”la işleri olmaz!), kendi toplumsal “projeleri” açısından 1995’te Refah’ı elverişli bulmuş olan bir kesim. Yabancı düşmanları, ya da “öteki düşmanları” diyebileceğimiz, sayıca yarım milyonla bir milyon kişi arası, ama son derece militan bir grup. Yahudileri, Rumları, Ermenileri, eşcinselleri, “entel”leri, mini etekli kızları ve uzun saçlı erkekleri, kısacası kendileri gibi olmayan herkesi imha etmek için kapsamlı bir politik örgütlenmeye ihtiyaç duyan, 1990’ların başlarında ise söylem açısından kendilerine en yakın olarak Refah’ı gören insanlar. Hemen hemen hepsi erkek; etnik kökenleri karışık olabilir. Çoğunlukla yoksul, ama proleterden ziyade lümpen ya da marjinal (“kayıt-dışı”). Modernleşme karşıtı, ama geleneklere bağlılığından değil, modernleşme kendilerini dıştaladığı için. Tesettürü şiddetle savunuyor, ama Kur’an’da öyle yazdığı için değil, açık kadınlar kendilerinin olamadığı için. Kısacası, “öteki” olan, kendilerini dıştalayan, erişemedikleri her şeye militanca düşman olan bir kesim var ortada. Şiddete başvurmaktan çekinmeyen, hattâ tercih eden, yalnızca şiddetlerine politik bir kılıf arayan insanlar; Sıvas’ın, Kahramanmaraş’ın katilleri. Ne Alevilik onları ateşleyen, ne de Aziz Nesin’in “ateistliği”.

1990’ların başlarında Refah, şiddetleri için bir kılıf gibi görünmüştü bu kesime. Refah ise onları militan olarak kullanmaya razı oldu. Bu karşılıklı kullanma projesi, TSK duvarına çarparak geri döndü. Ordu bu insanların “ötekiyi imha” projesine (kararında kalmak şartıyla) fazla itiraz etmeyebilirdi, ama Refah’ın onları kullanmasına, bu gücün politik İslâm projesinin aleti olmasına izin vermek istemiyordu. Dolayısıyla, Refah’a yazılan bu kesimin hevesi kursağında kaldı. 28 Şubat’tan sonra, Refah’ın (ve sonra Fazilet’in) hareket alanı sınırlanınca da, gerçek yuvalarına, MHP’ye döndüler. Bu bir.

İkinci olarak, sayıca bunlardan fazla, ama hissiyat açısından bu kesime hızla yaklaşan bir insan grubu daha var. Güneydoğu’da savaşan, ya da savaşın kıyısında yaşayan gençler ve onların yakın çevresi. Son birkaç yıldır o bölgede savaşmış ya da savaşa gönderilme riskiyle yaşamış yüz binlerce genç var. MHP “askere gönderme ayinleri” ve aralarından ölen olursa da “şehit cenazeleri” düzenleme yoluyla, bu gençlerin ve ailelerinin düşmana, silahlı “öteki”ye duydukları kini, öfkeyi ve en önemlisi, korkuyu (“Korku şiddetin anasıdır,” der Peter Gabriel) örgütlemeyi başardı. Gelin buradan da %2-3 oy kazandığını söyleyelim MHP’nin.

Son olarak da, 1980’leri çek-senet tahsiliyle, çeşitli çetelerde tetikçilik ve ayakçılık yaparak geçirmiş, bazıları zaman zaman devletin örtük operasyonlarında kullanılmış, bazıları ise düpedüz haramilik yapmış bir kesim var. Susurluk’tan bu yana devlet bunları tasfiye etme, yakalayıp içeri atmaktan ziyade ekmek kapılarını kesme yolunda bazı adımlar attı. Bu kesim de (ki çevresiyle, çömezleriyle, hayranlarıyla birlikte %1’lik bir oy demektir) hem ilk göz ağrısı olan, hem de son zamanlardaki siyasî başarısıyla birlikte bir ikbal kapsı haline dönüşen MHP’ye yöneliyor. Üçünü topladığımızda %4-6 oy eder. Politik olarak aktif olan, faşist bir hareketin gelişmesi açısından kilit önemde olan, işte bu %4-6’dır. Buna sosyolojik açıdan çok benzeyen bir %4-6’nın da ezelden beridir MHP içinde olduğu, bu partinin “çelik çekirdeğini” oluşturduğu da düşünülürse, MHP oylarının yaklaşık %10’unun hesabını verebiliyoruz demektir.

Geri kalanı da “çökmekte olan merkez sağ”dan gelmiştir kuşkusuz. Dolayısıyla MHP’nin “kitlesi” içinde sayısal değerleri açısından birbirine yakın iki gruptan bahsedilebilir. “Merkez sağdan gelenler” aslında bize yabancı değil. Bu insanlar belirli aralıklarla milliyetçi bir histeriye kapılırlar, birkaç gün süren bu histeriden sonra da güvenli, sıcak yuvalarına dönerlerdi. Bu güvenli yuva, politika yapmadan “politik” görünmenin mekânı olan DP-AP-ANAP-DYP çizgisindeki partilerdi. Bu partilerin önderleri belirli aralıklarla milliyetçi/muhafazakâr duyguları körükleyerek bir histeri ortamı yaratır, sonra o histerinin enerjisini arkalarına alarak “politika” yaparlar, kitle ise bir sonraki krize kadar işleri öndere bırakırdı. Son birkaç yıldır süren askere uğurlama törenleri/şehit cenazeleri yeni bir milliyetçi histeri dalgasını tırmandırdı, tırmandırdı ve dalga Abdullah Öcalan’ın İtalya’da yakalanmasıyla birlikte Avrupa düşmanlığı zemininde doruğa ulaştı. Ancak dalga çekilirken, insanlar geri dönecek bir yerlerinin kalmamış olduğunu fark ettiler. Ne ANAP ne de DYP, onlara bir sonraki histeri krizine kadar işleri teslim edecekleri, sırtlarını dayayıp politika alanından çekilecekleri önderliği sağlayacak durumdaydı. İzmit’teki vatandaş öfkeyle, dedesi (İtalyan malı) Fiat olduğu için kendi (Türk malı) Tofaş arabasını yakarken, Çiller ve Yılmaz birbirlerinin kirli çamaşırlarını yıkıyorlardı ki, “merkez sağ” kitle açısından affedilir şey değildi bu. Onlar da küstüler ve DSP ve MHP arasında paylaşıldılar.

Kuşkusuz bu gelişme münferit bir olaydan ibaret değil. Yeni Dünya Düzeni’nde bir yere oturuyor. Ancak bu yeri saptarken önemli olan, çoğumuza pek cazip gelen komplo teorilerinin çekiciliğine kapılmadan değerlendirme yapabilmek.

YENİ DÜNYA DÜZENİ’NE YENİ MHP

Wallerstein’e göre, SSCB’nin ve “Sosyalist Blok”un çöküşü, “Komünizm”in sonunu değil, sağdan sola Muhafazakârlık/Liberalizm/Sosyalizm diye sıralanan üçlü ideolojik modernizasyon çerçevesinin yok olmakta olduğunu gösteriyordu. 18. yüzyılın sonundan başlayarak oluşan bu üçlü yelpaze, iki yüzyıl kadar ideolojik evrenimizi işgâl ettikten sonra geçerliliğini yitirerek ortadan kalkıyor. Bunların üçünün de temel hedefi modernizasyondu, ancak her biri, modernizasyonun izleyeceği yol konusunda farklılıklar gösteriyordu. Wallerstein’e göre modernizasyon ikili bir kavramdır: Bir yandan sanayileşmeyi, öte yandan da özgürleşmeyi içerir. Muhafazakâr ideolojiler, daha baştan özgürleşmesiz bir sanayileşmeyi savundular. Sosyalizm ise vurguyu özgürleşmeye kaydırdı. Liberaller ise bir yandan sınırsız bir özgürleşmenin var olan sınıflı toplum yapısını çatlatacağını, öte yandan da özgürleşme yolunda tavizler verilmeden anlamlı bir ekonomik gelişme sağlanamayacağını bildiklerinden, orta yolu tuttular ve iki yüzyıl boyunca da kendi “sağ” ve “sol”larındaki iki ideolojiyi içermeyi, denetim altında tutmayı başardılar. Muhafazakârlık 1848 yenilgisinden sonra “sağ” liberalizme dönüştü. Sosyalizm ise, 1917 Devriminin yeni bir sınıflı toplum yapısı üretmesinden sonra “sol” liberalizmde karar kıldı. Üç ideoloji de “kalkınmacılık” temelinde birleşti, çelişkileri de bu kalkınmanın hızı ve failleri konusundaki anlaşmazlıklara indirgendi.

Bugün geldiğimiz noktada ise, özgürleşme ve eşitlik yolunda verilebilecek tavizler, dünyanın coğrafi sınırlarına ulaşılmasıyla birlikte sona eriyor, o yüzden de liberal “orta yol” artık geçerli değil. Sağ postmodernist filozoflar (düşünsel evrenleri iki yüzyıldan geriye gidemediği için olsa gerek), geleneksel liberalizmin bu çöküşüyle birlikte tüm ideolojilerin yok olduğunu, evrenselleşmiş bir piyasa ekonomisini temel alan muğlak ve eklektik bir sanki-liberalizm dışında bir şeyin kalmayacağını öngörüyor. Oysa işin bir de öteki yüzü var: Sosyalizm, ya da kurtuluşçu, özgürlükçü düşünce ve hareket, artık liberal velisinden kurtulmuş durumda. Aynı şey muhafazakârlık için de geçerli. Ancak ikisinin de bir yeniden yapılanma sürecinden geçmesi gerekiyor ki, bu önümüzdeki birkaç on yılın temel politik dinamiği olacak.

Bu dinamiğin muhafazakâr cephedeki ilk kıpırdanışlarını da, “Yeni Dünya Düzeni” ile yerel faşist, ırkçı ya da radikal dinci önderlikler arasındaki çatışmalarda görüyoruz. Saddam, Aidid ve Miloseviç, Yeni Dünya Düzeni’ne baş kaldıran yerel kahramanlar mı, yoksa Yeni Dünya Düzeni’nin polis gücü olan NATO, evrensel insan hakları uğruna yerel ırkçı, faşist ve radikal dinci barbarları zapt-ü rapt altına almaya, etnik azınlıkları, “öteki”leri onların şiddetinden korumaya çalışan bir özgürlük havarisi mi? Slavoj Žižek bu çelişkinin sahte bir çelişki olduğunu söylüyor bize: Saddam ve Miloseviç Yeni Dünya Düzeni’nin parçaları aslında. Nasıl 1980’ler öncesinde SSCB ve Doğu Avrupa ve Çin o zaman var olan Dünya Düzeni içinde bir anomali değil onun ayrılmaz bir parçası idiyseler, şimdi de yerel ırkçı, faşist ve radikal dinci direnişler Yeni Dünya Düzeni’nin yeni karşı kutbunu oluşturuyor. ABD önderliğindeki Yeni Düzen, hem onlarla savaşmak, hem de hayatta tutmak zorunda.

Bu yeni dünya panoramasında kutuplar kabaca Kuzey (sanayileşmiş, kendi çalışan sınıflarına belirli ekonomik ayrıcalıklar ve özgürlükler sağlamış olan ülkeler) ve Güney (gelişememiş, sanayileşmek için yeterli ilkel birikime bir türlü ulaşamamış, çalışan sınıflarına ekonomik ayrıcalıklar ve özgürlükler sağlayamamış olan ülkeler) olarak belirlenebilir. Kuzey kendi çalışan sınıflarına ayrıcalık ve özgürlükler tanırken, bunu Güney’den aktardığı artı-değer sayesinde yapabiliyordu. Güney’in ise böyle bir şansı yok, çünkü Güney’in güneyinde bir yer yok artık - yalnızca Güney Kutbu ve onun ötesinde uzay boşluğu. Dolayısıyla Güney, eski liberal çözümü (sanayileşmeyi kontrollü bir özgürleşmeyle desteklemek) benimseyemez. Kuzey de eski liberal çözümü artık benimseyemez, çünkü kendi derdine düşmekte olan Güney’den artı-değer aktarımı giderek güçleşecek. Bu dünya panoramasında, Güney’de muhafazakârlığın artacağını ve modernleşmenin özgürleşmeci ayağının yanı sıra sanayileşmeci ayağının da reddedilmek isteneceğini, Kuzey’in ekonomisinden ve kültürel değerlerinden bir kopma eğiliminin belireceğini öngörmek pek yanlış olmaz. Kuzeyde de aynı eğilim olacaktır kuşkusuz; bu eğilim orada “Kuzey içindeki Güney”e karşı bir tepki, yani göçmen işçilerin var olan kadarını hak ve özgürlüklerden mahrûm bırakma ve yeni göçleri engelleme biçiminde, “yabancı/göçmen”olarak belirlenen “öteki”ye yönelen ırkçı saldırılar biçiminde ortaya çıkabilir.

Türkiye ise bu panoramada eski talihsiz konumunu koruyor. Kutuplaşma Batı/Doğu biçimindeyken Türkiye tam ortada yer alıyordu. Kuzey/Güney kutuplaşmasında da hem coğrafi hem kültürel açıdan aynı ortada konumu sürüyor (insanın içinden “bu Türkiye dünyanın merkezi mi sahiden?” diye sormak geçmiyor değil!). “Ne Doğu ne Batı/Hem Doğu hem Batı” bir Türkiye, eski dünya kutuplaşması için bir gereklilikti. Şimdi aynı şey Kuzey/Güney ekseninde tekrarlanıyor. Bu da Türkiye’nin kaderinin, tıpkı eskisi gibi, ikirciklilik ve istikrarsızlık olacağını gösteriyor.

Son seçimlerde Yeni Muhafazakârlığın bu yükselişi, Türkiye’nin önümüzdeki on yıllarda karşı karşıya kalacağı seçeneklerin birinin oluşmakta olduğunu gösterdi. MHP ve DSP, Kuzey’e karşı belirli bir mesafeyi, özgürlükler üzerinde aşırı bir baskıyı ve sınırlı bir içine kapanmayı temsil ediyor. Kuşkusuz MHP seçeneğinde bu çok daha denetimsiz ve vahşice, DSP seçeneğinde ise daha kontrollü ve ağır tempolu olacaktır.

NE BEKLEYEBİLİRİZ?

Önümüzdeki dönemin hepimiz için acil önemdeki sorusu şu şimdi: MHP’yi “Başbuğ”unun zamanındakinden çok daha büyük bir başarıya taşıyan, büyük çoğunluğu şiddet meraklısı, “tetik parmakları gevşek” bir güruhu zapt-ü rapt altına alarak kamuoyunda “ılımlı sağ parti” imajını yaratan kadro, yazının başında unsurlarını saydığım “aktif güç”e teslim olacak mı?

Klasik anlamdaki faşist/Nazi bir parti, bir “führer”siz var olamaz. Partinin, esas olarak dıştalanmış lümpenlerden oluşan aktif çekirdeği, iradesini teslim edeceği, kendisini “içerilmiş” hissettirecek bir baba figürü olmadan huzur bulamaz. Devlet Bahçeli ise, böyle bir babadan ziyade, arada bir ziyarete gelen az entellektüel bir amcaya benziyor. Ancak MHP’ye seçim kazandıran yapı, faşist bir partiden çok bir konfederasyonu andıran, “Başbuğ”un karısının ya da oğlunun “aileden gelme” otoritesini bile hazmedemeyen bir yapıydı. Yeni bir baba/führer’i başa geçirmek, her ne kadar çekirdek “aktif güç”e hareketlilik, kendine güven ve caydırıcılık kazandıracaksa da, “merkez sağ”dan gelen oyların geri dönmesini de getirebilir. O yüzden böyle bir atılımı gerçekleştirmek için MHP’nin yeni bir seçimin olmayacağına inanması, ya da en azından olacak seçimin kendi silahlı, “caydırıcı” gücünün denetiminde yapılacağından emin olması gerekir ki, bu da kısa vadede, ilk ağızda kazanılabilecek bir kendine güven değildir.

Aynı şekilde, MHP kendisine hayat veren PKK’ya karşı savaşın bitmesi, ya da en azından gündemde ilk sıralardaki yerini kaybetmesi tehdidiyle de karşı karşıyadır. Abdullah Öcalan davasının zoraki bir biçimde uzatılması geçici bir çare olabilir. Böylece hem birkaç PKK eylemi “bölücü tehdidi” gündemde tutar, hem de yurt içinden ve dışından yapılacak insan haklarına saygı ve Kürt sorununun politik/demokratik bir platformda çözülmesi çağrıları gerekli iç ve dış düşman öcüsünü yaratır. Ama hiçbir dava ebediyen sürmez. Ayrıca (Allah korusun!) Öcalan’ın vaadini tutup gerçekten “hizmette bulunmaya” kalkışması riski de vardır ki, bu yerli faşistlerimizi sudan çıkmış balığa çevirebilir.

O zaman gözler Kosova’ya çevrilir. Kuşkusuz coğrafyanın bir azizliği ile Yunanistan aradan çıkarılıp Miloseviç ile MHP karşı karşıya getirilse, NATO ve Batı Avrupa kendi öz askerlerini bir kara savaşında telef etmekten kurtulsa, bu Yeni Dünya Düzeni için de, MHP için de (ve tabiî ki Miloseviç için de) ideal çözüm olurdu. Ancak maalesef Yunanistan arada duruyor ve “III. Kosova Muharebesi”, orta vadede Rusya’nın da dahil olacağı bir Balkan savaşına yol açmadan gerçekleştirilemez. Böyle bir seçenek ise, henüz meşruiyetini ve kurumsal yapılarını yeni oluşturmakta olan YDD için fazlasıyla erkendir. MHP’nin kendi başına böyle bir işe kalkışması da, tamı tamına aynı nedenlerle çok erkendir. Koşullar hazır olduğunda ise, muhtemelen Kosova sorunu (ya NATO “zaferiyle” ya da Kosova’da savunulacak Arnavut kalmadığı için) çözülmüş olacaktır.

Sonuç olarak: MHP fünyesiz bir bomba olarak TBMM’ye girdi. İşe bakın ki, uygun bir fünye adayı olan Mehmet Ağar da kendi kişisel gayretleriyle Meclis’te. Soru, bu fünyenin o bombaya takılıp takılamayacağı, dokunun tutup tutmayacağı. Faşistler Ağar’ı sever; Ağar da iyi bir führer adayıdır. Ancak MHP’nin varolan örgütlülüğü ve kadroları da, yıllar sonra dişleriyle, tırnaklarıyla kazarak elde ettikleri bu zaferi sırf karizması ve çeteler üzerinde otoritesi var diye Ağar’a kendi elleriyle teslim etmeye ne kadar gönüllü olur, bu tartışmalı. Ancak eğer bu “führer nakli” gerçekleşirse, MHP-Nazi Partisi benzetmesini daha ileri götürmek de mümkün olur. Örneğin İbrahim Şahin iyi bir Ernst Roehm olabilir (biri ona “Uzun Bıçaklılar Gecesi”ni anlatmalı!). Sorun bir Hindenburg bulmaya kalır ki, onu da bir yıla kalmadan bu Meclis seçecek zaten.