18 Nisan Seçimleri ve MHP: İlteber Devletten Muteber Devlete

18 Nisan seçimleri Türkiye açısından tarihî bir dönüm noktası sayılabilir. Malûm olduğu üzere, tarihinde ilk defa olarak aşırı milliyetçi ya da faşist bir parti bu kadar çok oy almış ve milletvekili çıkarabilmiştir. MHP’nin bundan sonraki dönemde Türkiye politik yaşamının baş aktörlerinden biri olacağı çok açık bir hale gelmiştir. Belki bundan önce de Türkiye’nin politik ve ideolojik iklimine sayılamayacak kadar çok katkıda bulunmuş bir parti olarak göz dolduruyordu, ama son seçimlerle MHP daha özel bir dikkati hak ettiğini ispatlamıştır. MHP’nin seçimlerdeki başarısı, tarihin bu anında MHP’nin Türkiye devleti ve Meclis partileriyle olan ilişkisi hakkında daha farklı düşünmek gerektiğini ortaya koyuyor. Bence bu ilişkilerin ne türden bir değişikliğe uğradığını anlamak için MHP’nin milletvekili sayısı açısından Meclis’in ikinci büyüğü olarak nasıl davranacağını beklemek gerekiyor. Böylelikle içerdiği çelişkin ögelerden hangilerinin baskın olacağı, eğer iktidar ortağı olursa büyük burjuvaziye ve oylarına nail olduğu anlaşılan alt sınıflara yönelik tavrının ne olacağı ve en önemlisi de Kürt meselesinde ne tür bir politika izleyeceği belli olabilecektir. Ama şimdiden bunlar üzerinde kafa yormak elzemdir; çünkü MHP’nin tutumunu belirleyecek olan sadece iç dinamikleri ve diğer meclis partileriyle olan ilişkileri değil, aynı zamanda yürütülecek anti-faşist muhalefetin etkinliği ve niteliği olacaktır. Bu nedenle, bugün MHP’yi anlamak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

1. SONUÇLARIN KISA DEĞERLENDİRMESİ

MHP’nin seçim başarısını anlamak için ilk olarak hangi bölgelerde gücünü arttırmış ve hangi partilerden oy toplamış olduğuna bakmak faydalı olacaktır. Öncelikle Güneydoğu da dahil tüm bölgelerde oyunu arttırdığını söylemek gerek. Ancak özellikle Akdeniz ve Orta Anadolu bölgesinde oylarını yükseltmiştir. Ayrıca ANAP’ın daha güçlü olduğu Karadeniz bölgesinde de oylarını önemli oranda arttırabilmiştir. MHP temel olarak, DYP, FP ve ANAP’tan kayan oylarla yükselebilmiştir.

İlk gözlem olarak denebilir ki, MHP milliyetçiliğin alevlendiği bir ortamda milliyetçiliğin asıl sahibi olduğu için gücünü arttırabilmiştir. Bütün büyük partiler, belli oranlarda milliyetçiliği kullanmaya çalışmışlardır. Tuna Başköy Türkiye’de koalisyon hükümetleriyle ilgili yaptığı çalışmada[1] MHP’nin gücünün artmasını temel olarak DYP’nin milliyetçiliği alevlendirmesine bağlamaktadır. DYP, milliyetçiliği sadece bir yan unsur olarak kullandığı seçimlerde (örneğin Tansu Çiller, ilk seçiminde henüz bayraklı ezanlı anamız bacımız değil modern görünümlü bir ekonomi profesörüyken) MHP ciddi başarı gösterememiş, DYP milliyetçiliğe sarıldıkça MHP’nin oyları artmaya başlamıştır. Tuna Başköy’ün iddiasına, bu seçimlerin sonuçlarına bakarak ANAP’ı da eklemekte bir sakınca yoktur. Çünkü ANAP da DYP kadar olmasa da milliyetçi bir söyleme dayanmıştır ve özellikle Karadeniz’deki oylarının bir kısmını MHP’ye bırakmıştır. Son olarak MHP, FP’den de oy almıştır ki, bunun nedeni diğerlerinden farklıdır. Bu durum, Türkiye’de İslâmcı ve milliyetçi taban ve söylemler arasındaki geçişkenlikte aranmalıdır. Bu söylemler, hem Türkiye politik kültüründeki ortak duyuları ifade etmesi açısından hem de bu ifadelerin belli bir radikalliğe yer açabilmeleri açısından benzeşmektedir. Radikal İslâm ve radikal milliyetçilik özellikle Orta ve Doğu Anadolu’da mülksüzleşme tehlikesi yaşayan küçük burjuvazi ve iş bulma imkanlarının gittikçe azaldığını hisseden mülksüz kesimlerin bu türden bir kapitalistleşmeye tepkilere tercüman olabilmektedir. Bu bölgede MHP’nin daha çok İslâmı vurgulaması rastlantı değildir. Bu anlamda MHP ile FP’nin oyları arasında da özellikle bu bölgelerde geçişkenlik vardır. 1977 seçimlerinde de Türklük temasının yanı sıra İslâmcılık temasını da işleyen MHP’nin dönemin MSP’sini gerilettiği görülmüştü. MHP’nin oylarını arttırdığı şehirlerde MSP’nin oyları düşmüştü.[2] Bu seçimlerde de MHP’nin İç Anadolu bölgesinde İslâmı ön plana çıkarması, FP’nin ise Refah partisinin uzantısı olmadığını ispat etmek zorunda bırakıldığı için bunu yapamamasının sonucu olarak FP’den MHP’ye bir oy kayması olduğunu söyleyebiliriz. FP’nin Türk siyasetinde yüksek oy alsa da etkili olamayacağı fikrinin (ve belki de gerçeğinin) yoksullaşma ve bölgeler arası eşitsizleşmeden muzdarip olan bu kesimlerin bir kısmının MHP’ye yönelmesine neden olduğunu söyleyebiliriz.

DSP seçmeninin MHP’ye oyunu vermediği açıksa da merkez sağ partilerinin yanı sıra bu partinin de milliyetçiliği yoğun biçimde kullanmasının milliyetçi düşüncenin alevlenmesine ve MHP’nin öne çıkmasına katkıda bulunduğu düşünülebilir.

Diğer büyük partilerin milliyetçiliği alevlendirmesinin MHP’nin beklenmeyen başarısına yol açtığı tezi doğru ve açıklayıcı olmakla birlikte eksiktir. Zira, hem Fazilet partisinden MHP’ye kayan oyları hem de diğer partilerin neden milliyetçiliğe sarıldığını açıklayacak bir çerçeve sunmamaktadır. Fazilet Partisi’nin yukarıda belirttiğimiz kesimlerin ihtiyaç duyduğu radikalizme tercüman olabilecek takatinin kalmamasının bu partinin seçmenlerinin bir kısmının MHP’ye teveccüh etmesine neden olduğuna daha önce değinmiştik. Ayrıca, MHP’nin yükselişine dair sorulması gereken bir dizi soru vardır: DYP ve ANAP ve hattâ DSP milliyetçi söyleme neden sarılmışlardır? Böyle bir politika partilerin kendi iç dinamikleriyle ya da tercihleriyle açıklanabilir mi? Ya da bu partiler, milliyetçi söylemin alevlenmesine engel olabilecek politikalara başvurmada ne kadar özgürdüler? Değildilerse, merkez sağın milliyetçiliği kullanmak zorunda kalmasının ne tür yapısal nedenleri olabilir? Bu soruların yanıtlarını bulabilmek için milliyetçiliğin yükseliş koşullarını gözden geçirmek anlamlı olacaktır.

2. POLİTİKANIN TALEP TARAFI:

MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELİŞ KOŞULLARI

MHP tarihine baktığımızda, bu partinin tarihinde iki zaman diliminde ülkücülüğü kitle hareketi olarak yönlendirebildiğini görüyoruz. 1965’te Alparslan Türkeş CKMP’ye genel başkan olmuş ve 1969’da parti ismini Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirmiştir. Ama 1974’e kadar hem oy oranları hem de Türkiye politikasındaki etkisi açısından ciddi bir varlık gösterememiştir. 1974’e gelindiğinde artık MHP kitlesel bir hareket haline gelmeye başlamıştır. 1974-80 arası dönemde toplumsal hareketlerin yükselmesine karşılık ülkücülük de bir hareket haline gelebilmiştir. 12 Eylül darbesinin ardından MHP’nin kapatılmasıyla birlikte ülkücüler uzunca bir süre Türkiye politikasında bir varlık gösterememiştir. 1989-90 yılları ülkücülüğün kitleselleşmesi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihlerde Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte bağımsızlaşan Türki Cumhuriyetler emperyal duyguları körüklemiş, ayrıca Bulgaristan ve Azerbaycan olaylarını protesto gösterilerinde sokağa çıkan ülkücüler, bu tarihten sonra kitlesel bir gösteriyi hak eden tüm milli meselelerde en önde yer almışlardır. Ülkücü hareketin 1990’da başlayan kitleselleşmesi bu seçime kadar politikayı sokaklarda belirleyen bir nitelik taşıyordu. Ülkücülüğün kitleselleşmesini sağlayan konjonktürün pek tabiîdir ki, birtakım ortak noktaları var. Ama aynı zamanda 18 Nisan seçimleriyle parlamenter hayatın önemli bir parçası olma başarısını gösteren MHP’nin, 1974-80 arası dönemdeki yükselişten daha farklı koşullara sahip olduğu da iddia edilebilir. Şimdi bu ortak ve farklı koşullara kısaca değinmekte fayda var.

ORTAK NOKTALAR

1970’lerde yaşanan hızlı kentleşme ve kapitalistleşmenin özellikle geleneksel sınıflarda yarattığı mülksüzleşme ve geleceğe olan güvensizlik, 1980’ler ve 1990’lar boyunca da yaşanmıştır. Toplumsal ve ekonomik yapıdaki devasa dönüşümler, bölgelerarası eşitsizliğin artması, köylerden ya da küçük kentlerden büyük kentlere göç, işsizlik ve küçük işyerlerinin kapanması gibi sonuçlara yol açmıstır. Bu dramatik dönüşümlere tepki, Türkiye tarihinin ta 19. yüzyıldan gelen Doğululuk-Batılılık gerilimiyle birleştiğinde özel bir biçim almıştır. Ülkücülüğün, Türkiye’nin dünya kapitalist sistemindeki konumundan dolayı Avrupa’daki faşist hareketlerden farklılaşan özellikleri vardır. Her iki dönemde de Batılılaşmaya olan tepki temel bir karakteristik olarak kendini göstermektedir. Faşizmin reaksiyoner niteliği her zaman vurgulanmıştır ki bu nitelik, ülkücü harekette daha belirgindir. Ülkücülük, farklı dönemlerde varlığımıza kasteden farklı düşmanlar (komünistler, bölücüler, bazı durumlarda Kürtler ve Aleviler) tanımlasa da, bu farklı düşmanların hepsinin de Batı’yla ya da Batı’ya ait değerlerle ilişkili olduğu vurgulanmıştır. Örneğin, 1980 öncesinde, özellikle kırsal kesimde ve küçük şehirlerde ülkücülerin komünizmle Batı değerleri arasında bir özdeşlik kurduğunu görüyoruz. Mustafa Çalık’ın kendi memleketi olan Gümüşhane’de yaptığı ampirik çalışmada ankete katılanların çoğu ‘80 öncesinde komünizme tepki olarak ülkücülüğe yöneldiklerini belirtirken, komünizmi de ateizm ve ahlâksızlık gibi Batı değerleriyle özdeşleştirmişlerdir.[3] Batı’nın olumsuz anlamda varlığı, 1990 sonrası ülkücülüğün bölücülüğe ve bölücülere tepkisinde de görülebilir. Bölücülüğü açıklamakta sıkça başvurulan dış mihrak tezi hemen her zaman Batılıları işaret etmektedir. Özellikle Apo krizi sırasında Avrupa’nın tutumu bu tezin kesin bir kanıtı sayılmıştır.

Faşizmin yükselişinde bir diğer önemli etken de, devletin toplumsal düzenin asayişini sağlamakta aciz kaldığı fikrinin yaygınlaşmasıdır. Siyasal istikrarı ve kamu düzenini temin etmekte zorlanan devletin hegemonyası sorgulanır hale geldikçe radikal politikalar çözüm olarak gündeme gelmektedir. Öteki ideolojilerin hegemonik olma koşullarını yitirdiği durumlarda faşizm bir çözüm olarak öne çıkabilmektedir. Türkiye’ye baktığımızda gerek ’80 öncesi gerek ’90 sonrası devletin, düzeni sağlayamadığına ve terör eylemlerini engelleyemediğine olan inanç yaygınlaşmıştır.

FARKLI NOKTALAR

’90’larda ülkücülüğün ortaya çıkış koşullarını hazırlayan ilk etmen dış Türkler meselesiydi. ’90’ların hemen başında emperyal duyguları fazlasıyla besleyebilecek maddi koşullar ortaya çıkmıştı. Türki cumhuriyetlerin bağımsızlığa kavuşması Turancılığın gerçekçi bir fikir olarak sunulabilmesinin koşullarını yarattı. Her ne kadar sonraki gelişmeler bu fikrin en azından kısa vadede gerçekçi olmadığını gösterdiyse de Türki Cumhuriyetlerle ülkücülerin önünde pozitif bir proje olarak durmaya devam etti.

İkinci olarak, ’90 sonrasında ülkücü yükseliş temel olarak Kürt sorununa dayandı. Birçok köşe yazarının tehditkâr bir tonda hep söyledikleri üzere, Güneydoğu’dan tabutlar geldikçe halkın ülkücülere sempatisi artıyordu. Kürt sorununun terör sorununa indirgendiği, insan haklarından bahsetmenin bölücülükle eşdeğer görüldüğü bir savaş ortamında milliyetçiliğin yükselmesi ve aşırılaşması doğaldır. Gerek devletin zorlaması gerek ekonomik koşullar dolayısıyla büyük şehirlere göç eden Kürtlerin, bu şehirlerdeki Türk milliyetçiliğinin artmasına maddi bir neden teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Türkiye’de eskiden beri göç olgusu vardı. Ama daha önceleri göç etnik bir temele dayanarak tanımlanmıyordu. Kürtlerin gittikleri şehirlerin en dışında gettolar (Kürt mahalleleri) kurmak zorunda kaldığı düşünülürse, bir uçlaşma, kendinden ayrı görme ve dışlamanın nasıl ortaya çıktığını daha iyi görebiliriz. Özellikle Kürt göçlerinin yoğun olduğu Akdeniz ve Ege illerinde MHP’nin tam bir patlama yapmasının bu göçlerle doğrudan bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.

Ayrıca Türkiye’de gelir dağılımındaki muazzam eşitsizlik, işsizlik, sosyal güvenliğin olmayışı gibi olguların da gösterdiği gibi son dönemlerde kapitalist sömürünün hızlanarak artması ve neo-liberal argümanların artık eskisi kadar çekici olamaması düzenden kaybedenleri radikal ideolojilere yöneltmektedir. 12 Eylül darbesinin temel olarak solu hedef aldığı ve bunda da başarılı olduğunu biliyoruz. Dinin ve dinî değerlerin yükselmesinin koşullarını hazırlayan askerî rejim aynı zamanda milliyetçi değerlerin yükselmesinde de katkısı olmuştur. Ülkücüler de bu dönemde solcular kadar olmasa da askerî rejimin baskılarına maruz kalmışlardır. Ama 12 Eylül’ün bıraktığı şiddet kültürü ve orta öğretim kitaplarına kadar giren ırkçı, şovenist ve milliyetçi fikirler, faşizmin uygun konjonktürde radikallik ihtiyacına yanıt olarak ortaya çıkabilmesinin potansiyelini yaratmıştır.

3. POLİTİKANIN ARZ TARAFI PARTİLERİN SEÇİM STRATEJİLERİ

Toplumsal ve ekonomik koşulların gerekleri politikanın ne yönde gideceğini tek başına belirlemez. Bu gereklere cevap veren siyasal oluşumların varlığı ve niteliğinin de belirleyici bir etken olarak dikkate alınması gerekir. Talepleri karşılayabilecek söylemlerin inşâ edilmesi de kendi başına yeterli değildir. Çok partili seçim sistemi içinde konuşursak, herhangi bir partinin başarısı veya başarısızlığı sadece o partinin tutumuna ve stratejisine bakılarak açıklanamaz. Çünkü başka partilerin politik taleplere yanıt veren ideolojiyi daha inandırıcı ve yaygın olarak pazarlama ihtimali mevcuttur. Bu seçimlerin sonuçlarını daha iyi değerlendirebilmek için hem MHP’nin hem de diğer partilerin neyi nasıl sunduklarına bakmak yararlı olacaktır.

MHP’NİN POLİTİKASI

Bahçeli döneminde bir kısmı zaten Türkeş’in son dönemlerinde başlamış birtakım değişiklikler oldu. Başta Ertuğrul Özkök olmak üzere ana-akım gazetelerdeki birçok yazar, bu yeni MHP’ye övgüler düzdü. Örneğin, internetle tanışan ülkü ocaklarının nasıl çağı yakaladığı anlatıldı. Seçimlerdeki başarısının ardından MHP’ye ve Bahçeli’ye daha fazla övgüler yağmış olduğunu görüyoruz. Bu tür değerlendirmelerin birçok noktayı görmezden geldiklerini düşünüyorum. Öte yandan, biraz da bu türden yaklaşımlara tepki olarak MHP’nin hiçbir değişikliğe uğramadığını, geçmişte nasılsa şimdi de öyle bir faşist parti olduğunu düşünenler de var. Benim düşüncem MHP’de birtakım değişiklikler (ki mutlaka olumlu olması gerekmeyen) ve sabitler olduğu yönünde. Bunlar üzerinden kısaca geçmenin MHP’nin seçimdeki politikasını anlamada yardımcı olacağını düşünüyorum.

a) MHP’deki değişiklikler

Ülkücü hareketin ve MHP’nin en önemli karakteristiğinin reaksiyonerlik olduğunu daha önce de belirtmiştik. Ancak Bahçeli döneminde salt bir reaksiyonerliğin ötesine geçmeyi hedefleyen çalışmalar yapılmıştır. Örneğin parti okulunun ve MHP Araştırma Merkezinin kurulması, ekonomi, eğitim, kültür, çevre gibi pek çok başlık altında çalışmaların yapılıp kitap olarak bastırılması vs. gibi etkinlikler, temelde Bahçeli’nin parti içindeki etkinliğini arttırma saikiyle yapılmış olsa bile bence önemli sonuçları olabilecek (ve seçim sonuçlarını düşünürsek belki de olmuş olan) gelişmelerdir. Öncelikle, liderin konumunu teşkilat içinde ideolojik bütünsellik içinde sağlamlaştırmaya çabalaması bile bir farklılaşmaya işaret etmektedir. 1970’lerde kitleleri yönlendirebilmiş olmasına karşın, ‘reaksiyoner niteliğinin bir iktidar tasarımı ve başka pozitif tasarımlar üretemeyecek kadar baskın olması’[4] dolayısıyla MHP’nin iktidara istediği kadar yaklaşamadığını söyleyebiliriz. Ayrıntılı ‘bilimsel’ projeler üretme çalışmaları, sadece bir tepki hareketinin ötesine geçip pozitif bir programın ortaya koyma çabalarını göstermektedir. Örneğin birçok seçim broşüründe, bölücülük tehlikesinden çok az bahsedilmesine karşın güçlü ekonomi, çoğulcu demokrasi, memura sendika hakkı, temiz siyaset vb. temalara daha çok yer verilmiştir. Bunlardaki samimiyetin derecesi bir ölçüde önemlidir ama reaksiyoner oyların ötesine geçme isteğini göstermesi açısından bile kendi başına bir önem taşıdığını düşünüyorum.

MHP gibi liderin önemli olduğu partilerde Türkeş’in yerine başka birisinin geçmesi bile önemli bir değişikliğe işarettir. Ancak Bahçeli’nin Türkeş’in son dönemlerinde vermeye çalıştığı ama pek başarılı olamadığı uzlaşmacı lider tipini, Bahçeli’nin daha iyi verebildiğini görüyoruz. Dahası bu değişiklik MHP Ar-Ge yayın organı olan Çare’de şu şekilde ifadesini bulmaktadır: “Çoğulcu ve katılımcı demokrasinin gelişmesinin bir sonucu da, siyasette karizmatik lider tipinin yerini, uzlaşmacı, halkın iletişim kurabileceği diyaloğa açık genel başkanların almakta olmasıdır.”[5]

Gerçekten de, Bahçeli’nin Türkeş’den daha az karizmatik olduğunu söylemek mümkün. Örneğin hazırlanan kitapçıklardan birinde ‘Başbuğ Türkeş İlteber Devlet’ ibaresi kullanılarak yeni bir mit yaratma teşebbüsü varsa da ve başlı başına Devlet ismi bile devletine karasevdalı bir camia için zengin çağrışımlar yaratabiliyorsa da Bahçeli’nin kendisi ‘Başbuğ’ gibi başlı başına bir mit olabilmiş değil.

Ayrıca her işkolunda zorunlu sendika öngören korporatist fikirden vazgeçilmiştir: “Türkiye’de sendika hakkının çerçevesi milletlerarası alandaki gelişmelere paralel olarak düzenlenmelidir. Sendikal haklar da milletlerarasındaki düzenlemelerle çelişmeyecek nitelikte olmalıdır. Dünyada bu alanda meydana gelmiş gelişmeleri görmezlikten gelen zorlama düzenlemenin bir faydası olamaz. Kendimize has bir sendikal haklar düzeni kurmak düşüncesi de yanlıştır. Bu sebeple biz çağdaş sendikal anlayışa uygun olarak hür, bağımsız ve demokratik sendikacılığın savunucusuyuz.”[6]

Bunların yanı sıra MHP, partinin seçim için hazırladığı yayınlarında rasyonel projeler üretmek, yükselen değerlere sahip çıkmak,[7] uzlaşmacılık, bilgi toplumunu ve globalleşme trendini yakalamak gibi liberal kavramlari öne çıkartan bir görüntü çizmeye çalışmıştır.

b) MHP’de değişmeyenler

MHP, her ne kadar seçim broşürlerinde daha çok bölücülük dışındaki ögeleri öne çıkartmışsa da biliniyor ki, milliyetçiliğin en has sahibi olan partidir. Bu açıdan MHP’nin bu meseleyi fazla vurgulamasına da belki gerek bile yoktu. Ancak tabiîdir ki, MHP insan hakları kisvesi altında yapılan bölücülüğe değinmiştir. Millî protesto gösterilerinde ‘bölücüleri linç eden vatandaşlar’ yetiştiren Ülkü Ocakları’yla organik ilişkisi parti politikasını etkilemektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi lider miti artık pek fazla öne çıkarılmamaktadır, ama bozkurt işareti başta olmak üzere birtakım semboller önemini korumaktadır ve ‘milli huzuru’ bozucu her türlü talebe gerekirse şiddet kullanarak engel olan ülkücülere ilham vermeye devam etmektedir.

DİĞER PARTİLERİN SEÇİM STRATEJİLERİ

Daha önce de belirtildiği gibi merkezdeki bütün partiler daha çok milliyetçiliğe endeksli bir seçim stratejisine sarılmıştır. Seçimin gündemini bölücülük tehlikesine karşı birlik olma, devletin ve vatanın bölünmezliğini sağlama gibi konular belirlemiştir. Merkez sağda DYP merkez solda DSP milliyetçiliğe özel bir vurgu yapmıştır. Öyle ki, bu partilerin ilk akla gelen özellikleri artık milliyetçilik olmaktadır. DSP milliyetçi sol olarak nitelendirilmekten bir rahatsızlık duymamaktadır. DYP de seçim öncesinde kendi televizyon kanalında Tuğrul Türkeş’in gerçek ülkücülerin DYP’ye oy vermeleri gerektiğini telkin eden sözlerini yayımlayarak milliyetçi oyları alma çabasına girmiştir. Bu partiler kadar olmasa da ANAP da milliyetçiliği yoğun biçimde kullanmıştır. Peki, bu merkez sağ partilerin seçim stratejisindeki bir hataya mı işaret ediyor? Bizce pek öyle değil. Asıl sorun, neo-liberal politikaların seçim pazarına sunulamayacak kadar inandırıcılığını yitirmiş olması. Tansu Çiller ilk kez seçime girdiğinde herkese iki anahtar vaad ediyordu. DYP tarafından özelleştirme, gümrük birliği, serbest piyasa gibi kelimeler tüm ekonomik sorunları çözebilecek sihirli formüller olarak sunuluyordu. Ekonomi bir uzmanlık alanıydı ve Tansu Çiller de ekonominin uzmanıydı. Ancak ekonominin daha da kötüye gitmesi, Gümrük Birliği’yle Avrupa Birliği’ne yaklaşılmadığı gibi Avrupa’nın Türkiye’yi dışladığı fikrinin yaygınlaşması, gelir dağılımının iyice bozulması vs. neo-liberal argümanların geçer akçe olmaktan çıkmasını sağlamıştır.

MHP merkez sağ partilerinin yanı sıra FP’den de oy almıştır. Ama FP milliyetçiliği sunmaya çalıştığı için değil İslâmcılığı sunamadığı için oy kaybetmiştir. Düzene tepkinin Siyasal İslâmın terimleriyle ifade edilemeyişi, radikal milliyetçiliğinse sonuna kadar kullanılabilmesi bu partinin oylarını MHP’ye kaptırmasına neden olmuştur.

4. SONUÇ

Bu yazıda MHP’nin beklenmedik derecede yüksek oy almasının merkez partilerin milliyetçi söylemi kullanmasıyla ilişkili olduğunu belirttik. Aynı zamanda merkezdeki milliyetçileşmenin toplumsal ve ekonomik çelişkilerin radikal ideolojileri gerektirecek kadar derinleşmesinden ve neo-liberal söylemin artık inandırıcılığını kaybetmesinden kaynaklandığını iddia ettik. Sosyalizm ve Siyasal İslâm gibi radikal ideolojilerin etkisizleştirilmesi bu ihtiyacın milliyetçilik tarafından karşılanmasını sağlamıştır. Milliyetçiliğin bu kadar pazarlandığı bir ortamda da milliyetçiliğinden kuşku duyulmayacak tek parti olması, Bahçeli döneminde ürkütücü ve reaksiyoner görüntüsünün ötesine geçip, daha vasıflı ve pozitif bir tutum sergileme ve böylece sadece devletin yardımında yedek bir kuvvet değil, aynı zamanda iktidara hazır bir parti olma çabası, en son olarak da Bahçeli’nin teşkilatçılığı MHP’nin başarılı olmasındaki etkenler olarak görünmektedir.

MHP’nin bu başarısından sonra Türkiye’de yeni bir dönem başladığını söylemek mümkün. Bu yeni dönemin nasıl şekilleneceğini MHP’nin üst kadrosuyla tabanı arasındaki ilişkiyi nasıl sağlayacağı, tabanın beklediği daha radikal çözümlerle ‘yükselen değerleri’ nasıl bağdaştıracağı, diğer partiler, ordu ve sermayeyle ilişkilerini nasıl geliştireceği ve tabiî en önemlisi de Kürt sorununda ne tür politika değişikliklerine gideceği gibi etkenler belirleyecek. MHP’nin iktidar ortağı olmasının egemen blok açısından bir sorun oluşturacağını sanmıyorum. Ama sosyalistlerin, Kürtler’in veya herhangi bir toplumsal muhalefetin başına ne geleceğini kestirmek güç. Bence ana-akım medyanın MHP övgülerine fazla iltifat etmemek gerekir. Belki MHP’nin iktidar ortağı olduğu dönem gerek konjonktür olarak gerek MHP politikası olarak diğer merkez partilerinden daha demokratik olabilir. Ama kötümser olmak için yeterince neden var ve en kötüsünü düşünmek boş bir iyimserliğin yaratacağı pasifliği ve hayal kırıklığını önleyecektir. Örneğin Kürtlerin daha çok baskıya marûz kalacağını, insan haklarının daha çok ihlâl edileceğini, Apo’nun yargılanması gibi hassas meselelerde milliyetçiliğin iyice çığırından çıkacağını beklemek kesinlikle abartı olmayacaktır. Ancak, kötümser olmak bizi pasifliğe ve eylemsizliğe sürüklememelidir. Çünkü Türkiye’de geleceğin belirlenmesinde yürütülecek anti-faşist mücadelenin de önemli bir rolü vardır. Yani aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği...

[1] Tuna Başköy, Minority Government in a Conflictual Democracy: The Case of Turkey. yayımlanmamış çalışma.

[2] Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Modernleşme, Din ve Parti Politikası: MSP Örnek Olayı, Alan Yay. İst. 1985 s.165.

[3] Mustafa Çalık, MHP Hareketi, Cedit Neşriyat, 1995, s:155.

[4] Tanıl Bora-Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergah. (3. Baskı) İletişim yayınları, İst. 1994, s.45.

[5] Nevzat Ergin Kumandas, Bilgi Çağında Demokrasi, Çare, Şubat 99, s.55.

[6] MHP Ar-Ge Yüksek Öğretim Gençlik-Sendika Araştırma Grubu, Sendikacılıkta Yeni Anlayış, Çare, Şubat 1999 s.50.

[7] MHP’nin kitapçıklarında geçen sloganlardan birisi de, ‘yükselen değerlerimize sahip çıkalım’dı. Milliyetçi Hareket Partisi, Araştırma Merkezi, Bilgi Toplumuna Hazırlık, Ankara. 1990, s.41.