Su Canavarının Karaya Çıkışı: Devlet ve MHP

Musevi ötedünyacılığında (eskatoloji) Leviathan su canavarına, Behemoth ise kara canavarına istinaden kullanılır. Siyasal kuramda ise Thomas Hobbes’un Leviathan (1651) isimli yapıtı baskıcı bir siyasal sistemin analizidir. İngiliz iç savaşından olumsuz etkilenen Hobbes çözümü güçlü ve sorgulanmayan bir devlette bulmuştur. Onyedinci yüzyıl İngiltere’sini inceleyen baskıcı devlet sistemini bir su canavarı (ya da kadın canavar) olan Leviathan ile ifade ederken, İngiliz iç savaşının anarşik ortamını incelediği çalışmasına da bir kara canavarı (ya da erkek canavar) olan Behemoth’un ismini vermiştir. Behemoth, Alman Nasyonal Sosyalizmini inceleyen Franz Neumann’ın 1942 tarihli kitabının da başlığıdır. Neumann, Hobbes’un çalışmasından hareketle, Alman Nasyonal Sosyalist rejimini bir kara canavarı olarak nitelendirmeyi seçer. Nasyonal Sosyalizmi devletsizlik, hukuksuzluk, insanların hak ve onurlarının çiğnendiği anarşik bir kitle toplumu çerçevesinde değerlendiren Neumann bu durumun altını çizmek amacıyla Behemoth ifadesini kullanır. Yani gerek Hobbes gerekse Neumann’ın analizlerinde Leviathan sorgulanamayan, açılımsız, baskıcı bir devlet durumunu; Behemoth ise devleti de ele geçirmiş bir anarşi ve hukuksuzluk durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Bu canavarlara atfedilen cinsiyet rolleri ise iktidarın biçimlerine yaptığı göndermeler nedeniyle başka bir yazının konusu olacak kadar ilgi çekicidir.

Türkiye 18 Nisan 1999 seçimlerinden Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) pek de beklenmeyen sıçraması ve hükümete ortak olma adaylığı ile çıktı. Türkiye’nin 18 Nisan seçimleri ertesinde kendisini içinde bulduğu dinamikleri tahlil etmeye başladığımda Leviathan ve Behemoth’un temsil ettikleri durumun söze başlarken açıklayıcı bir önemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir yanda Leviathan - yani kapalı, sorgulanmayan bir devlet, diğer yanda ise Behemoth - yani devletin ve hukukun Alman Nasyonal Sosyalizminde olduğu gibi bir siyasal parti tarafından yutulmasından hareketle tahlile girişmenin Türkiye’de taşları yerine koymaya yardımcı olacağını sanıyorum.

Musevi ötedünyacılığında her iki canavar da Kaos canavarlarıdır. Kıyamete ilişkin yazılarda her iki canavarın dünyanın sona ermesinin eşiğinde ortaya çıkıp terör yönetimi kuracakları söylenir. Kimi yorumlara göre ise her iki canavar savaşacak ve birbirini yok edecektir. Haklılar da Tanrı katında bu canavarların etini yiyerek zaferlerini kutlayacaklardır.

Türkiye ile ilgili bir tahlil daha ziyade Leviathan durumunu akla getiriyor. Devlet ile nefes alınıp verilen bir durum. Yani devletin varoluşun her zerresine sirayet ettiği bir yapı. Oysa Nasyonal Sosyalist rejim eninde sonunda devletin kifayetsizliğinden kaynaklanmıştır ve bir siyasal partinin hem devletin hem de toplumun her zerresine sirayet etmesi şeklinde cereyan etmiştir. Kaos her iki durumda da vardır. Birinde devlet baskısı altında zaptedilmeye çalışılırken, diğerinde siyasal bir partinin potasında eritilmeye çalışılır. Bu tasnif ile düşününce bugün Türkiye’de baskıcı devlet geleneğinin kendisini yutma eğiliminde bir siyasal parti ile el ele verdiğini gözlemleyebiliriz. Yani Leviathan varlığını sürdürmek uğruna açılmayı değil de Behemoth ile işbirliği yapmayı seçiyor sanki. Daha bilinen bir ifadeyle derin devlet, derinliğine bir resmiyet kazandırma çabasında. Devlet ile MHP arasında kurulmakta olan yeni köprüler, Leviathan ile Behemoth arasında bir işbirliği gibi görünüyor. Oysa bu ikilinin ilişkisi uzun vadede çatışmalarını kaçınılmaz kılıyor. Kısacası devlet kendi üzerine kapanacak bir kapıyı aralıyor. Su canavarı karaya çıkarken kara canavarı ile ciddi bir flört ilişkisine girmeye niyetli olsa ve bunu gerçekleştirse bile, bu ilişkinin sonunun, her ikisinin varoluş nedenleri açısından bakıldığında yürümesi zor görünüyor. Musevi ötedünyacılığında dile getirilen ‘mutlu son’ ve ‘karanlık son’ yorumlarına yukarıda değindim. Bu ikili ya birbirini katlediyor ki burada mutlu son onların etini yiyerek coşan geride kalanlar için söz konusu ya da işbirliklerini pekiştirip iflah olmaz bir terör yönetimi kuruyorlar.

DEVLET, İŞTE O BENİM! (L’ETAT, C’EST MOI)

Bugün Türkiye bağlamında yukarıdaki benzetmeyi yapmamın nedeni devlet alanı ile siyasal alan arasındaki ayrımın sık sık belirsizleştiği bir ülkede, 18 Nisan seçimleri ile gündeme gelen durumdur. Bugün, Türkiye’de gündeme gelen bir siyasal partinin devlet ve toplum üzerinde egemenlik kurduğu Nasyonal Sosyalizm tipi bir faşizm değil, devletin siyasal partileri ve toplumu yutmaya meylettiği bir durumdur. Bugün devlet ile siyasal sistem arasındaki farkın altını çizmenin zamanıdır. Siyaseti içinde bulunduğu içler acısı durumdan kurtarmanın zamanıdır. Siyasal sınıfın yerlerde süründüğünü söylemek hiç de abartma olmayacaktır. Siyasal sınıfın yerlerde sürünmeyi hak edip etmediği ayrı bir konudur. Önemli olan siyasal sınıf olmadan siyasal bir alanın da olamayacağını vurgulamaktır. Türkiye’de yerlerde sürünen siyasetçiye ‘bir tekme de ben vurayım’ diyenlerin sayısı şaşılacak kadar çoktur. Bu durum da zaten siyasal alanın bir türlü rüştünü ispat edememiş olmasının bir simgesi gibidir. Siyasetçi bu devletin günah keçisidir. Susurluk skandalı da eninde sonunda vatandaş nezdinde devleti değil, siyasetçiyi zedelemiştir. Vatandaşlar öyle bir konumdadırlar ki, ellerindeki verilerle var olan siyasetçileri desteklemeleri pek de mümkün görünmemektedir. Siyasetçiler ise, adeta ellerinde bir ayna ‘ayna ayna söyle bana, var mı benden daha fazla devlete benzeyen’ diye sormaktadırlar. Bu arada Devlet Bahçeli ise adeta ‘devlet, işte o benim!’ der gibidir. Yani ne siyasetçilerin kendi alanlarına ne de vatandaşların siyasete sahip çıkmasının temelleri vardır. Zaten devletin alanı ile siyasetin alanı sık sık karışmakta, karıştırılmaktadır.

Örneğin, Meclis’te milletvekili seçilen Fazilet Partili Merve Kavakçı’nın türban ile yemin etmeye kalkışması konusundaki görüşler siyasal alan ile devlet alanı arasındaki çizgileri çok açık bir biçimde gündeme getirmiştir. Milletvekili kamu görevlisi midir? Daha normatif bir ifadeyle, bir milletvekili kamu görevlisi olarak mı görülmelidir? Bu soru çerçevesinde vatandaşlar arasında yapılacak bir anketin sonuçları Türkiye’de siyasal alanın ne denli reşit olup olmadığı hakkında ipuçları barındırabilir ve anlamlı olabilir. Kanımca, bugün öncelikli olarak yapılması gereken Türkiye’de kamusal alan derken neden söz edildiğinin açığa çıkarılmasının gerekliliğidir. Kamu, ‘devlete ilişkin olan’a istinaden mi kullanılmaktadır yoksa devletin dışında bir kamusal alan tahayyül etmek mümkün müdür. İkinci sorunun cevabını fazla kurcalamadan verebiliriz: Türkiye’de devletin dışında toplumsal değinmeleri olan bir kamusal alandan söz etmek pek mümkün değildir. Türkiye’de kamusal alan daha ziyade devlete ilişkin yan anlamlar barındırmaktadır. Ancak, Türkiye’de kamusal alanın cılızlığını telaffuz eden ve az sayıda olduğunu son seçimlerde anladığımız bazı çevrelerde kamusal alan toplumsal olana istinaden kullanılmaktadır. Kamusal alana ilişkin tartışmayı biraz açabilmek için siyasal kuramda liberal kuramcılar olarak aynı kefeye konulan Thomas Hobbes ile John Locke’un siyasal kuramlarının kamusal alana ilişkin uzantıları arasındaki farkın önemine dikkat çekmek istiyorum.

KAMUSAL ALAN

Hobbes’un siyaset kuramı aslında onun liberal kuramcılar arasında sayılmasını anlamsız kılacak kadar mutlakçıdır. Liberal kuramcılar arasında sayılmasının nedeni bireyciliğe atfettiği önemdir. Hobbes’a göre insanın varoluşunun en önemli unsuru, birey olmasıdır. Hobbes’un sözünü ettiği birey, diğer bireyler ile ancak benzer istekler doğrultusunda ilişki kurar. Hobbes’a göre insanların kendi kendilerine yeten bireyler olarak topluma ontolojik bir öncelikleri vardır. Bireyselliğe verdiği bu ontolojik öncelik Hobbes’un liberal kuramcılar arasında yer almasına neden olmuştur. Ancak Hobbes liberalizmin karanlık bir yönünü temsil eder.[1] Çünkü, Hobbes’a göre her ne kadar insanlar doğal olarak özgür, bağımsız ve eşit bireyler olarak var olsalar da kendi davranışlarını kendilerini muhafaza etmek uğruna sınırlamak zorundadırlar.

Hobbes’un özellikle Leviathan’da geliştirdiği siyasal kuramın arkasında insan doğasına ilişkin varsayımlar vardır. Buna göre; öncelikle insanlar kaçınılmaz olarak birbirleri ile iktidar mücadelesi içindedirler, ikinci olarak da ölmemeyi istemektedirler.[2] Hobbes’un kuramının temelinde bu iki varsayım vardır. İnsanların ne toplum ne de devlet tarafından verilmiş, doğal olan ortamda (state of nature) var olan bazı hakları vardır. Bu haklardan en önemlisi de kendi varlıklarını muhafaza etmek hakkıdır. Devletin olmadığı, doğal olarak nitelendirilen ortamda insanların bireyler olarak varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır çünkü insan doğasının temelinde iktidara olan iştah vardır. Bu nedenle de devlet insanların varlıklarını sürdürebilmelerinin olmazsa olmaz koşuludur. Devletsiz olan durum öylesine korkutucudur ki, bireylerin onları tümüyle kapsayan bir devlete olan gereksinimleri kaçınılmazdır. Dolayısı ile kendilerini muhafaza etmek, yani yaşamak hakkını idame ettirebilmek için bireyler aralarında devlete ilişkin bir sözleşme yaparlar. Bu noktadan sonra devletin varlığını sorgulamak, ona karşı çıkmak mümkün değildir. Yani insanların doğal durumu bu denli başıbozukluk olarak değerlendirilince, devletin olmadığı durum da kaçınılmaz olarak kendi kendini besleyen bir anarşi durumu olarak görülmektedir.

Locke’un siyasal kuramında ise devlet ile bireyler arasında onun ‘toplum’ (society) dediği (bizim de kamusal alan ile ifade ettiğimiz) bir ara alan vardır.[3] Bu ara alanın önemi, bireylerin yönetimleri sorgulamasına olanak tanımasıdır. Bu ara alan itaatsizliği mümkün kılar. Yönetimlerin değişebilirliğini gündeme getirir. Elbette ki, Locke’u böyle bir ara alan tanımlamaya iten onun insan doğasına ilişkin görüşlerinin Hobbes’unki kadar seküler olmamasıdır. Locke’a göre bireylerin gerek yönetimler gerekse de topluma olan ontolojik önceliğinin temelinde Tanrı tarafından yaratılmış olmaları, yani aynı ilahi kaynaktan türemeleri yatar. Bireylerin eşitliğinin temelinde de türedikleri ilahi kaynağın aynı olması yatmaktadır. Locke’un kuramında atomize bireylerden çok aynı Tanrının çocukları vardır. Bu nitelendirme onların devletten önce bir toplum olarak algılanabilmelerine olanak yaratır.

Kısacası Hobbes’a göre bireyler varlıklarını idame ettirebilmek için kendilerini devlete teslim ederler, zaten başka türlü de var olamazlar. Yani bireyler birbirlerine devlete dair tek bir sözleşme ile bağlıdır. Oysa Locke’da iki sözleşme vardır. Birincisinde bireyler kendi aralarında bir toplumsal sözleşme yaparlar, diğeri de üçüncü, çıkarı olmayan bir taraf olan devlet ile toplum arasındaki sözleşmedir. Yönetimlerin temelinde bu ikinci sözleşme yatmaktadır. Buna göre yönetimler sadece toplumun çıkarını gözetmek durumundadırlar herhangi bir hakları yoktur sadece topluma karşı görevleri vardır.

Görülüyor ki, Hobbes’cu devlet, yönettiklerinin reşit olmadığı, birarada yaşayamayacağı gibi varsayımlardan yola çıktığı için elini yönettiklerinin üstünden bir an olsun kaldırmıyor. Böylelikle devlet kendisini dokunulmaz bir konuma getiriyor. Locke’un kuramında ise devlet ile birey arasında var olan bir kamusal alan söz konusudur. Buradan yola çıktığımızda Türkiye’de aslında kamusal alan olmadığı gibi bir sonuca varıyoruz. Bu nedenle de kamusal alan kavramıyla devlete ilişkin yan anlamlar zikrediliyor. Yani Hobbes ve Locke’un siyasal kuramları arasında böyle bir karşılaştırmanın Türkiye açısından birinci önemi, kamusal alanın neden devlet alanı ile bu denli kesiştiği, ya da siyasal alanın neden bir türlü rüştünü ispat edemediği konularına dair ipuçları barındırması. İkinci olarak, Locke’un devlet ile birey arasında ayrıştırdığı ve ‘toplum’ dediği alan dolayısı ile bireylerin de özel yaşamları ve toplumsal yaşamları arasında bir ayrıma gidilebilmesine işaret etmesi. Oysa Türkiye’de bu ayrımı yapmak neredeyse olanaksız. Yani özel olan her şeyin devlet nezdinde bir önemi ve anlamı var. Öyle ki iyi vatandaş olmak istediğinizde bireyselliğinizden ödün veriyor duruma düşebiliyorsunuz, ya da bireyselliğinizi yaşamak konusunda direttiğinizde iyi vatandaş olmanız zorlaşabiliyor.[4] Vatandaşlık ve bireysellik birbirine karşıt kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Hobbes ve Locke’un siyasal kuramlarını karşılaştırınca Türkiye’de bireyler devlet karşısında daha çıplak ve kamusal alanın himayesinden yoksun görünüyorlar. Belki de bu nedenle Türkiye’nin henüz demokrat görüşlere hazır olmadığına şaşırtıcı bir kolaylıkla ikna olabilen insanlar olarak siyasete katılma(ma)yı seçiyorlar. Bu sistemde hikmeti hükümet, bireylerin kendilerini muhafaza etmelerinden daha önemli ve hattâ onun bir ön koşulu olarak görünüyor.

Bu yapıda devletin öne çıkardığı düşünce akımları, bireyler arasına da sirayet ediyor. Bugün bu yapı içinde Türkiye’de dallanıp budaklanmakta olan en önemli ideoloji milliyetçiliktir. Gel-gitler milliyetçiliğin daha militan hali ile sıradanlanmış hali arasında olmaktadır. Militan milliyetçilik ile kastedilen coşku ile sallanan bir bayrak iken, sıradan milliyetçilik bir kenarda hep asılı duran bir bayrağa işaret etmektedir.[5] Bugün aslında resmiyete kavuşturulmak istenen durum MHP’nin bilinen militan milliyetçiliğinin sıradan milliyetçilik ile ikame edilmesidir.

SIRADAN MİLLİYETÇİLİK

Sıradan milliyetçilik, milliyetçiliğin açıkça şiddet motifi içeren ve kendini partizanca belli eden tiplerinden ziyade merkezde mevzilenmiş ve gündelik yaşamın ağına karışmıştır.[6] Yani sıradan milliyetçilik sürekli bir milliyetçilik durumudur ve milletlerin, millet olarak sürekli yeniden üretilmelerine yarayan düşünce alışkanlıkları, gündelik pratikleri ve inançları kapsar. Ancak ünlü ‘kötünün sıradanlığı’ (banality of evil) saptamasını yapan Hannah Arendt’ın da belirttiği gibi sıradanlığı bu milliyetçiliğin zararsız olduğu anlamına gelmez. Sıradan milliyetçilik motifleri, vatandaşları sürekli bir savaş seferberliği içinde tutar. Böylelikle içinde yaşadığımız milliyetçilik yüzyılının savaş endüstrisini meşrûlaştırır. 20. yüzyıl tarihi sıradan milliyetçiliklerin militan olanlara öncül olduğu örneklerle bezenmiştir.

Sıradan milliyetçilik nosyonunun arka planında milliyetçiliği liberal ve sosyalist söylemler ile eklemleyen akademik bir literatür bulunmaktadır.[7] Bu literatür zaman zaman liberalizmin toplulukçu temelli eleştirilerinde de izlenebilir.[8] Bu analizler millet, millî kimlik, milliyet gibi kavramları akla uydurma çabası içindedirler. Böylelikle de millet temelli analizlerin sıradanlaşmasına önayak olurlar. Gerek milliyetçiliği liberal ve sosyalist söylemler ile eklemleyen literatürde, gerekse de toplulukçu düşüncenin milliyetçi damarında millet ve devlet kavramlarını birbiriyle çakıştırma eğilimi vardır. Bu analizler ulus-devlet kategorisinin geçirmekte olduğu dönüşümler karşısında duyulan bir endişeyi paylaşırlar. Küreselleşen dünyada denize düşen kimi analizciler, millî kimliğe ve onunla çakıştırılan devlete yılana sarılır gibi sarılmaktadırlar.

Milliyetçilik, liberal ve sosyalist söylemler ile eklemlendiği ölçüde sıradanlaşmaktadır. Avrupa bağlamında gerek Alman Hıristiyan Demokratlarının, gerek Sosyal Demokratların gerekse İngiliz İşçi Partisi’nin söylemlerinde milliyetçilik motiflerine rastlamak mümkündür. Milliyetçiliğin liberal ve sosyalist söylemler ile eklemlenmesi süreci, devleti kutsayan bir söylemin ortaya çıkması süreci ile koşut olarak belirmektedir. Türkiye’de de bu süreçleri tespit etmek mümkündür.

18 Nisan seçimleri laiklik ilkesinin yanı sıra milliyetçiliğin de Türkiye’de siyaset etmenin sine qua non’u (olmazsa olmaz şartı) olarak tescillenmesine işaret etmektedir. Artık milliyetçiliğin ‘vatanseverlik’ olarak ifade edilen normal ve masum yüzü ile, MHP’nin temsil ettiği etnisist, dışlayıcı militan yüzü arasındaki çizgiler bulanıklaşıyor. Çünkü milliyetçilik sıradan ve sürekli bir olgu olarak gündemde. Kanımca zaten vatanseverlik ile militan milliyetçilik arasındaki geçişlilik potansiyeli hep vardı ve Türkiye’de 1990’lar bu geçişliliğin pekiştirildiği bir dönem oldu. Milliyetçilik literatüründe genellikle milliyetçilik kavramı saldırgan, şovenist, dışımızdaki gruplara karşı savaşçı tutum ve davranışlara istinaden kullanılırken, vatanseverlik kavramı da savunmacı, dışımızdaki gruplardan nefret etmekten ziyade kendi grubumuzu sevmeye endeksli yaklaşımlara işaret eder.[9] Ancak her iki eğilim arasındaki çizgi incedir. Örneğin en uç, etnisist milliyetçi söylem bile içinde vatansever temalar bulundurur: kendi dışındaki gruplara savunma refleksi ile karşı olduğunu iddia eder. Savaşa giden askerlere ve savaş kararı veren siyasetçilere sorulduğunda, hemen her zaman ‘öteki’ ni yok etmekten ziyade anavatanı savunma güdüsünün dile getirildiği görülür. Bu da vatansever bir söylemin zaman zaman ‘savunmacı’ kisvesi altındaki savaşçılığına işaret eder.

1990’lar Türkiye’de güzel, şehirli insanların sıradan milliyetçilikleri ile taşralı, etnisist MHP milliyetçiliği arasındaki çizgilerin silikleştiği yıllar oldu. 18 Nisan seçimleri sonrasında MHP yöneticilerine en sık yöneltilen soru ‘Değiştiniz mi?’ idi. Onlar da çoğu kez bu soruya olumsuz yanıt verdiler. Çünkü görülen durum MHP’nin değişmesine ya da normalleşmesine değil, normal olanın, ya da merkez sağ ve soldaki siyasal partilerin MHP’ye benzemesine, yani milliyetçi bir söylemi kucaklamasına işaret ediyordu. MHP’nin değişerek merkez sağ bir konuma oynamasından ziyade milliyetçiliğin sıradanlaşması ve MHP’yi merkezde bir rol oynamaya çekmesi durumu oluşmuştur. Devletin şeriat korkusunun panzehiri olarak kutsadığı milliyetçilik söylemi, kamusal alanın bu denli cılız olduğu bir ülkede toplumsal taleplerin sıradanlaşmış bir milliyetçilik temelinde şekillenmesine yol açmıştır. Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün yazılarında profilleri netleşen “komplekssiz, bıyıksız, güzel, gürbüz, blucinli, hem Amerikan müziği hem Türk popu dinlemeyi seven, Atatürkçü, saçlarını GI gibi kestirip, başlarına beyzbol şapkası takan, ancak en ‘in’ barların kapılarına da Türk bayrağı dikmeyi ihmal etmeyen” bu şehirli, kendilerini Batılı olmanın çabasından kurtarmış çünkü kendi gözlerinde zaten Batılı olmuş (ancak her an Batı karşıtlığına da düşme eğiliminde olan) sıradan milliyetçiler MHP’nin değişmiş ve normalleşmiş olarak değerlendirilmesini aslında gözlemlemekten ziyade istemişlerdir.[10] İstedikleri bir evrimi MHP’ye yakıştırmışlardır. Milliyetçilik sıradanlaştıkça MHP merkez sağa çekilmeye ve aslında dolaylı olarak toplum ile devlet arasındaki gerilimlerin üzerine çıkmaya aday olmuştur. MHP kendisini bir anda devletin -bu kez daha resmî bir biçimde- can simidi olma durumunda bulmuştur.

Su canavarının karaya çıkması devletin MHP ile bağlarını yenilemesi anlamına gelmektedir. Ancak MHP gibi siyasal partiler uzun vadede devletin hikmeti hükümetinin de sarsıntıya düşmesine neden olabilirler. MHP ideolojisi resmiyet kazanırken devletin kendi üstüne kapanması sürecini de başlatabilir. Refah örneğinde olduğu gibi, siyaset artık devletin varoluşuna ilişkin bir odakta cereyan etme yoluna girmiş olabilir. Bu da paradoksal bir şekilde kamusal alanın cılızlığının siyasal tartışmalarda gündeme getirilmesine yol açabilir. İlk bakışta fazla iyimser gibi görünen bu görüşü dile getirmemin bir nedeni de Türkiye gibi devrim geleneğinden gelen Cumhuriyetlerde açılım tartışmalarının tamamen dibe çöküş dönemlerinde ortaya çıkmasına yönelik eğilimdir. Kamusal alanın bu denli kapandığı bir dönem, siyasal tartışmalarda bu kapanmanın telaffuz edilmesine neden olabilir.

Bu yazının başında verdiğim Leviathan ve Behemoth örneğine dönülürse bu canavarların elele verdikleri durum siyasetin tümüyle kapanmasına gebe olduğu nisbette içinde açılım olasıklarını da barındırabilir. Leviathan ile Behemoth’un işbirliği bıçak sırtındadır. Bu iki canavar kıyamete ilişkin yazılarda belirtildiği gibi ya birlikte kapalı bir terör rejimi kurmaya, ya da birbirlerini yemeye adaydırlar. Kısacası MHP devleti vezir de edebilir rezil de...

[1] David E. Ingersoll ve Richard K. Matthews, The Philosophic Roots of Modern Ideology: Liberalism, Communism, Fascism, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs, New Jersey, 1986, ss., 25-43, özellikle 34.

[2] A.g.k., s.31.

[3] John Locke, Two Treatises of Government (1690), Thomas I. Cook (der.), Hafner-Macmillan Yayınevi, New York, Londra, 1947.

[4] Bu konuyu kapsamlı olarak ele aldığım bir çalışma için bkz., Ayşe Kadıoğlu, Cumhuriyet İradesi Demokrasi Muhakemesi: Türkiye’de Demokratik Açılım Arayışları, Metis Yayınları, İstanbul, 1999.

[5] Bu ayırım için bkz., Michael Billig, Banal Nationalism, Sage Yayınları, Londra, Yeni Delhi, 1995.

[6] Sıradan milliyetçilik konusunda iki yıl önce kaleme aldığım bir yazıdan bazı bölümleri burada aktaracağım. Yazının bütünü için bkz., Ayşe Kadıoğlu, ‘Sıradan Milliyetçilik: Sürekli Milliyetçilik’, Varlık, 1076, Mayıs 1997, sayfa 2-6.

[7] Örneğin bkz., Yael Tamir, Liberal Nationalism, Princeton Üniversitesi Yayınları, New Jersey, 1993; David Miller, On Nationality, Clarendon, Oxford, 1995.

[8] Örneğin bkz., Daniel Bell, Communitarianizm and İts Critics, Clarendon, Oxford, 1993.

[9] Milliyetçilik ve yurtseverlik arasındaki farka ilişkin bir tartışma için bkz., Michael Billig, a.g.k., sayfa 55-59.

[10] Ertuğrul Özkök’ün yeni Türk milliyetçiliği profiline ilişkin yazılarını Tanıl Bora daha 1993’de gündeme getirmişti. Özkök’ün burada zikrettiğim ifadeleri ve bir değerlendirme için bkz., Tanıl Bora, ‘Yeni Türk Milliyetçiliğinin İki Yüzü’, Birikim, 49, Mayıs 1993, sayfa 8-17.