Somuncuoğlu Olayı: İmaj, Uyum, Töre ve İktidar

MHP’li Sadi Somuncuoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı için geldiği Meclis’te, yine kendi partisinin milletvekillerinin saldırısına uğramasının üzerinden neredeyse iki ay geçti.[1] Cumhurbaşkanlığı seçimi gündeminin belirleyici olduğu günlerde, “hafif magazin” tadı ile soslanarak televizyon ekranlarına ve gazete sayfalarına “renk kattı”.

Seçimlerden bu yana MHP konusunda (MHP’liler sürekli şikâyetçi olsalar da) son derece “sevecen” davranan medya, bir haftalık gürültülü bir tepki verdi. Gürültünün gerekçesi de, MHP Genel Başkan Yardımcısı Şefkat Çetin’in ve olayın baş kahramanı MHP Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt’un ağzından dökülen “değişik” sözlerdi. Çetin, “töremiz çalışır”, Enginyurt ise “ülkücü tavrın gereğini yaptım” demişti. Koruma polislerine ve makam arabasına inen şaplaklar eşliğinde söylenen bu sözler, “istikrar-uyum” köşkünün bahçesinde patlamıştı. Ayrıca, hiç kuşkusuz televizyonlar için “tadından yenmeyecek” görüntüler oluşmuştu. Bu olayların (reytingi yüksek verimli görüntülerin) yarattığı anaforda, zaten olmakta olan, ama gündeme gelmeyen bir dizi olayın da üstüne gidildi: Örneğin, Yozgat’taki ihale kavgası. Bazı MHP’li portreler mercek altına alındı filân. Bütün bunlar, aşağı yukarı bir hafta içine sığdı ve sonra “istikrar-uyum” tablosuna geri dönüldü. (Elbette, MHP Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülent Yahnici’nin uzun yıllara dayanan basınla ilişki tecrübesiyle, Bahçeli ile medya temsilcilerini kahvaltıda bir araya getirmesinin payını da unutmamak gerek.)

Peki, bunca patırtı, bunca gürültü arasında olan neydi? Aslında bütün bunlar niye olmuştu? Sadece, “bıyık kesmekle olmadığı” için mi? Bunlar “münferit ve “yeterince uyumlanmamış” insanların MHP’yi “asıl rotasında” zor duruma düşüren davranışları mıydı? Medya, başlıklarda ve spotlarda “sert” sayılabilecek bir tepki verirken, köşe yazılarının çoğu; Bahçeli’ye verilen akıllarla doluydu. Ve olay asıl olarak “bir imaj sorunu” olarak ele alındı. MHP, Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülent Yahnici, “biz kendi imajımızı herkesten daha iyi düşünürüz” sözleriyle tepki vermiş olsa da, meselenin “bir imaj kazası” olarak algılanmasında bir sakınca görmedi. Hattâ, başlangıçta böyle kurulmamış olsa da, sonradan konunun bu sınırlar içinde tutulmasını sağlayabildi. Elbette, olayın bu sınırlar içinde tutulabilmiş olmasını, MHP’nin ustalıklı PİAR faaliyeti gibi görmek çok doğru değil. Çünkü bu, konuya sadece buradan bakmaya teşne olan medya zeminini önemsememek olur.

İMAJ MI, FAÇA MI?

MHP ile ilgili imaj tartışmaları, seçimlerin hemen ardından gündeme gelmiş ve “kısa” bir tartışma sonrasında “karara bağlanmıştı”. Birçok köşe yazarı, MHP’lilere pek sormadan, hattâ bizzat genel başkanın itirazlarına rağmen teşhisi koymuşlardı: “Değiştiler”. Kimse, bu hareketi var eden dinamikler ile yükselten dinamikler arasındaki paralelliği tartışma gereği bile duymadı. Dolayısıyla, Somuncuoğlu olayı karşısındaki “imaj tartışması”nın aynı minvalde ilerlemesi şaşırtıcı değildi. Sadece sonuçlara bakarak “değişim” okumak ve yapısal bir dönüşümü iç dinamiklerde ve hayatiyeti sürdüren söylemde tartışmamak, her zaman şaşırtıcı sürprizlere ve bazıları için hayal kırıklıklarına yol açar. Diğer önemli bir nokta da, MHP’ye rağmen üretilmiş imajların müelliflerinin karşılaştığı panik duygusuydu: Çünkü, olup bitenden en çok “imaj maker”ların imajı zarar gördü. (Bakınız; MHP yönetimine “yapılması gerekenler” talimatlarını sıralayan köşe yazarları.)

“Asıl mesele”ye gelmeden önce, bu “imaj sorunu” üzerinde biraz daha duralım. “İmaj tartışmasını” dışarıdan sürdürenlerin, bir türlü kavramadıkları; “tek ve herkes için geçerli” bir imajın olmadığı. Somuncuoğlu olayında ortaya atılan “töre” meselesinin “dış imaj” açısından değerlendirilmesi ile, Ülkü Ocakları’nın 19 Mayıs gecesinde açılan pankarttaki karşılığı aynı olmasa gerek. Ülkücülerin gecesinde, Orhun yazıtlarından alınma “Ey Türk üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir” sözünün, koca bir pankartla temsili, bir taraftan bakıldığında “imaj sorunu”, ama başka bir taraftan bakıldığında ise “imaj gereği” olarak ortaya çıkar. İşte bu yüzden, Meclis bahçesinde “bizim töremiz çalışır” diyerek diklenen Şefkat Çetin’in kendilerine bir “açıklama yaptığını” sananlar, bu lafın asıl gönderildiği adresten bihaber olanlar, yanılmaya mahkûm. Oysa onlar için yapılan açıklamalar; olaydan epey sonra, sık sık gündeme getirilen, bazı köşe yazarlarınca bilinçli, bazılarınca da safça kabul gören, “biz hükümetteki uyum tablosunu bozan bir görüntü vermek istemedik”, “biz imzamıza sahip çıkarız” türünden gerekçelerde aranmalıydı.

Bilinçli olarak bu argümana yaslananlara diyecek bir laf yok ama saflara şu hatırlatmayı yapmak gerekiyor. En basit akıl yürütmeyle bile, (isterseniz çok basmakalıp çocuk aklı benzetmesini de kullanabilirsiniz) uyum-istikrar vb. yumuşak görüntülerin devamı uğruna koruma polislerine, makam arabalarına şaplak indirmenin, üstelik bunu Meclis bahçesinde yapmanın “makûl” veya “mümkün” olabileceğini düşünmek imkânsız. Çünkü, “imaj korumak” adına “imaj imhası” ancak MHP’nin kendine karşı bir provokasyon içinde olmasıyla açıklanabilir. Olayın gelişimini, “hareket noktasıyla”, “eylem alanındaki” tezatla, “acemilikle”, “bilinçli” ekipten Taha Akyol’un yaptığı gibi “nezaketsizlik” kavramıyla, biraz daha sert bir yaklaşımla “beceriksizlik”, “kontrolsüzlük” gibi sıfatlarla açıklamaya kalkmak da, MHP’nin “kontrol imkânlarını” hafife almak olur. Şunu biliyoruz ki, bu “durdurma” kararını alan MHP yöneticileri, bu “eylemi” daha usturuplu bir noktada kontrol etmeyi de elbette becerebilirlerdi. Olayın sonrasında, Enginyurt ve Çetin’i arkalayan “resmî” çıkışlar (sonradan medyanın ısrarlarına binaen yapılan gönülsüz açıklamaları bir kenara bırakırsak)[2] da, bunu yeterince gösteriyor.

TÖRE NE İŞE YARAR?

Gelelim olayların baş kahramanı olan “töre” meselesine. “Töre” kavramı, üçüncü sayfa haberlerindeki, “namus cinayetleri” için duymaya alışık olunan bir şey. En azından, son yıllarda daha çok böyle gündeme gelmişti. Töre, bilindiği üzere, bir toplulukta (dinî-etnik-siyasî) yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların bütünü anlamına geliyor. Ve törenin en önemli özelliği de, “içeriye” dönük olması. Olayın ardından Milliyet gazetesinde yazdığım bir yazıda kendisinden alıntı yaptığım[3] MHP İstanbul İl Sekreteri ve Ülkü Ocağı Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Gökhan Yılmaz, “Töre ile hukuk arasında ne fark var?” diye soruyordu. Pek çok fark var, ama sadece birkaçını sıralayalım: Bir kere hukuk yazılı ve herkesin bilgisine açıktır. İkincisi, hukuk teorik olarak değişebilir/değiştirilebilir bir kurallar bütünüdür. Üçüncüsü yine teorik olarak siyasî katılım yoluyla kabul/onay görmüştür. Töre ise, yazılı değil, aktarılan bir şeydir. Teorik olarak değişmez/değiştirilemezdir. Ayrıca, bilme ve çoğu zaman “belirleme” hakkını elde etmiş olanların tasarrufundadır. Ve sadece mensubiyet dolayısıyla yükümlenildiği kabul edilen ve bireysel iradenin dışında tutulan bir alanda hüküm sürer.[4]

Yukarıda da değindiğim gibi, “töre” içe dönüktür ve teoride iki taraflı olmakla birlikte, uygulamada negatif yaptırım ağırlıklıdır. Yani daha çok, yasakları ve cezaları içerir. Sonuçta, “ihanet” ve “ceza” ile arasında doğrudan kurulan bir bağ mevcuttur. Mensup olunan topluluğun iç düzeninin koruyucusu olma misyonu bunu zorunlu kılar. İçine güçlü olmak zorunda olan ve sürekli canlı tutulan “dış düşman” algısının belirleyici olduğu bütün katı ideolojik yapılarda olduğu gibi, “ihanet” kavramı “anormal” bir öneme sahiptir. Töre, sembolik olduğu için de, isteğe ve ihtiyaca uygun büyük bir esneklik sağlar ve her dozdaki “ihaneti” karşılamak için bekler. Elbette, kavramı kullanma iktidarını elde edene ve bu iktidarın devamına da büyük bir meşrûiyet sağlayarak.

“Töre” bahsini bu kadar uzatmamın nedeni; Somuncuoğlu vakasında yaşananların, bu olaydaki “asıl imaj” meselesinin ve asıl mesaj verilen adresin doğru anlaşılması için. Somuncuoğlu vakası, iddia edildiği gibi, “MHP’den bir aday çıkmasının hükümet uyumunu sarsacağı”[5] veya “imzanın arkasında durmak” gibi “imaj” meselelerine bağlı olarak ortaya çıkmış olamaz. Bu olay, hem nedenleri, hem de yapılış biçimiyle asıl olarak “içeriye” dönüktür. Dolayısıyla, bu olayın yarattığı “imaj meselesi” de ancak bu pencereden anlaşılabilir. Ve bunun bir “imaj gereği” olduğu da böyle anlaşılabilir.

İHANETİ CAYDIRMAK

Sert bir hiyerarşi içindeki katı ideolojik yapılar çoklukla, bu olay özelindeki örneğimiz MHP ise devamlı, içine karşı son derece zayıftır. Bu zayıflık, kurulan son derece esnek-gevşek moral değerlerin sembolik kodlarıyla telafi edilir. Elbette, bir de itinayla hazırlanmış örgütlenme mantığı ve “sağlam” bir “iç imaj”la. 35 yıllık bir siyasî hareket olan MHP, kendi içine karşı gücünü, hep bir “ihanet” mitosuyla sağlamıştır. MHP tarihi, yüzlerce “ihanet suçlaması”, “tasfiye”, “töre uygulaması”, “ülkücü tavır” gösterisiyle dolu. 1965’te CKMP’nin Türkeş tarafından ele geçirildiği kongrede, 1967’deki CKMP kongresinde,[6] 1972’de Türkçülerin MHP’den tasfiyesinde, 1985’de Bahçeli’ye saldırıların gerçekleşmesinde, 1991’de BBP’nin ayrılışına yol açan olaylar dizisinde, 1992’de MHP’nin yeniden açıldığı kongre salonunda ve en son 1997 kongresinde sandalyelerin uçtuğu kongre salonunda. Ve yüzlerce örgüt içi “görev değişikliğinde”. “Ya sev , ya terk et”, “Türkseniz iftihar ediniz, değilseniz itaat bekleriz” sloganları ülkücülerin dışa dönük “töre” imâlarını ifade ediyor. Ancak, son olayda açıkça göründüğü gibi, bu “töre” yaklaşımının asıl büyük etkisi içe dönüktür. İşte bu yüzden, MHP içinde politika yapanların neredeyse tamamı, bir zaman “hareket içi şiddete marûz kalmış”, birilerince “hain” ilân edilmiş veya birilerini aynı şekilde itham etmiştir. Sadi Somuncuoğlu, “bizim partide ihanet sözcüğü su içmek kadar kolay kullanılır” diyor.

MHP’de son derece “soyut” bir dava algısı etrafında kurulan disiplin, gelenekte yerleşikleşmiş bir hiyerarşi kabulü ile devamlılık kazanmıştır. Bu nedenle, Dündar Taşer’in ünlü sözü “Liderin yanlışı benim doğrumdan üstündür” sözüyle ifadesini bulan lidere itaat, “davanın” ayrılmaz bir parçası olarak algılanabilmektedir. Somuncuoğlu olayında kilit önemdeki sorun da budur: Yani Somuncuoğlu’nun sistematik biçimde ve daha önemlisi göstere göstere “muhalif tutum” sergilemesi. İşte “töre”yi harekete geçiren de asıl olarak, bu tavrın meşrûiyet kazanmasına izin verilemez olmasıdır. Ayrıca, yine bu noktada son derece hayatî olan bir diğer nokta da, “izin verilmeyenin” sadece Somuncuoğlu olmayıp, asıl olarak onun gördüğü muamele çerçevesinde mesajı alacakların caydırılmasıdır.[7] İşte bu nokta, olayın “biçim sorununu” açıklamakta.

“Töre” uygulamasının “biçimi”nin kabalığı hiç de rastlantısal değil. Çünkü, “töre” ile ilişkilendirilmiş ceza, hukuktan çok daha katı olmak zorunda. Haksızlık yapmaksızın radikal olunamaz. Bu olay özelinde, Somuncuoğlu’nun “cezalandırılması”, olaydan sonra izlenen prosedürle de gerçekleştirilebilirdi. Bakanlıktan azletmek ve ihraç gibi. Ama doğrudan ve orada fiziksel engel çıkartmak, işin ruhunun zorunlu sonucu. Burada kastettiğim Cemal Enginyurt’un şaplakları veya Ahmet Ersoy’un silâhına davranması değil,[8] bizzat fiziki engelleme tercihi.

MHP TÜRKİYE’YE BENZİYOR

Medya tarafından son derece sert bir üslûpla kınanan, asıl olarak olayın biçimiydi. Bir tür kabadayılığın Meclis bahçesinde açıkça sergilenmesi çok rahatsız edici bulundu. MHP’lilerin bu tavrı, “imaj maker”ların imali “dış imaj” için yadırgatıcı olabilir ama “külhan” tavrın sadece iç imaj için değil, genel manada “dış imaj” için de pek de “zararlı” olmayan pek çok örnek bilmiyor muyuz? O zaman reyting rekorları kıran dizilere, magazin programlarında “protest müziğin önemli ismi” ünvanı verilen Emrah Dinçer, Ahmet Şafak gibi yeni tiplere, kasetleri en çok satan şarkıcılara, Galatasaray’ın teknik direktörü Fatih Terim’e, hattâ sevilen Mükremin abi tipine ve daha da önemlisi “rafine adam” arayan köşe yazarlarının yazdığı gazetelerin başlıklarına biraz daha yakından yeniden bakalım mı?

MHP’nin “külhan tavrı”, Cemal Enginyurt’un “abartılı” icraatı ile sınırlı değil ki. Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz’ün “tuşa getiririm” lafı ekonomi sayfalarına başlık olmadı mı? Osman Durmuş için örnek saymaya bile gerek yok. Bayındırlık Bakanı Koray Aydın, “küfürle ihale almak sıkar” derken, Sanayi Bakanı Kenan Tanrıkulu “IMF ile evlenecek değilim” derken, Şuayip Üşenmez “Nükleer santral istemeyenler geri zekâlı” derken, rafine bir incelik mi izledik? TBMM İdare Amiri MHP’li Ahmet Çakar’ın, çorapsız gazetecileri ve göbeği açık ANAP’lı kızları Meclis’ten sürüp, “ben mahallenin abisiyim” demesi gazetelerde çıkmadı mı? Olay gecesi, gazetecileri idare binasına sokmayıp, “ben sizin amirinizim” derken, bu olayı “kaba” bulan köşe yazarlarının gazetelerinin muhabirleri orada değil miydi?

Bu örnekleri daha da uzatmak mümkün. Fakat, asıl önemlisi, bu “külhan” tavrın toplumda sanıldığı kadar tepki almıyor olması. Erbakan, zamanında şöyle bir laf etmişti: “RP, Türkiye’ye en çok benzeyen parti”. Şimdi bu lafı şöyle değiştirmek mümkün gibi geliyor: “MHP, Türkiye’ye pek benziyor”. Ayrıca, organik iletişim imkânlarını çok başarılı kullanan ideolojik partilerin avantajları ve olup bitenleri bire bir ilişkilerde nasıl kullanabilecekleri de dikkate alındığında, erken karar vermekten daha da uzağa taşınmak gerekiyor. MHP’nin seçim sloganı ve seçim başarısının aslî nedeni, “sıra bizde”ydi. MHP seçmeninin ve daha da önemlisi soy MHP’lilerin birçok “sıkıntılı icraata” rağmen desteğini sürdürüyor olması da, “bizim çocuklar orada” havası. Bunun sıkıntısız yürümesinin ilacı da, “bizim gibi yapıyorlar” denmesi. Yani, paradoksal biçimde “yeni imajı” oluşturan “son derece uyumlu” hükümet ortaklığının “sıkıntısız” yürümesi, bir yandan imaj sorunu yaratan “töre”nin gücüne bağlı.

MHP’yi cildinin nefes almasını engelleyecek ölçüde makyajlı kalmaya zorlayan, “imaj maker”lar, bu zorlanmanın maliyeti konusunda fazla kafa yormadıklarından komplikasyonları göremiyorlar. Uyumlu hükümet ortaklığı, son derece yumuşatılmış direnç gösterileri, taban dinamiklerine en zıt adımları kabullenme, maliyeti yüksek bir yatırım gerektiriyor. Üstelik bu yatırım, “dışarıdan gözleyenlerin” sandığı gibi, bir ehlileşme operasyonunun değil, sert bir “dizginleme” faaliyetinin eşliğinde yürütülüyor. Yapısal hiçbir değişim geçirmeden yaşanan konjonktürel sıçramaların başka türlü gerçekleşmesi imkânsız zaten. MHP, merkezkaç kuvvetlerin tüm tazyikine rağmen[9] merkezde tutunmaya çalışıyor ve “karar verildiği için” artık başka bir şey olmak o kadar da kolay değil. Modernleşmeyi, güreşçilerin alın bantlarıyla, internette iştigal sıklığıyla ölçmeye kalkanların bunları fark etmesi kolay değil.

ŞİDDET İÇE DÖNÜYOR

MHP belki de tarihinin en yüksek “iç şiddet” dönemini yaşıyor. Burada bahsedilen şiddet, (zaman zaman ve azımsanmayacak ölçüde öyle de olsa) fiziki bir zor kullanımı içermiyor. Daha çok, aşırı kontrol, ezici atalet ve derin sessizlikle tamamlanan bir moral şiddet söz konusu. Ağır bir atmosfer bu. MHP, kendini var eden-yükselten dinamiklerin gerektirdiklerini, seçmeninin taleplerini, tabanının ihtiyaçlarını, teşkilatının beklentilerini, kadrosunun isteklerini ve hattâ zaman zaman üst yönetiminin rahatsızlıklarını durdurmak, yatıştırmak, en nihayetinde de “engellemek” zorunda kalıyor. Bu, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya sirayet eden güçlü baskıyı gemleyebilmek, en azından aynı veya yakın bir nispette direnç oluşturmayı gerekli kılıyor. Baskı-direnç geriliminde oluşan şiddet, neredeyse tamamen içeriye dönük olarak işlev görüyor. Üstelik bu direnç (şiddet), “dış imaja” göre değil, “iç imaja” uyumlu biçimde geliştirilmek zorunda ve bu da şiddet dozunu arttıran önemli bir etken. “Dış imaj”da “uyum-istikrar” ile ifadelendirilen direnç, “iç imaj”da “sabır-itaat” kavramlarıyla örülüyor.

En alt seviyeden, en üst seviyeye kadar her aşamada koklanabilen baskının karşısında oluşan direnç odağını tarif etmek gerektiğinde, biraz daha karmaşık bir tablo oluşuyor. MHP tarihi, bu yapısal gerilimin sürekliliğini her aşamada gösteren özel bir tarih. Hattâ MHP’ye hayatiyetini sağlayan en önemli özelliğin bu gerilim olduğunu söylemek mümkün. Yine bu tarih içinde, bu gerilimin direnç ayağının ana motifi “lider”dir. 1997 yılına kadar bizzat Alparslan Türkeş. Şimdi cereyan eden gerilimdeki baskı ve direnç odakları ise daha kolektif bir içerik taşıyor. Taban tavan piramidi içindeki her katman ve kategorinin kendi içinde var olan iki yönlü yatay ve dikey bir gerilim bu. Asıl olarak yukarıdan aşağıya doğru işleyen gerilim akışı ve buna bağlı olarak gelişen şiddet, iki yönlü olarak kendini yeniden üreterek kararsız bir denge oluşturuyor. İşte bu denge, MHP’nin mevcut durumunu korumasını mümkün kılıyor.

Bu tespiti biraz daha somutlamak gerekirse –ki gerekir sanıyorum- MHP, “iktidar endeksli” stratejisini ortaya koyduğu seçim sürecinden itibaren kendi teşkilatının ve tabanının zımni onayını almış ve henüz kaybetmemiş durumda. Bu onay veya bir başka söyleyişle “ortaklık”, her katman ve kategorideki MHP’li için hem bir motivasyon, hem de gem işlevi görüyor. “Kendi gibi kalmak/yapmak” ile “iktidarda olmak/kalmak” çatışması, “kendi gibi iktidar olmak” tartışmasını erteleyen bir fonksiyon görüyor. Ve MHP üst yönetimi, şimdiye kadar yürüttüğü “ayar” politikasıyla, bu ertelemeyi sürdürebiliyor.[10] Bahçeli’nin şedit grup konuşmaları ile, MHP’nin hükümet icraatındaki açı, “ayar politikasının” bir özeti. Elbette, “kendi gibi olmak” faslından, sansürden, “töre” uygulamaya kadar uzanan bir dizi cebir, bu “ayar” politikasına eşlik ediyor.

KARARSIZ DENGE

MHP’nin “iktidar endeksli” stratejisi; ülkücülerden ibaret olmayan bir seçmen profilini hedeflemekle (zorunlu kılmakla) birlikte, asıl olarak “iktidar ortaklığı”nın devamından başka bir seçeneğin giderek azalmış olması, bizzat soy ülkücü taban için giderek artan dozda “uyumu” zorunlu kılıyor. Fakat, bu “uyumlanma”nın çözülme halinde yaşanmamasının veya “kendi gibi kalma”nın -ki bu aslında bir var kalma sorunudur- koşulu, “içeriye” karşı “aynı” kalmak veya en azından kuvvetli biçimde “mış gibi” yapmaktır. MHP, iktidarda olmanın lüzumlu kıldığı pragmatizmle “dava” arasındaki açının büyümesini, yine “dava”nın iç refleksleriyle[11] dengelemeye yönelmekte.

Kullanıma sokulan refleksler içinde, “dış imaj” açısından da kullanışlı olan “devletin âli menfaatleri” ve “dış tehdit” algısı önemli bir yere sahip. MHP tabanının duyarlılıkları, rejimle aynı/benzer ideolojik kaynaklardan besleniyor. “MHP, başından itibaren devlete sadakati dava edinmiş, bu uğurda kendi taban dinamiğini (ülkücü hareketi) gemlemiş veya mahmuzlamış bir aygıttır”. Dolayısıyla, MHP’nin her türden “softlaşmayı” açıklamak için sarılacağı, “devlet çıkarları” argümanı ideolojik itirazı baştan kırıyor. İstikrarın korunmasının her şeyden önemli olduğu argümanı, MHP’nin iktidarda durmasının yarattığı/yaratacağı garanti ile pekiştiriliyor. MHP’yi hedef alan rakip partilerin (DYP ile FP) ve zaman zaman çıkan krizlerde medyanın kontrollü hücumları, “dış düşman” algısını tedavüle sokmak için elverişli zeminler olarak kullanılıyor.[12] Bunlara ek olarak, tabana asıl ruhunu veren ve bu ruhtan feyz alan “iktidar stratejisine” temel teşkil eden “tutunma” refleksi de, kararsız dengede önemli rol oynuyor. “Tutunma”nın anlamı; MHP üst yönetimi için merkezde yerleşikleşmek, teşkilat-taban-seçmen için ise, bu mevkinin imkânlarının yakınında bulunmak.

Bazıları bilinçli, bazıları refleksif olarak devreye sokulan bütün bu unsurlar, kararsız dengenin devamını sağlıyor. Her katmanda ve kategoride gerilimi dengede tutan iki taraflı işleyiş ve açığa çıkan şiddet bu zeminde oluşuyor. Yukarıdan aşağıya doğru aktarılan şiddetli “gemleme” de bu yolla nötralize oluyor. Ancak, baştan beri ifade ettiğim gibi, bu son derece kararsız bir denge. Çünkü, herkesin birbirinin dizginine asıldığı bir zeminde, eline dizgin geçiremeyenler, dizgini gevşeyenler veya gemi dişleyenler dengeyi tehdit eder hale geliyorlar. Kararsız dengeler (istisnalar dışında) uzun ömürlü olamazlar ve süreç uzadıkça risk büyür. İşte, MHP’nin dengesinin zayıfladığı noktalar da hiç az değil. Üstelik bu zayıf noktalar, dengeyi sağlayan dinamiklerin kendisinden zuhur ediyor.

PARTİDEKİLER- KABİNEDEKİLER

MHP, koalisyonun başından itibaren (kuruluş süreci dahil) tabanı açısından sıkıntı verebilecek çok meselede, kendinden beklenmeyen bir “uyum” sergiledi. Ve önümüzdeki günlerde çok daha fazlasını yapmak zorunda kalacağı konusunda çok ciddi belirtiler mevcut.[13] Diğer yandan, sıkıntılı icraat meselelerinin komplikasyonları da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. İcraat sürati arttıkça, ayaklar daha çok takılıyor. Örneğin, Cumhurbaşkanlığı meselesinde top çevirmeye hazırlanan MHP, birden kucağında Ahmet Necdet Sezer’i, Bahçeli de “liderler ittifakını” buldu. Hem sürece, hem de Ahmet Necdet Sezer’e yönelebilecek itirazlar önce sansürle, sonra da “töre”yle durduruldu. Yine, komisyonda görüşülen “öğrenci affı” sırasında kurulan “sağ blok”un operasyonu, bitmişken kapıdan döndürülebildi.[14]

MHP icraatı sadece ideolojik nedenlere bağlı olarak eleştirilmiyor elbette. Örneğin, Somuncuoğlu vakasının kahramanı Cemal Enginyurt daha önce de MHP’li Devlet Bakanı Tunca Toskay’ın odasını basmıştı. Gerekçe de, “bizim işlerimizi yapmıyorsun” şeklindeydi. Çeşitli atama işleri dolayısıyla pek çok MHP’li bakan, MHP’li milletvekilleriyle karşı karşıya geldi.[15] Milletvekilleri yanında pek çok teşkilattan da benzer sorunların her gün MHP Genel Merkezi’ne taşındığı biliniyor. En son ortaya çıkan Yozgat’taki ihale meselesinde, MHP Milletvekili Ahmet Ersoy’un, Koray Aydın’ı kastederek “ben bakan makan tanımam” dediği, Aydın’ın da cevaben “küfürle ihale almak sıkar” cevabını verdiği basına yansıdı. Belirli periyodlarla, Bahçeli’nin bu tür konularda milletvekillerini ve teşkilatları uyarmak zorunda kaldığı, bazı teşkilatların da benzer olaylar dolayısıyla görevden alındığı gazete sayfalarına geçti.[16] Hükümetteki diğer partilere ait bakanlıklarda iş gördürmek konusunda da MHP’lilerin ciddi sıkıntıları var. Özellikle ANAP’lı bakanlıklar konusunda bol bol şikayet dinlemek mümkün. MHP üst yönetiminin “biz takım oyunu oynamaya kararlıyız” açıklamaları, böyle duvarlara çarpınca sorun biraz daha büyüyor. “Ülkücü hareketin yapısal reisler kalabalığı düşünüldüğünde, güç kaynaklarını paylaşma problemleri daima hizipleşmelere gebedir”.

Hükümetin kurulması ertesinde, kabinedeki MHP’li bakanların bileşimi, “iktidar stratejisi”nin yönünü gösteriyordu. Birkaç örnek dışında, bakanların hiçbiri, teşkilat gücüyle öne çıkmış, ülkücü geleneğin içinde sivrilmiş isimler değildi.[17] Hattâ, bu vasıflarıyla zaman zaman (halen) radikal unsurlarca son derece sert eleştirilmiş portrelerdi. Dolayısıyla, baştan itibaren MHP’de bir “kabinedekiler” problemi oldu. Sadi Somuncuoğlu’nun azlinden sonra, yapılacak yeni atamada bu gerilimin dikkate alınıp alınmayacağı da merak konusuydu. Fakat, aynı kategoride sayılabilecek bir ismin (Faruk Bal) bakanlığa atanması, çizginin devam ettiğini gösteriyor.

EKİPLER VE KONGRE

MHP içinde ve yakın çevresinde sık sık gündeme gelen parti-kabine (ve grup yönetimi) gerilimi, zaman zaman dışarıdan da izlenebilecek ölçüde açığa çıkıyor. Yukarıda saydığımız icraat meseleleri dışında; Abdullah Öcalan’ın idamı meselesinde Genel Başkan Yardımcısı Şefkat Çetin’in “asmayanı millet affetmez” sözüne, “meseleye teenni ile yaklaşmak lazım” cevabını veren Grup Başkanvekili İsmail Köse örneğini ve Somuncuoğlu’nun istifası konusunda “bize yetkili kurullardan böyle bir istek gelmedi” diyen Grup Başkanvekili Ömer İzgi’ye “ben istiyorum ve ben partinin kapıcısı değilim” diye karşılık veren Şefkat Çetin örneğini hemen hatırlamak mümkün. Önemli rahatsızlık konularından biri de, Bahçeli’nin birkaç kez liderler zirvesine Sanayi Bakanı Kenan Tanrıkulu’nu götürmüş olması ve önemli siyasî kararlarda dar bir ekibin görüşlerini dikkate alıyor söylentisi.

Bu tablodan anlaşılacağı üzere, MHP içinde adı konmamış ve çerçevesi çizilmemiş ekipler, çevreler, odaklar mevcut. Hattâ, bu ekiplerden birinin Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bazı teşkilatları harekete geçirerek; Bahçeli’yi köşk hevesine yönlendirme hamlesinde bulunduğu sıkı söylentilerden biri.[18] MHP içinde etkili olmuş ve çeşitli aşamalarda tasfiye edilmiş muhalefet odaklarını bir kenara bıraksak bile, şu anda etkili pozisyonlarda bulunanlar arasında da örtülü bir hâkimiyet mücadelesi yaşandığı açık. Bahçeli, 1997 Kongrelerini tek ve homojen bir grubun liderliği ile kazanmadı, aksine bir tür koalisyonun başkan adayı olarak ortaya çıktı.[19] Kongreler sürecinde ve ertesinde bu koalisyonun bileşiminde bazı değişiklikler oldu (örneğin Ramiz Ongun ve ekibi etkisizleşti) ama Bahçeli’nin halen homojen bir ekip yaratabildiği söylenemez. Aslında, böyle bir ekibin oluşturulmasındaki güçlük, safların netleşmemiş olmasından kaynaklanıyor. Yani, paradoksal biçimde, parti içi iktidarı güçlü kılan çok parçalı yapı, aynı zamanda onun zayıf yönünü de oluşturuyor. Bu karmaşık tablodan bir denge üretmek de, teşkilatçılığı, temkinliliği ve biraz da sessizliği ile tanınan Bahçeli’nin maharetine kalıyor.

Kongre sürecinde olmak,[20] MHP içindeki bu gerginlikleri arttırıyor. Tepedeki güç rekabetinin (hem dünyevi, hem ideolojik saiklerle) teşkilatta da önemli yansımaları mevcut ve yine tepedeki muğlaklık orada da yürürlükte. Ekiplerin, çevrelerin, isimlerin kongre sürecine açık bir güç mücadelesi görüntüsüyle çıkmayacakları açık ama orta-uzun vade için tahkimatın yapılacağı zaman tam da şimdi. Genel Başkan Yardımcısı Şefkat Çetin’in “MHP’de ülkücülük zafiyeti olduğu söyleniyor” sorusuna verdiği karşılık bu açıdan ilginç: “Zafiyete düşen kaybolur, yerine yenisi gelir.”[21] MHP’de bugünlerde “iç imaj”a dönük bütün göndermelerin bu bağlamının da önemle dikkate alınması gerekir.

Bütün bu işaret ettiğim noktalardan sonra Somuncuoğlu vakasına yeniden dönmeden önce bir meseleye daha değinmek gerek: MHP (Ülkücü Hareket) radikal eylemlilikle beslenen bir yapıdır. Dolayısıyla, “iktidar ortaklığı” stratejisi ile uygulamaya konulan aşırı dizginlenme, hareketin önemli bir damarını tıkamış durumda. MHP’nin diğer merkez partileri gibi, bir seçim partisi olmadığı ve olamayacağı dikkate alındığında, bu ataletin yarattığı gerilimin de önemi anlaşılacaktır. Üstelik, MHP’nin radikal ve aktif unsurlarının dizginlerine sonuna kadar asılınırken, onlara hiçbir dizginin ucunun henüz verilememiş olması da bir başka handikap.

KİMİN BORUSU ÖTECEK?

Somuncuoğlu vakasına geri dönersek; bu olay, yaşanış biçimi ve sonuçları yukarıda sıraladığımız “kararsız denge”nin zayıf noktalarının her biri için sembolik[22] tehdit oluşturan bir meseleydi. Çünkü, Somuncuoğlu’nun seçimlerden bu yana çizdiği portre, davranış biçimi ve daha önemlisi değişik noktalarda farklı yankı bulabilecek “mesajları”, potansiyel sıkıntıların bilinç düzeyine çağırılması sonucunu doğurabilirdi. Diğer yandan, Somuncuoğlu’na yöneltilen tepkinin niteliği de, başka bir ihtiyaçla; “ülkücü hafıza” ile örtüşüyordu. Bu iddialara biraz daha yakından bakalım:

Cumhurbaşkanlığı için muhtemel MHP adayları konusundaki kulis çalışmaları “5+5’in” reddedilmesinin hemen ardından yoğunlaştı. Kendilerini partiler üstü gören bazı “sağ aydınlar”, özellikle Türk Ocağı çevresi ve bir grup eski MHP’li, bazı isimler üzerinde yoğun bir “cesaretlendirme” çalışması yaptı. Parti grubu içinde de, “tarihî fırsat” ve “bizim de adayımız bulunmalı” argümanları etrafında çalışma gerçekleştirildi. Elbette, FP de, bu sürece provokatif bir tarzda katılma şansını kullanmaktan geri durmadı. Somuncuoğlu, daha önceki çıkışlarıyla da bu tür bir “cesaretlendirme” çalışması için son derece uygun bir isimdi. Çünkü, Somuncuoğlu gelenekten olmasının yanı sıra, gelenek ve hareket dışında da etkinliği olduğuna “kuvvetle inanan” bir isimdi. Fakat, MHP vasıtasıyla etkinlik kazanmaktan çok, MHP içinde etkinlik kazanmaya göre davranıyordu. İfade edilmeyen muhalefete, kafaların arkasındaki dizginlenen muhalefete konuşuyordu. Dolayısıyla, Somuncuoğlu’nun bu atağından alacağı sonuçtan çok, böyle bir duruşun yukarıda anlattığım “iç şiddet” meşrûiyetini sıkıntıya sokacağı için tehdit oluşturduğu açıktı. Ayrıca, itaatsizlik, dış mihrak gibi bir dizi yan argüman bu vakanın içinde yer alıyordu.

Olayın yaşanış biçimi ve “töre” meselesinin gündeme getirilmesi, partide “hangi tavrın” hâkim olduğunu “dışarıya” göstermek için değil, içeriye göstermek için önemliydi. MHP, seçimlerden bu yana yürüttüğü “uyum” politikasına rağmen, kendini var eden dinamiklere, geleneğe, yapıya ve elbette tavra tamamen sırtını dönmemiş olduğunu gösteriyordu. Üstelik, bu tepki ile dolaylı olarak yürütülen çizgiye bir meşrûiyet kazandırılıyordu. Gelenek devreye sokularak, “uyumlanma” meşrûlaştırılıyordu, böylece “bizim adayımız niye yok” gibi bir soru da otomatik olarak gündem dışına çıkıyordu. Taşıma imaj”la fazla yol gidilemezdi ve Meclis’te (ya da sokakta) “töre estirmek”le, partide “neyin hâkim olduğunu” göstermek gerekiyordu.[23] “Tarihe düşülen kayıtlar” daha sonraki bir süreçte, yeniden gündeme getirilecek “sağlam” gerekçeler oluşturabilir. MHP yönetiminin “iktidar stratejisi”nin uzantısı olan, “ayar” ve “denge” politikası, her zaman kontrolde olamayabilir. İcraat avantajları ise, “beklenti”nin duraklamasıyla birlikte ters bir süreci başlatabilir. İşte bu noktada, MHP’nin ideolojik hassasiyetleri üzerine yatırım yapmış olanlar daha da güçlenir.

Bütün bu söylediklerimden sonra, başlığa geri dönerek şunu söylemek mümkün: Somuncuoğlu vakası bir “imaj kazası” olarak değil, “imaj gereği” yaşanmıştır. MHP’de taban hassasiyeti hayatî bir öneme sahiptir. Bu hassasiyetin, reflekslerin ve alerjilerin merkezi kontrolü, bu kontrolün (ve harekete geçirmenin) tarzı ve “dışa”[24] kapalı tutulabilmesi de öyle. Somuncuoğlu vakasında yaşananlar, bu yüzden “iç imajı”[25] sağlamlaştıran ve hiç de “aykırı” olmayan şeylerdir. MHP, rejim nezdinde bir merkez partisi gibi davransa da seçmen nezdinde genişleme talebinde bulunsa da, hâlâ bağlayıcı çimentosu gelenektir. “Uyumlanma” stratejisinin teminatı, ana gövdesini kontrol, kontrolün anahtarı da yine gelenektir. Somuncuoğlu olayında MHP (en azından bir kanadı), hem caydırıcılık anlamında, hem eda-tavır anlamında doğrudan “içeriye” konuşmuştur. Konuşma böyle okununca, “bıyık kesmekle bir şey olmadığı” da görülebilir ama ileriye doğru başka sonuçları koklamak da mümkün.

KEMAL CAN

[1] Dolayısıyla, olay evvelki ayın birikimi...

[2] Olayın sonrasında bir soruşturma açıldı, akıbeti bilinmiyor. Ama Yozgat’taki ihale ile ilgili olarak soruşturmada, Ahmet Ersoy’un Bayındırlık müdürünün kafasına attığı söylenen isimlikte bir hasar olmadığı MHP yetkilileri tarafından açıklandı...

[3] Ülkü Ocağı dergisi Genel Yayın Yönetmeni Gökhan Yılmaz Eylül 1997’de şunları yazıyor: “Ben bu milletin dininde de, tarihinde de, ne demokrasiyi ne de hoşgörüyü görmedim. Ancak, gördüğüm başka şeyler vardı: Kut, Töre, Tüze, Könilik, And, Erdem gibi... Sahi, onlara ne oldu? Neye değiştik onları?”

[4] Töre ve hukuk meselesi açısından dikkate alınması gereken bir nokta da, kapalılık sorunudur. Hukuk ve özellikle de evrensel hukuk, demokrasi ve insan hakları penceresinden etki alanını, bütün kapalı alt grupların iç ilişkilerine doğru da genişletmiştir. Dolayısıyla, “töresi” gereği kızını öldüren bir adamın eylemi de hukuk alanının sorunudur. Oysa, töre tamamen içe dönük ve kapalıdır. Somuncuoğlu olayından sonra Yeni Düşünce dergisinde “bu bizim iç meselemiz, size ne” türünden bir yazının yayımlanması, “töre” algısı konusunda önemli bir ipucu veriyor.

[5] Sadi Somuncuoğlu’nun iddiasına göre parti yetkili kurullarında “aday olunmayacak” diye bir karar alınmış değil

[6] Sadi Somuncuoğlu, bu kongrede “amblem konusunda hadise çıkartan Türkçü ekibi” enterne etme talimatını alan gençlik kolları başkanıydı. Sonraki yıllarda ise, aynı görevle görevlendirilmiş başka gençler onu enterne etti.

[7] Bu noktada küçük bir parantez: Somuncuoğlu’nun Meclis’te saldırıya uğradığı gün, nöbetteki milletvekillerinin asıl beklediğinin bir başka MHP’li bakan olduğu söylendi.

[8] Olaydan sonra bazı MHP sözcülerinin “tahrik” açıklamalarının doğru bir tarafı olduğu düşünülebileceği gibi, Enginyurt’un kendini gösterme ve daha sonra Ordu’da karşılanışında gördüğümüz gibi “takdir” toplama isteğinin rolü de dikkate alınabilir.

[9] Elbette, merkez imkânlarından yararlanma beklentisinin bu tazyiki hayli hafiflettiğini belirtmek gerek. Ancak, merkeze taşınmanın büyük getirisinin “gelir” kaydına henüz girmediği de açık.

[10] “Ayar politikası”nın detayları için bakınız: Tanıl Bora-Kemal Can “Devlet, Devlet, Devlet” Birikim, Şubat 2000, Sayı 130.

[11] Bu reflekslerde, azımsanmayacak ölçüde klientalist ve pragmatik özellikler mevcuttur.

[12] Somuncuoğlu vakasında, “geçmiş önyargılarından kurtulamayanların saldırıları” biçimindeki açıklamalar da bu çerçevede ele alınabilir.

[13] Kopenhag Kriterleri konusundaki yasal düzenlemeler artık takvimlenmiş durumda. Ekonomik kararlar konusunda da benzer taahhütler artık geri dönülmez hale geldi.

[14] Milli Eğitim Komisyonu’nda öğrenci affı çıkarken, türbanlı öğrencilerin kıyafet mevzuatına uyma şartı olmaksızın affedilmesi , MHP, FP, DYP, ANAP’lı üyelerin ittifakı sonucu kabul edildi. Fakat toplantı bitmek üzereyken, Bahçeli komisyon başkanı MHP’li Abdurahman Küçük’ü arayarak “durumu düzeltin” talimatı verdi. Büyük tartışmalar sonunda mesele DSP’nin isteğine uygun biçimde halledildi.

[15] Çorum Milletvekili Melek Denli ile Bayındırlık Bakanı Koray Aydın; Ağrı Milletvekili Nidai Seven ile Tarım Bakanı Hüsnü Gökalp; Çorum Milletvekili Vahit Kayırıcı ile Sağlık Bakanı Osman Durmuş örnekleri sayılabilir.

[16] MHP’ye bu konudaki ciddi darbelerden biri de, yine Somuncuoğlu’ndan geldi: Somuncuoğlu, kendisinin Emlakbank yolsuzluklarıyla ilgilendiği için aylar öncesinden görevinden alınacağı bilgisinin geldiğini söyledi. Ve üstü kapalı biçimde, azlinin bir çıkar meselesine dayandığını ima etti.

[17] Bu çerçeveye, MHP Meclis Grup yönetimini de eklemek mümkün. Grup Başkanvekilleri ve Meclis Başkanvekili de, kabine tablosuyla uyumlu.

[18] Henüz adaylar netleşmeden önce, teşkilatlar aracılığıyla gönderdikleri “hani Devlet’in başına Devlet gelecekti” mesajlarıyla Bahçeli’yi adaylığa cesaretlendirme ve sonrasına yatırım yapma girişimleri oldu.

[19] Kongre öncesinde belirleyici ve “taşıyıcı” rol oynayan ve başlangıçtan itibaren Bahçeli’nin yanında olan “Milliyetçi Çizgi dergisi” ekibi, partide etkili konumda olmasına rağmen, “hükümet” formülasyonlarının dışında tutuluyor. Bu tutumda, söz konusu ekibin mensuplarının vasıfları kadar, “koalisyon stratejisi”nin gerekleri de önemli rol oynuyor.

[20] MHP 9 Eylül’de kongresini yapacak.

[21] Yeni Düşünce dergisi, 10 Aralık 1999.

[22] Sembolik, çünkü Somuncuoğlu’nun yaratacağı etki veya onun gücünün bu olayda hiçbir önemi yok. Hattâ ona “töre” uygulayanların böyle bir olasılıkla hiç ilgileri yok.

[23] Burada dikkat edilmesi gereken nokta; bu operasyonu yürütenlerin kabinedekiler-partidekiler geriliminde, partidekiler olduğu. Dolayısıyla, bu tepkinin şiddetinden, diğer kabine mensuplarının da alacağı bazı mesajlar olduğu düşünülebilir.

[24] Merkezî kontrolün dışında anlamında.

[25] Yazının başından itibaren “iç imaj” lafını kullanıyorum ama bunu sadece “dış imaj” ile bir paralellik oluşturan söz oyunu olarak değil, gerçekten “iç imaj”ın imaj olduğunu düşündüğüm için söylüyorum. Sadece epey eski bir imaj.