Öldürmeyeceksin!

Daha kaç katliam, kaç savaş, kaç ölüm gerekiyor bize? Daha ne kadar zulüm, ne kadar hoyratlık, ne kadar acı, ne kadar aşağılanma gerekiyor; yaşadıklarımız ve şahit olduklarımız karşısında kutlu bir insanlık krizine tutulmak için?

Başka neyi bekliyoruz ki; bunca yok oluş, bunca yıkım, bunca yoksunluk, bunca vahşet, bunca örselenmeden sonra, onların tümünü ortak sorumluluğumuza kaydedip suçluluk duygusuyla kavrulmak için? Peki, biz yeniden ne zaman fark edeceğiz; insan olma, insanlaşma serüveninin en kritik uğraklarında, yaşadığımız kırılma, eksilme ve hüsranlar karşısında büsbütün çaresiz kalarak, umudumuzu yitirmek üzereyken, ama deyim yerindeyse daima bir karşı hamleyle kendimizi suçlu/ortak sayma potansiyelinin inşâsına giriştiğimizi. Üstelik ve ne iyi ki, yıkıcı ya da değil bütün agresyon halleri suçluluk duygusuyla ‘malûldür’.

Yakınlarını kaybetmiş, o ızdırapla çarpılmış olanlar iyi bileceklerdir: Ölümü bilmeyiz. Kendi ölümümüzü tahayyül bile edemeyiz. Ölümün bize yaşattığı kaybın asla üstesinden gelemeyiz. Ölüm bizi, bütünüyle bize ait olan şeyin, aynı zamanda bir yabancı, öteki hattâ düşman olduğunu kabul etmeye zorlar. Ölülerimizin/kayıplarımızın ardından biraz da bu yüzden yas tutarız: Kaybettiklerimizi diğer yandan da iç dünyalarımızda tahrip ettiğimiz, yok ettiğimiz için. O ikircikli halimizi tanıyıp anlamadan geçmişten kurtulamayacağımız, oraya saplanıp kalacağımız için.

Kayıplarımız fark edilmeden, tanınmadan kalırlarsa, onların yasını tutmak, üzüntüsünü duymak da imkânsız olur. Bu durumda, er ya da geç daha feci bir çöküntü ve umutsuzluk hali geride çökelmeye başlayacaktır. Yas tutmamak/tutamamak içimizde, benliğimizin bir parçası olan ve bizi dehşete düşüren yıkıcılığın orada onarılmak yerine, yabancıya, ötekine yansıtılmasını mecbur kılar. “Ve bir miktar yas tutmaksızın yitimin ötesine geçmek diye bir şey yoktur. Yas tutamamak, ölüm ve yeniden doğumun büyük, insanca döngüsüne girememektir.” Yas tutamamak ya da bir “yasın tamamlanması için gereken acı verici ve zorlu psikolojik uzlaşmaları yapamamak”, yasın patolojik/paranoid biçimlerde ele alınmasına ve işlenmesine yol açar. Hakiki her türlü öfkenin yerini ilkel nefret duygusuna terk ettiği, muhatabını tamamen ortadan kaldırma amacının güdüldüğü başlangıç noktası burasıdır.

Meğerse bizim sahici bir keder için, ne müsait bir kalbimiz kalmış ne de buna zamanımız. Sadece bir şehrin silüetinin bozulmasının üzüntüsünü duyanlar, ya da olan biten karşısında ‘insanlığın ferahlayacağını’ ileri sürenler, sevinç belirtileri gösterenler, utanmadan ‘sonunda bizi anlayacaklar’, ‘terörün iyisi kötüsü olmaz’ laflarını edebilenlerin cümlesi, yine de umalım ki, çok küçük bir azınlığı temsil ediyorlardır. Binlerce insan öldü çünkü. Hiç şüphemiz olmasın: İnsanlık hanesinden böylesine düşmüş aynı sürü, Iraklı, Filistinli çocuklar ölürken de, Türkiye evlatlarını pis bir savaşa kurban verirken de, ölüm orucunda insanlar eriye eriye yok olup giderken de aynı içi boşalmış, taş kalpleri, pis zihinleriyle sadece hesap yapıyor, hamle üstünlüğü sağlamaya çalışıyor, stratejiler planlıyor, haklı çıkıyorlardı. Onlar daima, sabırsızlık içinde söz sırası istiyorlar.

İnsanoğlunun barbarlığa, düşmanlığa, nefrete, merhametsizliğe yenilmiş göründüğü bu karanlık zamanlarda, şimdi, daha çok anlıyoruz ki; sol en sade haliyle ve derhal kendi insanlık idealinin geliştirilmesi ve teklifi vazifesini, küçümsemeye, unutmaya ve naif/kaba bulmaya devam ederek en başa yazmazsa; ne kendisini de yenileyecek ve yüceltecek bir mecraya kavuşabilir, ne de mevcut insanlık durumuyla temas ve ilişki kurmasına yarayacak doğru iletişim kanallarını açabilir. Bu bir ‘delilik’ çağı ve insanlık, sözcüğün somut ve soyut her iki anlamında da sonuna gelmiş bulunuyor... ‘Büyük’ ekonomik ve politik projeler, savaş stratejileri, kâr/zarar hesapları, dünyaya ve Türkiye’ye dair acar/cin analizler bekleyebilir. Bekleyemez mi?

Thou shalt not kill”. Onca insanın feci şekilde ölmesinin hemen sonrasında zalimlerin, iktidar ve güç sahiplerinin, savaş çığırtkanlarının dünyayı boğan sesinin, zift karası üslûplarının, zihinlerimizi istila eden planlarının, tahlillerinin, öngörülerinin, çıkar hesaplarının altında kalakalmış biz bahtsızlar, belki de bu sefer o ilk yasağı, ‘öldürmeyeceksin’ hükmünü, insanlığın kardeşliği ilkesini yeniden bulacak; Afganistan’ın bebeklerinin, çocuklarının, yaşlılarının umutsuzca bize dikilmiş gözlerinden çok utanarak barış için daha korkusuz, cesur olacağız.