İki Milletli Bir Çözüm Mümkün mü?

Tarihte, tarafların millet olarak tanımlandığı hiçbir sorunun, her iki tarafça da adil sayıldığı bir çözümü olmamıştır. Çünkü genellikle güçlü taraf dikte eder çözümü. Bir güç dengesi halinde karşılıklı tavizlerle bir çözüme varıldığında da sorun ortadan kalkmış olmaz; örtülmüş, güç dengesinin bozulacağı döneme kadar “içe atılmış” olur sadece.

Tarafların millet olarak tanımlandığı, şekillendiği her sorun, bizatihi bu nedenle çözümsüz bir sorundur. Milletin kapsadığı topluluğa doğal, değişmez özellikler atfedildiği ölçüde, milletin aynı şekilde tanımladığı öteki(millet)ler ile her ilişkisi bir sorun olarak algılanmakla kalmaz; ezelileşmiş, ebedileşmiş de olur. Bir başka deyişle, her millet için öteki milletlerin var olmasının bizatihi kendisi sorundur. Paradoks şuradadır ki; onların varlığı kendi varlık nedenidir ama aynı zamanda da onları kendi varlığına karşı bir tehdit olarak algılayarak kendini var edebilir ancak. Karşısındakine tüm taleplerini, koşullarını dikte etmiş bir millet için dahi, karşısında o millet hâlâ var ise sorun devam ediyor demektir.

Tarafların Filistinliler -ya da Araplar- ve İsrailliler olarak tanımlanageldiği bir sorun için, yukarıda söylenenler iki misli geçerlidir. Çünkü burada din faktörü de devreye girmekte ve her iki din de -sorunu tamamen kilitleyecek yapısal özelliklerini öne çıkaran konjonktürel koşulların da etkisiyle- Filistin-İsrail sorununu, tarafların “çözüm”ü artık sadece ötekinin toptan imhasında gördükleri bir çıkmaza sürüklemektedir.

Uzakdoğu’nun büyük dinlerinden farklı olarak Ortadoğu kökenli üç büyük din, “İbrahimî dinler” olarak aynı, tek kökenli sayılmakla birlikte, teolojilerinin özü itibariyle her biri ötekilerin meşruiyetini reddeden dinlerdir. Bunların en eskisi olan Yahudilik kendini İsrail kavminin dini olarak sınırlamışken, Hıristiyanlık ve Müslümanlık kendilerini tüm kavimler için tek ve geçerli olması gereken inanç ve yaşam ilkeleri olarak formüle etmişlerdir. Burada önemli olan Yahudiliğin bir “seçilmiş kavim” olarak tüm kavimlerin üzerinde imtiyazlı bir konuma kendini yerleştirerek, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın da kendilerini tek Tanrı’nın iradesinin tüm insanlara kabul ettirilmesine “memur” sayarak, bir “egemen olma” nosyonu ile şekillenmiş olmalarıdır. İnananlarını da böylesi bir “egemen olma” dürtüsü ile tahrik etmeyen Uzakdoğu -Hint/Çin- dinleri havzasında din savaşlarının olmayışı, buna mukabil birlikte var olmalarından beri Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında gerek halklar gerekse devletler düzeyinde sayısız çatışma ve savaşların, sürekli bir rekabet ve gerilimin yaşanması bu yüzdendir öncelikle.

Modern çağları yaratan ladinî, ateist akımların, profan dünya görüşlerinin, seküler yaklaşımların Hıristiyan toplumlarda, Yahudiler arasında büyük güç kazanmasından, ardından da Müslüman dünyada kısmen ve etkin azınlıklarca benimsenmesinden itibaren, o bahsedilen rekabet ve gerilimin dozu büyük ölçüde azalmış, hayli geri planlara itilmiş ise de kaybolmamıştır.

Postmodern dönemle birlikte bu “potansiyel”in yeniden depreşmesi, şüphesiz her şeyden önce modernizmin taşıyıcısı olan siyasal-toplumsal projelerin vaat ettikleri insanlık durumuna ulaşma konusunda inandırıcılıklarının büyük ölçüde yıpranması, yitirilmesi ile ilgilidir. Bunun en önemli nedenlerinden birinin söz konusu -liberalizm ve sosyalizm esinli- projelerin ulus-devlet “formatı” içinde ve kaçınılmaz olarak milletler ve ulus-devletler arası rekabet, güç mücadeleleri zemininde gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır.

Modernist akımlar ve bunlardan türetilen toplum projeleri, -farklı öncelik ve içerik veriyor olmakla birlikte- eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik gibi ilke ve değerlere dayalı bir insanlık durumuna varma hedefini genel hatlarıyla benimsiyor, paylaşıyorlardı. Ve yine bunlar, paylaştıkları o ilke ve değerleri önce millet çerçevesinde ve ulus-devlet formu içinde gerçekleştirmeyi bir ilk safha olarak görüp, daha sonra bunu milletlerarası düzeyde de geçerli kılmaya yönelik aşamaya geçilebileceğini varsayan bir yaklaşıma da sahiptiler. II. Dünya Savaşı da dahil yüzyılı aşkın gayet hareketli tarihsel deneyim, söz konusu değer ve ilkelerin millet çerçevesi içinde geçerli kılınabilmesinin sınırlarını, bireysel ve sınıfsal ekonomik çıkara yönlendirilmiş bu toplumlarda başkaları için adalet, özgürlük ... isteme eğilimlerinin giderek zayıfladığını gösterdiği gibi; belirli bir “millî çıkar”da birleşebilen bu toplumların, bu milletlerin, başka milletlerin adalet, özgürlük ve hele kardeşlik (dayanışma) taleplerine neredeyse tamamen sağırlaşabildiğini de kanıtladı. Milletlerin aralarındaki sorunları söz konusu değer ve ilkelere referansla kendi aralarında çözmelerinin mümkün olmadığı, olamadığı görüldü.

II. Dünya Savaşı ertesinde Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasının ana nedeni budur. Bu uluslar-arası-üstü kurum milletler, pratikte ulus-devletler arasında doğabilecek sorunları sözünü ettiğimiz modernist idealin değer ve ilkelerinden türetilmiş kurallara referansla çözüme bağlayacaktı. O tarihe kadar fiilen geçerli olan kuvvet kullanarak toprak ilhakı yolu BM güvencesi altında hukuken kesin olarak kapatılmış, ulus-devletler arası sorunlarda BM’nin hakem rolü kabul edilmiş oluyordu.

BM’nin kuruluşundan 1990’lara kadar geçen kırk yılı aşkın süre boyunca, birkaç istisnayı saymazsak, ulus-devletler arası savaş olmadı. Elbette bu bağlamda, ulus-devletler içinde vuku bulan iç savaşları, 1960 sonrasına da sarkan, sömürgelerin kendi ulus-devletlerini kurmak için verdikleri “kurtuluş savaşları”nı saymıyoruz. BM’nin kurulduğu sırada da ihtilaflı olan sınır bölgeleri nedeniyle Pakistan-Hindistan ve Hindistan-ÇHC arasında cereyan eden kısa savaşlar gibi istisnalar hariç, ulus-devletler arasında savaşın yok dereceye indiği bu dönem, BM’nin temsil ettiği milletler, ulus-devletler üstü, ortak insanî, evrensel değer ve ilkelerin yer aldığı bir referans düzeyinin kurumlaşmış, otoritesini kabul ettirmiş olmasıyla -ne yazık ki- açıklanamaz. Çünkü söz konusu “savaşsızlığın” gerisindeki asıl faktör, daha II. Dünya Savaşı sona ermeden, BM kurulmadan önce, başını ABD’nin çektiği “Batı” Bloku ile SSCB’nin etrafında teşekkül edeceği öngörülmüş “Doğu” Bloku arasında güç dengesidir. Bu dengeyi kuran ve dünyayı bu “blok”ların nüfuz bölgelerine ayıran antlaşmalardır. Bu “güç dengesi”nin ve onu biçimlendiren gizli, açık antlaşmaların gereği olarak, bazı milletler çoğunluk iradesine uygunluğuna bakılmaksızın bloklardan birine dahil olmaya, onun cevaz verdiği bir siyasal-toplumsal rejimi kabule zorlandılar. Romanya, Polonya gibi ülkeler böylece “Doğu Bloku”na dahil edildiler, Yunanistan’da açık halk desteğine rağmen komünistlerin “Batı Bloku”nun askerî desteğiyle yenilmelerine bu nedenle göz yumuldu. Doğu ve Batı bloklarının merkezindeki iki “süper güç”, 1956’da “güç dengesi”ni çok ciddi ölçüde sarsabilecek olan Süveyş Savaşı’nda İngiliz, Fransız, İsrail güçlerinin işgâline birlikte son verdirdiler.

Irak’ın İran’a karşı başlattığı ve yaklaşık on yıl süren savaşta Irak, Doğu Bloku’nun açık, Batı’nın yarı açık desteğini arkasında buldu. İran İslâm Cumhuriyeti’nin söz konusu “güç dengesi”nin kurallarını zorlayan, devrimini İslâm dünyasına yayıp Ortadoğu’daki statükoyu altüst etmeye kalkışan girişimini püskürtmek içindi bu. Gerçi savaşı, saldırıyı başlatan, iki devlet arasında yapılmış sınır antlaşmalarını tanımadığını ilân eden, böylece uluslararası hukuku, BM kurallarını ihlâl eden Irak’tı. Ama savaşı kazanacakmış gibi göründüğü ilk dönemde ne engellendi, ne kınandı, aksine çok büyük çapta silâh ve mühimmat takviyesi de dahil açıkça desteklendi, teşvik edildi. Hattâ Halepçe gibi bir insanlık suçu işlemesine dahi göz yumuldu. Çünkü İran uluslararası düzenin iki büyük güç odağı tarafından da eşit ölçüde bir tehdit olarak değerlendiriliyor, “güç dengesi”nin soğuk, karanlık denklemlerine uymayı reddeden bir girişime cüret ediyordu. O halde sonuçta bir milyonu aşkın insanın ölümüne yol açmış olsa da, BM’nin uluslararası ilişkilerde gücün değil, adaletin, hukuk kurallarının belirleyici olacağına dair kuruluş amacı ve ilkesi kaale alınmayabilirdi.

Bu amaç ve ilkenin çiğnenmesi için iki büyük gücün uzlaşmış olması da şart değildi. Eğer bu güçlerden biri veya onun açıkça arkasında yer aldığı bir devlet, öteki büyük gücün aslî nüfuz sahasına dahil olmayan bir ülkeye karşı, uluslararası antlaşmaları, BM kural ve kararlarını hiçe sayan bir saldırıda, hattâ fiilî ilhak girişiminde bulunduğunda dahi, BM hukuku işlemez hale gelebiliyordu. Nitekim, daha BM’nin kuruluş antlaşmasının mürekkebi bile kurumamışken, ABD’nin açık, kesin desteğine sahip İsrail, Filistin topraklarını işgâl ettiğinde, bu işgâli fiilî ilhaka dönüştürdüğünde başlattığı 1967 savaşıyla bu ilhak sahasını Suriye, Ürdün ve Mısır aleyhine genişlettiğinde, BM, usûlen, uygulanmayacağını bile bile bir dizi karar almaktan başka bir şey yapmadı. 1956’da SSCB tankları Budapeşte’ye girdiğinde, 1968’de aynı tanklar Çekoslovakya’da hükümeti alaşağı edip, rejimi yeniden kurduğunda da BM seyirciydi sadece.

Fakat bütün bu örnekler, 1945 sonrası BM’nin, I. Dünya Savaşı ertesi Cemiyet-i Akvam’ı gibi bir fiyasko olduğunu, milletler, devletler arası ilişkilerde hâlâ rafineleştirilmiş güç, orman yasalarının hüküm sürdüğünü ileri sürmek için verilmiş değildir. BM, her şeye rağmen güç yasalarından milliyetçi yaklaşımların dar ve daraltıcı ufkundan kurtulabilme iradesinin, bu, dünyanın dört bir köşesinden sesini duyuran ortak talebin, ciddi eksiklik ve kusurlarla da olsa nihayet kurabildiği bir ilk mevzi idi. Özellikle “süper güç”ler ve onlardan birinin kesin desteğini almış ulus-devletler bu mevziden yapılan girişimleri kaale almayabiliyor, sonuçsuz bırakabiliyor ise de yine de birçok ulus-devletler, milletlerarası sorunda BM’nin temsil ettiği evrensel etik ve hukuk değerleri tarafları barışçı çözümlere yönelmeye götürebiliyor, “süper güç”leri dahi -hiç değilse ikincil derecede önem verdikleri konularda- o etik ve hukuk ilkelerine ters düşmemeye icbar edebiliyordu.

Ama tekrar vurgulamak gerekir ki, bu hukuk ve etik ilke/değerlerinin -ikincil derecede bir faktör düzeyinde de olsa- dikkate alınır olmasını sağlayan şey, ortada bir güç dengesinin var olması idi.

Nitekim bu denge “sosyalist blok”un çöküşü ile devreden çıktığında BM’nin eskiden oynayabildiği olumlu rolü oynayamaz hale düştüğü de gün geçtikçe daha açık biçimde gözlenebilir oldu. Ayrıca, daha yakından bakıldığında bu durum ve gidişatı sadece BM’nin ulus-devletler üzeri bir merci olarak rol ve etkisinin azalması, sönükleşmesi diye de niteleyemeyiz. Çünkü çok daha endişe verici olarak BM, o rolü de tek süper güç konumuna yükselmiş ABD’nin belirlediği ve ayarladığı biçimde oynamaya zorlanmaktadır. Üstelik, en son Afganistan’a yapılan müdahalede görüldüğü üzre ABD, BM’den herhalde kolaylıkla onay, destek alabilecekken, bunu yapmayıp resen kararını verip tek başına uygulamaya koyarak aslında tüm dünyaya, kendisi, kendi güç, çıkar ve konum hesapları üzerinde herhangi bir merci, herhangi bir referans düzeyi tanımadığını ilân etmiş olmaktaydı. Bir başka deyişle BM ya ABD iradesiyle çelişmemeye dikkat edecek bir kurum ve kuruluş haline gelmeyi kabullenerek var olmayı sürdürür ya da ABD’nin kararlarını kaale almadığı, böylece saygınlığını otoritesini çiğneyerek çöküşünü hızlandıracağı bir kurumun kaderini paylaşır.

1925’te kurulan Cemiyet-i Akvam da dönemin “büyük güçleri”nin güç ve çıkar hesaplarının oyuncağı haline gelmekten kurtulamadığı ya da zaten baştan böyle olması için kurulmuş olduğu için sönüp gitmişti.

Şimdi artık birkaç büyük güç yok; en azından orta vadede kendine denk bir rakip gözükmeyen ABD’nin tek başına işgâl ettiği “süper güç” makamına, otoritesine ve hesaplarına uyarlı olarak iş görmeye zorlanan bir BM var. ABD’nin BM’ye bağlı birçok kuruluşta bu yönde baskı yaptığı, iradesine karşı çıkan kurumları katkı payını keserek, çalışmalarını boykot edip engelleyerek “hizaya getirmeye” çalıştığı biliniyor. ABD’nin Irak’a müdahale projesi ile doğrudan ilişkili BM’nin “kimyasal silâhlarla mücadele komisyonu” başkanının yakınlarda yaptığı ABD’yi itham eden açıklaması bunun en son örneği, kanıtı sadece.

Eğer ABD’nin şu anda herhangi bir ulus-devlet tarafından dengelenemez gibi gözüken devasa iktisadî-askerî gücü, bırakın evrensel hukuk ve insanî değer normlarını bizzat kendi sahiplendiği -örneğin liberalizm gibi- bir ideolojinin özgül etiğin sınırlamalarına tâbi olduğu, olacağı güvencesini verebiliyor olsaydı durum, gidişat yine de o kadar endişe, ürküntü verici sayılmayabilirdi. Oysa bugün ABD’nin güç ve karar odaklarına ve daha da vahimi “American way of life” yoluyla ABD toplumuna egemen olan neo-liberal “dünya görüşü”, klasik liberalizmin her şeye rağmen bir ölçüde riayet ettiği etik, insanî kaygı ve sınırlamalardan sıyrılmış, çıplak bir güç ve çıkar mantığına indirgenmiş bir yaklaşımdır. Bu cangıl yasası çıplaklığıyla, liberalizmin ve genel olarak modernist literatürün başta özgürlük olmak üzere tüm kavram ve diğerlere “güçlü”, “üstün” olanın keyfince doldurabileceği içerikler veren neo-liberalizmin mantığında ABD’nin “en güçlü” sıfatı ve konumuyla hiçbir sınır ve sınırlama tanımaması “meşru”dur. ABD’nin tam desteğini alan İsrail gibi devletler için de geçerli olmaktadır bu “kural”.


“Filistin sorunu”nun tarafları iki millet olarak tanımlandığı sürece “adil” hiçbir çözümünün olamayacağını belirterek başlamıştık bu yazıya. Tarafların dinler olarak tanımlanması halinde de “adil” bir çözümün söz konusu olamayacağını; her iki durumda da ancak “güçlü” olanın kabule mecbur ettiği “geçici çözüm”lerle sorunu geleceğe taşımaktan başka hiçbir şey yapılmış olamayacağına işaret etmiştik. Filistinliler ve Araplar sorunun uç vermeye başladığı 1930’lardan, özellikle de 1940’lardan beri İsraille, Yahudilerle aralarındaki güç ilişkisinin lehlerine döneceği, böylece lehlerine bir -geçici, hatta kesin- çözüm umudunu koruyabildikleri bir uluslararası durum çerçevesinde 1990’lara kadar geldiler.

1990’lar sonrasının, yukarıda özetle andığımız gelişmeleri sonucunda 2000’li yıllara gelirken o umut neredeyse tamamen yok olmuştur. Bölgenin nükleer güce sahip yegâne devleti olma imtiyazı -ABD tarafından- güvence altına alınmış bir İsrail’e ve ardındaki -neredeyse koşulsuz- ABD desteğine karşı dengeleyici bir güç ortaya koyma imkân ve ihtimali asgariye, hiçe indirgenmiş bir Filistin’in ve Arap, İslâm dünyasının; bu hiç sayılmaya, bu umutsuz aşağılanmaya karşı cevabı ya El Kaide gibi örgütlerin nihilist terörü ya da Hamas’ın İsraillileri, Filistinlilerle her temaslarının ölümcül bir tehlike taşıdığı paranoyasına gömecek bir intihar eylemleri sarmalıdır.

Milliyetçiliğin ve üç tek Tanrılı dinin egemenlik ve güç istemini içselleştirmiş mantığında ötekini toptan yok etmek, bunun imkânı yoksa birlikte yok olmak (kıyamet) kademeli olarak gelinse de hiç de yabancı olmayan bir varış noktasıdır. Bugün, insanlık tarihindeki en kanlı millet ve din savaşlarına sahne ve taraf olmuş Avrupa, ABD ve Ön Asya milletlerinin ve dinlerinin tümü, hepsi tarafından en kutsal sayılan küçük bir toprak parçası, en yüksek sembolik değer biçilen mekânlar üzerinde, o din ve milliyet mantıklarının, tüm ürpertici yok ediş ihtimallerini sergileyecek biçimde kilitlenmiş olduğunu görebilir. Bu, eğer onlar ve tüm insanlık tarafından bu mantık ve yaklaşımlardan kurtulmanın sarsıcı, uyarıcı bir işareti olarak algılanabilirse Ortadoğu’daki bu trajik karanlık, herkes için bir umut ışığına dönüşebilir.

Aksi halde...