Siyasal Ekoloji: Uzmanerkine Karşı Özsınırlama

Ekoloji, bilimsel veya siyasal olmasına bağlı olarak, ayrı ama birbiriyle ilişkili iki yaklaşım içerir. Ben bu yazıya bunların birbiriyle ilişkili yönleri değil de daha çok amaçları arasındaki farklılık üzerine odaklanarak başlayacağım. Bilimci ve anti-politik dogmatizmin yeni bir versiyonunu üretmekten kaçınmak için, siyasal yaklaşımın “bilimsel bir analizin mutlak anlamda kaçınılmaz” ürünü olarak sunulmaması gerekiyor. Zira bu dogmatizm, “diamat” versiyonunda, siyasal pratikleri ve kavramları bilimsel olarak kanıtlanmış zorunluluklar düzeyine çıkartmaya çalışarak sahip oldukları özgül siyasal karakteri yadsımaktadır.

Bir bilim olarak ekoloji, uygarlıkla yeryüzündeki ekosistem (yani, insan faaliyetinin [yeniden] üretilemeyen bağlamı, doğal temeli) arasındaki etkileşimi konu alır. Sanayi sistemlerinin tersine doğal ekosistem kendini kuşaklar boyunca sürdürme ve yeniden düzenleme kapasitesine sahiptir, sözkonusu kapasite de içerdiği büyük çeşitlilik ve karmaşıklık sayesinde onun kendi kendisini düzenleyip daha da büyük bir karmaşıklık ve çeşitlilik düzeyine evrilmesini sağlar. Sözkonusu kapasite doğayı rasyonalleştirip üzerinde tahakküm kurma, onu tahmin edilebilir ve hesaplanabilir kılma eğilimindeki teknikler yüzünden tahrip olur. Edgar Morin’in yazdığı gibi, “teknolojik cerrahlarımız biyolojik çevrimleri bozmakla kalmayıp asal kimyasal bağlara da müdahale etmektedirler. Bizim verdiğimiz cevap ise, bu kötülüklerin etkilerini tedavi eden ama aynı anda nedenlerini de pekiştiren denetim teknolojilerini geliştirmek olmuştur.”[1]

DEMOKRASİYE KARŞI UZMANLAR

Bu noktadan çıkarak iki olası yaklaşım geliştirilebilir. Bunlardan ekosistemin bilimsel olarak incelenmesine dayanan birincisi, ekolojik anlamda hangi tekniklerin ve kirlenme eşiklerinin desteklenebilir olduğunu belirlemeye çalışır: başka bir deyişle, ilgi alanı ekosferin kendini-yenileme kapasitelerinden ödün vermeksizin endüstriyel teknosferi geliştirmeyi, sürdürmenin koşulları ve sınırlarıdır. Bu yaklaşım endüstriyalizmden ve onun araçsal akla dayanarak kurduğu hegemonyadan köklü bir kopuşu içermez. Ama doğal kaynakların yağmalanmasını sınırlayıp, onun yerine hava, su, toprak, ormanlar ve okyanusların rasyonel bir biçimde uzun vadeli olarak işlenmesini geçirme gereksinimini kabul eder; kaynakların boşa akışının sınırlanmasını ve yeniden çevrim politikalarının ve doğal ortamı tahrip etmeyen tekniklerin geliştirilmesini içerir.

Dolayısıyla “doğal ortamın korunması” politikaları –siyasal ekolojinin tersine– doğayla ilişkileri edilginleştirmeye ya da onunla “uzlaşmaya” yönelik değildirler; doğayı derli toplu tutmayı, koruyup yönetmeyi amaçlar, en azından doğanın daha temel önemdeki yenilenme kapasitelerini korumanın zorunluluğunu akıllarında tutarlar. Bir bütün olarak insanlığın çıkarları tarafından belirlenecek türden önlemler, devletlerin karar alma mekanizmalarında bulunanları ve tek tek tüketicileri sınırlamakta izleyeceği çizgiler tümdengelim yoluyla bu zorunluluk’tan çıkarılacaktır.

Ekolojik sınırların devletler tarafından tanınması, yasaklar, idarî düzenlemeler, vergiler, sübvansiyon ve cezalar aracılığıyla ifade edilecektir. Bu da toplumun “hetero-düzenlenişinin” artmasına yolaçacak; toplumsal aktörlerin isteminden bağımsız olarak toplumun işleyiş tarzları az çok “çevre-uyumlu” hale getirilmiş olacaktır. Tüketici davranışlarını ve yatırımcıların kararlarını, onaylamak, hattâ anlamak zorunda olmadıkları bir amaç doğrultusunda yönlendirmek için “düzenleyici araçlar” –idarî otoriteler ve fiyat yapısı gibi– kullanılacaktır. Yönetim, bireylerin güdü ve çıkarlarını kendilerine yabancı kalan bir sonuç yönünde işler hale getirmeyi başarmış olacağı için bu amaca ulaşılacaktır. Malî ve parasal hetero-düzenlemenin şöyle bir avantajı vardır (en azından savunucuları bunu iddia ederler): Toplumsal aktörlerin zihniyet, değer, motivasyon veya ekonomik çıkarlarında herhangi bir değişiklik olmasına gerek kalmaksızın çevre-uyumluluk hedefine ulaşılmasını sağlayacaktır. Oysa tam tersi doğrudur: hedefe bu motivasyon ve çıkarlara seslenilmesi ve aynı zamanda bunların manipüle edilmesi yoluyla ulaşılacaktır. Bu yüzden bunun takibi Habermas’ın “yaşam-dünyasının kolonileştirilmesi” dediği şeyin genişletilmesini içerecektir: sistemin idarecileri tarafından mevcut bireysel motivasyonların, bireylerin herhangi bir amacına tekabül etmeyen sonuçlar üretmek için kullanılması sözkonusu olacaktır.

Dolayısıyla endüstriyalizm ve piyasa mantığı bağlamında ekolojik sınırların tanınması teknobürokratik iktidarın genişlemesi sonucunu doğurur. Bu, tipik olarak antipolitik bir nitelik taşıyan pre-modern bakış açısından kaynaklanan bir yaklaşımdır. Devlete ve onun uzmanlarına genel çıkarın içeriğini değerlendirme ve bireyleri buna tabi kılma yolları yaratma görevi vererek uzmanerki lehine siyasal olanın özerkliğini ortadan kaldırır. Tümel tikelden, insanlığın yüce çıkarları bireyin özgürlüğünden ve özerk yargı yetisinden koparılır. Dick Howard’ın gösterdiği gibi,[2] siyasal olan daha en baştan ikikutuplu yapısıyla tanımlanır: Siyasal olan, bireyin köklerini özerkliğinde bulan hakları ile bu hakları bir yere yerleştiren ve koşullayan bütün toplumun çıkarları arasındaki tekrar tekrar yeniden düzenlenen kamusal dolayım girişimi olmalıdır ve başka bir şey de olamaz. Bu iki kutup arasındaki gerilimi ortadan kaldırmaya meyleden her şey siyasal olanın, hem de modernliğin yadsınmasıdır; bu uzmanerkleri için özellikle doğrudur, çünkü bunlar bireylerin özerk yargı yetilerini reddedip onları, kavrayışlarının ötesindeki bir davanın yüce çıkarlarını temsil etme iddiasında olan “aydınlanmış” bir otoriteye tâbi kılar.

Ekolojik girişimin belirsiz niteliği işte burada ortaya çıkar. İktidar aygıtları tarafından benimsenir benimsenmez bu aygıtların gündelik hayat ve toplumsal ortam üzerindeki baskısını sıkılaştırmalarının bir bahanesi ve aracı haline gelir ve siyasal ve kültürel bir hareket olarak ekolojik hareketin kendisinin başlangıçtaki özlemleriyle çatışmaya başlar. Hareketin teknokratik kanadı ile radikal-demokratik kanadı arasındaki iç bölünmenin altında yatan neden budur.

HAREKETİN KÖKENLERİ

Ekolojik hareket, çevrenin bozulmasından ve hayat niteliğinin insanın hayatta kalma sorununu gündeme getirmesinden çok önce doğmuştur. Ekolojik hareket aslen gündelik kültürün ekonomik ve idari iktidar aygıtları tarafından yıkılmasına karşı çıkan kendiliğinden bir protestodan doğmuştur. “Gündelik kültür” deyimiyle, bireylerin etraflarındaki dünyada ikamet etme biçimlerini yorumlamalarını, anlamalarını, bunun sorumluluğunu üstlenmelerini sağlayan sezgisel bilgi ya da (Ivan Illich’in verdiği anlamda) yerel know-how toplamını, alışkanlıkları ve davranış kural ve tarzlarını kastediyorum.

Hareketin korunmasını talep ettiği “doğa” doğalcıların ya da bilimsel ekolojinin doğası değildir. Yapıları ve işleyiş biçimleri sezgisel olarak kavranabildiği için, duyularla ve düşünceyle ilgili yetilerin tomurcuklanmasına duyulan bir ihtiyaca tekabül ettiği için; tanıdık yapısı bireylerin, hiçbir zaman resmen öğretilmesi gerekmeyen eğilimlerini kullanarak içinde yollarını bulmalarını, onunla etkileşimde bulunmalarını, “kendiliğinden” onunla iletişime girmelerini sağladığı için “doğal” görünen bir çevredir sözkonusu olan. Dolayısıyla “doğanın savunulması”, esasen faaliyetlerin sonucunun gerçekleştirilmelerine neden olan niyetlere tekabül ettiği; bir başka deyişle, toplumsal bireylerin bu sonucu kendi eylemlerinin ürünü olarak gördüğü, anladığı ve kabul ettiği bir dünya olarak tanımlanan bir yaşam-dünyasının savunulması olarak anlaşılmalıdır aslında.

Bir toplum karmaşıklaştıkça işleyiş biçimleri sezgisel olarak daha az kavranabilir hale gelir. Üretim, yönetim, ticaret ve hukukta kullanılan ayrıntılı bilgi toplamı tek bir birey ya da grubun kapasitesinin kaldıramayacağı kadar hacimli bir hale gelmiştir. Bunların herbiri önceden kurulmuş örgütsel prosedürlerce, aygıtlarca, bireylerin arayabileceği her şeyin ötesinde olan bir sonuç yaratmak için eşgüdümlenmesi ve düzenlenmesi gereken kısmi ve uzmanlaşmış bir bilgi gövdesini içerirler yalnızca. Yani karmaşık bir toplum büyük bir mekanik aygıta benzer; toplumsal bütün işleyiş biçimleri bireylerin bir bedenin organları ya da makinenin parçaları gibi işlevsel olarak uzmanlaşmış olmalarını gerektiren bir sistemdir. Kendi içinde her ne kadar karmaşık ve ilerlemiş olsa da, toplumsal bütünün sistematik taleplerine uymak için uzmanlaşmış hale gelen bilgi, artık bireylerin dünyada bir yön bulmalarını, yaptıklarına anlam vermelerini ya da çabalarının katkıda bulunduğu girişimin anlamını kavramalarını sağlamaya yetecek ölçüde kültürel kaynak içermemektedir. Sistem yaşam-dünyasını, sezgisel olarak kavranmaya, pratik ve duyusal olarak kullanılmaya açık dünyayı işgal eder ve marjinalleştirir. Bireyleri bir dünyaya sahip olma, onu birbirleriyle paylaşma şansından yoksun bırakır. İşte direniş bu gaspın çeşitli biçimlerine karşı çıkılmasıyla yavaş yavaş ortaya çıktı.

Sonraları ekolojik hareket haline gelecek şeyin ilk tezahürleri,[3] önce Kuzey Amerika’da, sonra da Avrupa’da, megateknolojilere karşı çıkmışlardı, çünkü özel sanayi kolları ve/veya kamusal yönetimler bunların yararına yurttaşların yaşadıkları ortamı ellerinden alıyorlardı. Çevre dev sanayi makinesinin taleplerini karşılamak için tahrip edilmiş, teknolojikleştirilmiş, betonlaştırılmış ve sömürgeleştirilmişti. Bu makine, “doğal” dünyadan geri kalan çok az şey üzerinde yaşayanları buralardan çıkmaya zorluyor, saldırganlığı giderek artan tacizlerle kovuyor ve daha da kötüsü, bireylerin nasıl birlikte yaşayacakları, nasıl üretip tüketecekleri konusunda kendi başlarına karar verme haklarının sermaye ve devlet tarafından ihlal edildiğini simgeleyen teknik aygıtlar adına kamusal alana el koyuyordu.

Bu ihlal özellikle nükleer güç örneğinde netlik kazanmıştı. Reaktör inşa programı, teknik açıdan akılcı, toplumsal açıdan gerekli seçenekler diye yutturulmaya çalışılan siyasal ve ekonomik kararlara dayanıyordu. Enerji talebinde son derece keskin bir artış olacağı tahmininde bulunan program, tasarlanan bu ihtiyaçların karşılanması için en ağır teknolojilerden oluşan güçlü konsantrasyonlardan yana oluyor ve mesleki gizlilik yemini ettirilip yarı-militer bir disipline tâbi tutulan teknisyen gruplar yaratılıyordu. Kısaca, ihtiyaçların ve bunların karşılanma biçimlerinin değerlendirilmesi, geniş halk kitlelerinin ulaşamadığı varsayılan üstün bir bilgi çatısı altına sığınan bir uzmanlar kastının işi haline gelmişti. Program bir yandan yurttaşları kapitalist endüstriler yararına vesayet altına alırken, bir yandan da devlet aygıtının hakimiyetinin genişletilmesinin mazereti oluyordu.[4]

Profesyonelleşmenin –ve ona eşlik eden hukuki formülizasyonun, uzmanlaşmanın– yerel bilgiyi (vernacular knowledge) değerden düşürdüğü ve bireylerin kendilerini denetleme kapasitesini yok ettiği bütün alanlarda aynı vesayet altına alma işlemi daha yaygın biçimde uygulanır. Bunlar Ivan Illich’in şiddetle suçladığı “güçsüzleştirici meslekler”dir.

Bu özdenetim kapasitesinin, başka bir deyişle, bireylerin, grupların ve toplulukların varoluşsal özerkliğinin ortadan kaldırılmasına karşı çıkma, ekoloji hareketinin özgül bileşenlerinin köklerinde yatar: mülksüzler arasındaki öz –ve karşılıklı– yardımlaşma ağları; alternatif tıptan, kürtaj hakkından, “onurlu bir biçimde” ölme hakkından yana hareketler; çeşitli dilleri, kültürleri, bölgeleri vs. savunan hareketler. Temel motivasyon her zaman, uzmanların yönetimine karşı, nicelleştirmeye ve parasal kaygılara karşı, bireyin özerkliğinin ve kendi kendini belirleme kapasitesinin yerine ticarî, bağımlılığa dayanan alışveriş ilişkilerinin geçirilmesine karşı “yaşam-dünyasının” savunulması olmuştur.

Hareket, en azından görünüşte, katıksız bir biçimde “kültürel” nitelikteydi. Ana dertleri, seçmen müşterilerinin çıkarları doğrultusunda sistemi yönetme iktidarına sahip olmak olan siyasal partilerin, ekoloji hareketi sadece anti-politik bir hareket olarak görünmeleri tabiidir. Bu hareketin temel kaygısı hayatı “değiştirmek”, kaybedilmiş özerklik ve toplumsal şenlik alanlarını yeniden kazanmaya çalışarak hayatı sistemden ve bu sistemin yöneticilerinden kurtarmaktı.

1972’de görünüşte kültürel bir nitelikte olan bu taleplere, bir grup İngiliz bilimadamının Blueprint for Survival adlı bir rapor yayımlaması ve bunun hemen ardından da Roma Kulübü‘nün The Limits to Growth adlı raporu hazırlamasıyla nesnel bir zemin verilmiş oldu. Endüstriyel ekonomilerin büyümesinin sonsuza kadar sürdürülemeyeceğinin, kapitalist gelişme ve tüketim modelinin yıkıcılığının, “daha fazla”nın ille de “daha iyi” anlamına gelmeyeceğinin farkına varılması üretimin tekniklerinin ve hedeflerinin, dolayısıyla da hayat tarzının radikal bir biçimde değiştirilmesi gerektiğini açığa çıkarıyordu. Ekoloji hareketinin “kültürel” talepleri böylelikle baskın endüstriyalizmden ve onun büyümeyi bir din haline getirmesinden acil olarak vazgeçilmesi gerektiği yönünde (bilimsel olarak tanıtlanabilen) nesnel bir gerekçe elde etmiş oluyordu. Yani çevrecilik siyasal bir hareket haline gelmişti. Yaşam-dünyasının savunulması”[5] genel geçerlilikten yoksun kısmî, yerel bir özlem değil, genel olarak insanların ve bir bütün canlılar dünyasının çıkarlarıyla uyumlu bir şeydi.

Ancak bunun tersi doğru değildir: gördüğümüz gibi, insanlığın ekolojik çıkarlarının farkına varılması (bu bireyin bakış açısından arzulanan bir şey olsa dahi) mutlaka, yaşam-dünyasının savunulması, daha doğrusu yeniden ele geçirilmesi biçimini alır denilemez. Aksine, bu farkına varış teknokratik bir biçim alıp idari alt-sistemin uyguladığı kısıtlama ve manipülasyonların daha da sıkılaşmasına yol açabilir. Siyasetin sahip olduğu özgül özerkliği yadsımadan ve ekosistemin ihtiyaçlarından söz ediş biçimi diyalektik materyalizmin yasalarından söz eden “diamat”ınkinden hiç de daha az totaliter olmayacak “zorunlu” ya da “bilimsel” bir diktatörlük oluşturmadan siyaseti bir zorunluluk ya da bilim üzerinde temellendiremezsiniz.

O halde siyasal ekolojinin karşısındaki sorun, ekosistemin ihtiyaçlarının, kendi bildik dünyaları içinde kendi hedefleri peşinde koşan özerk bireylerin kişisel muhakeme kabiliyetleri tarafından hesaba katılmasını sağlayacak pratik kipliklerin tanımlanması sorunudur. Bu, zorunluluğun geriye dönüşlü (retroactive) olarak normatiflikle birleştirilmesi, açarak söylersek, yaşantılanan ve nesnel zorunlulukların algılanma biçimini etkileyen ihtiyaçlara karşılık gelecek şekilde nesnel zorunlulukların normatif davranışlar haline dönüştürülmesi sorunudur. Bu da demokrasi sorunundan başka bir şey değildir.

METABOLİZMAYI YÖNETMEK

Marx’a göre bu, endüstriyalizmin genelleştirilmiş özyönetimin nesnel koşullarını ve bunun için gereken öznel kapasiteyi yaratmasından sonra çözülebilecek bir sorundu. Bunun sonucunda ortaya, “toplumsallaşmış insanın, birleşmiş üreticilerin doğa-insan etkileşimini rasyonel bir biçimde yönetip, kör bir gücün tahakkümü altına girmektense onu kollektif denetimleri altına aldığı; bunu da asgari miktarda enerji harcayarak ve kendi insanî doğalarına en yakışan, en uygun koşullarda yaptıkları” (komünist) bir toplum çıkacaktır. “Ama bu her zaman bir zorunluluk alanı olarak kalacaktır. Gerçek özgürlük alanı, insan güçlerinin kendi içinde bir amaç olarak gelişmesi, sadece bu zorunluluk alanını temel alarak gerçekleşebilse bile, onun ötesinde başlar.”[6]

Başka bir deyişle, zorunluluk, bir yanda asgari emek ve azami tatmin, öte yanda “doğayla etkileşimin” rasyonel –herkesin anlayabileceği– bir biçimde yürütülmesi yönündeki ikili normatif talebe uygun olarak örgütlü üreticiler tarafından üstlenilir. Burada sözü geçen rasyonalite, endüstrinin devasa büyüklüğü ve karmaşıklığının tahakkümü altına girmektense kendi kendilerini yönetecek örgütlü üreticilerin üretim araçlarını geliştirmelerini ve ekosistemin idamesini içermektedir.

Özyönetim bağlamında özgürlük, “örgütlü üreticilerin” değişik üretim araç ve yöntemlerindeki her üretim birimi için gereken emeğin niteliği ile niceliği arasında; ama aynı zamanda karşılamak istedikleri ihtiyaç ya da istekler yelpazesiyle harcayabilecekleri çaba miktarı arasında da bir denge tutturma yetilerine dayanmaktadır. Bilinen, sıradan normlara dayanan bu denge tutturma yetisi, mesela üretkenliği azaltmak pahasına daha rahat ve daha zevkli (“insan doğasına daha uygun”) çalışma yollarının benimsenmesine neden olabilir; aynı zamanda gereken çaba miktarını azaltmak uğruna gereksinimleri ve istekleri kısmaya da neden olabilir. Pratikte, harcanan çaba düzeyinin istenilen tatmin düzeyine göre düzenlenmesine ya da aranan tatmin düzeyinin insanların harcamak istedikleri çaba düzeyine uyumlu hale getirilmesine yarayan norm, yeterlilik normudur.

İmdi, bir yeterlilik normunun oluşturulması, ihtiyaçların ve harcanan çabanın sınırlandırılmasını gerektirse de ekonomik rasyonalite ve rasyonalizasyonun özü olan azami çıktı arayışıyla bağdaşmaz. Aslında ekonomik rasyonalite, pre-kapitalist toplumlarda hiçbir zaman özüne uygun bir biçimde ifade edilmemiştir. Bu toplumlarda ekonomik rasyonalite, üreticiler arasında ve tüccarlar arasında serbest pazarlardaki serbest rekabeti engellemek için yapılan anlaşmalarla sınırlı kalmıştır (Karl Polanyi’nin deyimiyle söylersek, bu anlaşmalarla “örülmüştür”). Bu rasyonalite, kendi üretim araçlarının sahibi oldukları ve sonuçta emeklerinin yoğunluğunu ve süresini kendileri belirlemekte özgür oldukları sürece, üreticilere dayatılamazdı.

Geçinmek için yapılan üretimin çöküşü ve pazar için yapılan üretimin genişlemesi hiçbir şeyi değiştirmedi: korporasyonlar ya da loncalar kendi tanımladıkları farklı nitelikler için sabit fiyatlar belirliyorlar ve her türlü rekabeti men ederek bunları tüccarlara dayatıyorlardı. Üreticiler ve tüccarlar arasındaki ilişkiler değişmez bir biçimde sözleşmeye dayanıyordu ve tüccarlar serbest pazar rekabetinden korundukları için kazançlıydılar. Yeterlilik normu –zanaatkâr için yeterli ödeme, tüccar için yeterli kâr– geleneksel hayat tarzına öyle bir kök salmıştı ki işçilere daha yüksek ücret vaadetmekle onları daha yoğun ya da daha uzun çalıştırmak mümkün değildi. İşçi için, diyor Max Weber, “daha fazla kazanmak, daha az çalışmak kadar cazip değildi. Olabildiğince fazla çalışırsam günde ne kadar kazanırım? diye sormuyordu kendine, geleneksel ihtiyaçlarımı karşılayan ve daha önce de aldığım 2.5 markı kazanmak için ne kadar çalışmalıyım diye soruyordu.”[7]

Kapital’in birinci cildinde, atölyelerin ve ilk “makineleşmiş fabrikalar”ın patronlarının, işçilerini düzenli olarak tam gün, her gün ve her hafta çalıştırmakta ne kadar güçlük çektiklerine işaret eden o muazzam literatürden söz eder Marx. İmalatçıların çoktan yaptıkları gibi işçileri üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun bırakmak yeterli değildi; aynı zamanda zanaatkârlar da ortadan kaldırıldıktan sonra üretim birimi başına işçilere verilen parayı da azaltmak gerekiyordu, böylece kendi yeterliliklerini sağlamak için daha çok çalışmaya zorlanacaklardı; bu amaca ulaşmak için onları üretim araçlarının kontrolünden mahrum etmek ve emek miktarı, yapısı ve yoğunluğunun, hammaddenin kendisinden kaynaklanan kısıtlamalar biçiminde sunularak işçilere dayatıldığı bir düzenleme ve işbölümü tarzını zorla kabul ettirmek gerekliydi.

Makineleşme bu sonucu elde etmenin ideal yöntemiydi. İşçiler tarafından yönlendirilen ve kullanılan üretim araçları yerine bir otomat, yani kendi kendini hareket ettiren bir güç tarafından harekete geçirilen makineler kondu... Makine hiçbir biçimde tekil işçinin çalışma aracı olarak görünmez... İşçinin, sadece bir faaliyet soyutlamasına indirgenmiş faaliyeti her yönüyle makinenin hareketi tarafından belirlenip düzenlenir... Makinenin cansız organlarını inşâ ediliş biçimleri gereği bir otomat gibi amaçlı bir biçimde davranmaya zorlayan bilim, işçinin bilincinde varolmaz; makinenin kendisinin gücü olarak, yabancı bir güç olarak makine yoluyla işçinin üzerinde eylemde bulunur.

Canlı emeğin sermaye kavramının içerdiği nesnelleşmiş emek tarafından sahiplenilmesi, makinelere dayanan üretimde bizzat üretim sürecinin karakteri olarak konumlanır. Tekil işçi “bu mekanizmanın canlı bir aksesuarı” haline gelir sadece; “bireysel emek kapasitesinin değer-yaratıcı gücü yok denecek kadar azdır; makinelerle sağlanan muazzam miktarlarda üretim ürünü ile üreticilerin dolaysız ihtiyacı ve dolayısıyla doğrudan kullanım değeriyle arasındaki her türlü bağlantıyı söker atar.”[8]

Bunu açıklamanın en iyi yolu çalışma aracının böylelikle işçi tarafından temellük edilemez hale gelmesidir ve işçinin üründen ve bundan böyle işçinin dışında, dile getirilmeyen bir zorlama olarak varolan emeğin kendisinden bu biçimde kopması, yerine getirilmesi talep edilen nicelleştirilmiş, önbelirlenmiş ve sıkı sıkıya programlanmış görevlerin maddî düzenlenişinin bir parçası olur.[9]

Üretimin, doğrudan üreticilerin kararlarından koparılabilmesi; üreticilerin ihtiyaçlarıyla istekleri arasındaki ilişkiden, bu ihtiyaçları karşılamak için göstermeye hazır oldukları çaba miktarından ve bu çabanın yoğunluk, süre ve niteliğinden bağımsız hale gelmesi ancak bu üç yönlü mülksüzleştirme temelinde mümkün olur.

Bu üç yönlü mülksüzleştirme ayrıca kapsamı giderek daralan işlevsel uzmanlıkların ortaya çıkmasına, tek bir üretim süreci içinde çok farklı disiplinlerden gelen ve birbirleriyle bağlantılandırılamayan bir teknik ve bilimsel beceri yığınının birikmesine de yolaçar; bu becerilerin üretken bir biçimde organize edilmesi de yönetici bir kadroyu ve yarı-militer piramitvari bir yapıyı gerekli kılar.

Sanayileşme, sermaye birikimi sadece bu temel üzerinde mümkün olmuştur. Sadece doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ve üretimin sonucundan koparılması sayesindedir ki bu üreticilerin kendi ihtiyaçlarının ötesinde artık (surplus) üretmelerini sağlamak ve bu “ekonomik artıkları” üretim araçlarını çoğaltıp güçlerini arttırmak için kullanmak mümkün olmuştur. Bir an endüstriyel üretim araçlarının başlangıçta üreticilerin kendileri tarafından geliştirilmiş olduğunu varsayalım: o zaman girişimleri anlamaları ve denetlemeleri mümkün olacak: hem kendi ihtiyaçlarını, hem de emeklerinin doğasını ve yoğunluğunu sınırlama işini kendileri yapacaklardı. Sonuç olarak sanayileşme, büyüklük ve karmaşıklıkları üreticilerin organizasyon gücünün ötesinde olan konsantrasyonlar yaratmayacaktı. “Ekonomik kalkınma” belli bir eşiğin ötesine gidemeyecek, rekabet sınırlanacak, “doğayla etkileşim” yeterlilik normu tarafından yönetilmeye devam edecekti.

Doğrudan üreticilerin üretim üzerindeki gücünü ortadan kaldıran sermaye en sonunda üretimi insanların gerçek ihtiyaçlarından koparıp azami kâr ölçütüne göre belli ihtiyaçları ve bunların karşılanma biçimlerini öne çıkarmaya başlayabildi. Bu yolla üretim her şeyden önce sermayenin büyümesinin bir aracı haline geldi; üretim öncelikle sermayenin ihtiyaçlarına hizmet eder; üretimin insanî ihtiyaçlara da hizmet etmesinin tek nedeni sermayenin ürünlerini tüketecek insanlara ihtiyacı olmasıdır. Ama bunlar artık “doğal”, kendiliğinden ihtiyaç ve istekler değil, sermayenin kâr ihtiyacını karşılamak için üretilmiş olan ihtiyaç ve isteklerdir.

Sermaye hizmet ettiği ihtiyaçlardan kendi büyümesi için yararlanır; bu da ihtiyaçların büyümesini getirir. Yani gelişmiş kapitalizmin tüketim modeli sermayenin mümkün olan en büyük miktarda mal devri yaratma ihtiyacının ürünüdür. Bu yüzden sermayenin kullanımında azami etkinliğe ulaşmak, ihtiyaçların karşılanmasında azami etkisizliği, azami miktarda artığı (waste) gerektirir.

Eğer işçiler çalışma saatlerini ihtiyaç duyduklarını düşündükleri gelire göre ayarlayabilselerdi üretimin bu biçimde özerkleşmesi çok daha güç olurdu. Üretkenlik ve ücretler arttıkça, çalışan nüfusun giderek artan sayıda bir kesimi daha az çalışmayı ve kendi tüketimlerini kendileri sınırlamayı seçerler, daha doğrusu seçebilirlerdi. Gerçekten de bu eğilim anarko-sendikalizmin doruğunda yeniden ortaya çıktı; mesela Poulot’nun sözünü ettiği[10] “sublimes simples” ve “vrais sublimes”nin Paris metal sanayiinde gerçekleştirdikleri fasılalı çalışma, yani haftada üç ya da dört gün çalışma uygulamasında.

Yeterlilik normuna uygun olarak özsınırlamaya dayanan hareketlerin bu şekilde yeniden ortaya çıkmasına karşı, 1910’da İngiltere’de istihdam koşullarıyla ilgili yeni ve katı düzenlemeler yürürlüğe kondu; buna göre sadece tam gün çalışmayı kabul eden insanlara iş verilecekti. Sermaye tam gün çalışmayı bir istihdam koşulu haline getirerek sadece emek üzerindeki hakimiyetini –öngörülebilir çıktı ve üretim maliyetleriyle birlikte– pekiştirmekle kalmıyor; tahakkümünü işçilerin hayat tarzlarını da içine alacak şekilde genişletmiş oluyordu. Böylelikle işçilerin hayatında bir yandan sermayenin hizmetindeki işlevsel ücretli çalışmadan öte yandan da yine sermayenin hizmetindeki tüketimden başka bir şeye yer kalmıyordu.

Toplumsal birey bir işçi-tüketici, sermayenin hem kendisine verilen ücretlere, hem de satın aldığı mallara bağımlı bir “müşterisi” olarak tanımlanıyordu. Tükettiği hiçbir şeyi üretmeyecek, ürettiği hiçbir şeyi tüketmeyecek ve sermayenin tanımladığının dışında hiçbir kamusal toplumsal varoluşa sahip olmayacaktı: çalışmadığı zamanlar özel hayatına, eğlenceye, dinlenmeye, tatillere ayrılacaktı. Çalışma saatlerinin azaltılması talebi patronların her zaman en çok karşı koydukları talep olmuştur. Bunun yerine daha uzun süreli ücretli tatiller ihsan etmeyi yeğlemişlerdir. Çünkü tatiller aktif yaşamın programlı bir biçimde kesilmesinin mükemmel bir örneği; gündelik varoluştan kopuk, normal hayatı yeni boyutlarla zenginleştirmek, ona daha büyük bir özerklik ve mesleki rol dışında bir içerik vermek için hiçbir şey yapılmayan katıksız bir tüketim dönemidir.

TOPLUMSAL BİR PROJE

OLARAK ÖZSINIRLAMA

Karmaşık sanayi toplumlarında sadece işçilere kendi çalışma miktarlarını sınırlama hakkı (başka bir deyişle, kendi çalışma zamanlarını seçme imkanı, “seçilmiş zaman” hakkı) vererek üretim ve tüketimi çevreye uyumlu olacak bir biçimde yeniden yapılandırmak mümkün değildir. Aslında üretim hacmi ile çalışılan saatler arasında hiçbir korelasyon yoktur. Makineleşme giderek daha az emek harcanarak giderek daha fazla mal üretilmesini sağlayarak bu korelasyonu ortadan kaldırdıktan sonra, “emek, üretimin ölçüsü, çalışma zamanı da emeğin ölçüsü olmaktan çıkar.” (Marx). Dahası, gerekli emek hacmindeki azalma genelde potansiyel aktif nüfusa yarar sağlamadığı gibi, ne çalışanlara, ne de işsizlere özgürleşme ya da daha fazla özerklik umudu getirir. Son olarak, özsınırlama için bir referans noktası işlevi görecek, ortak olarak kabul edilmiş hiçbir norm yoktur. Bununla birlikte çevreye uyumlu bir sanayi uygarlığına giden tek otoriter-olmayan, demokratik yol hâlâ özsınırlamadır.

Bu proje kesinlikle aşılamaz bir şey değildir. Esas olarak, geleneğin, hayat tarzının, gündelik uygarlığın içerdiği, ortak bir yeterlilik normu için temel vazifesi görebilecek her şeyin ve aynı zamanda daha az çalışıp tüketmenin daha iyi ve daha özgür bir hayata açılmamıza yardımcı olabileceği gibi bir ufkun kapitalizm tarafından ortadan kaldırıldığına işaret eden bir projedir bu. Ancak ortadan kaldırılanların yeniden inşa edilmeleri imkansız değildir. Ama bu restorasyon mevcut gelenek ve korelasyonlara dayandırılamaz: kurumlaştırılmalıdır; bu siyasal, daha doğrusu eko-siyasal bir mesele ve eko-sosyal bir projedir.

1980’lerde Alman ve diğer Avrupa Yeşilleri tarafından enine boyuna tartışılan ve şimdilerde Fransız siyasal ekoloji hareketinde ele alınan eko-sosyal bir siyaset, temel olarak, daha az çalışıp daha az tüketme ile herkes için daha fazla özerklik ve varoluşsal güvenlik arasındaki ilişkiyi siyasi olarak yeniden gündeme getirmeyi amaçlar. Başka bir deyişle, bu siyaset, çalışma saatlerindeki genel bir azaltımın herkese, insanların daha önce sadece kendileri için aradıkları avantajları, yani daha özgür, daha rahat ve zengin bir hayat getireceği yolunda bireylere kurumsal garantiler verilmesini talep eder. Böylece özsınırlama bireysel seçim düzeyinden toplumsal bir proje düzeyine kaydırılır. Artık geleneksel temellerinden mahrum olan yeterlilik normu siyasal olarak tanımlanmalıdır.

Burada başka yerlerde uzun uzadıya tartıştığım meselelerin ayrıntılarına girmeyeceğim. Burada sadece eko-sosyal bir siyasetin şunları içerdiğini belirtmek istiyorum: çalışma süresinden (bu süre sadece azaltılabilir) ve hatta çalışmanın kendisinden bağımsız olarak yeterli gelir garantisinin verilmesi; toplumsal olarak gerekli emeğin herkesin çalışabileceği (hem daha iyi koşullarda, hem de daha az çalışabileceği) bir biçimde yeniden düzenlenmesi; çalışma dışındaki zamanın bireylerce kendi seçtikleri faaliyetler için kullanılabileceği özerklik alanları yaratılması. Bu faaliyetler bireylerin piyasaya ve meslekî veya idarî gözetime olan bağımlılıklarını azaltıp karşılıklı yardımlaşma şebekeleri, hizmet değiştokuşları, gayrıresmi kooperatifler vs. gibi dayanışma ve toplumsal şenlik (conviviality) ağları kurmalarına izin veren mal ve hizmetleri kendilerinin üretmesini içerir. Zamanın özgürleşmesi, bireylerin heteronom, işlevsel olarak uzmanlaşmış emekten kurtuluşları, farklı hayat ve faaliyet alanlarının bölünmüşlüklerine son vermek ve kendi kendine örgütlenmiş mübadele ilişkilerini teşvik etmek amacıyla mimari, şehir planlaması, kamusal donanım ve hizmetler, kent ve kır ilişkileri vs. hakkında yepyeni düşünceler üretilmesini talep eden genel bir siyaset olarak kavranmalıdır.

Yani siyasal ekoloji, üretim ve tüketim tarzındaki ekolojik açıdan zorunlu değişimleri, hayat tarzında ve toplumsal ilişkilerde normatif anlamda istenen değişimler için bir basamak olarak kullanır. Ekolojik anlamda canlı çevrenin savunulması ve bir yaşam-dünyasının yeniden kurulması birbirini koşullayan ve destekleyen süreçlerdir. İkisi de hayatın ve canlı çevrenin ekonominin tahakkümünden kurtarılmasını ve ekonomik rasyonalitenin geçerli olmadığı faaliyet alanlarının geliştirilmesini gerektirirler. Aslında bu uygarlık kadar eski bir taleptir. Marx’ın sık sık 1821’de yazdığı kitapçıktan alıntılar yaptığı, adı bilinmeyen Ricardocu iktisatçıdan Keynes ve Leontieff’e modern iktisadın önde gelen isimlerinin hepsi “gerçek zenginlik ölçüsü”nün “kendi içinde bir amaç olarak değerlendirilen” (Marx’ın Grundrisse’de kullandığı terimle, die sich als Selbtzweck gilt) faaliyetlere ayrılan net zaman olduğunu belirtmişlerdir. Bu da ekonomik faaliyetin, sadece kendisi dışında bir şeye hizmet ettiği zaman bir anlam kazandığını söylemek demektir. Zira iktisat “bilişsel-araçsal akıl yürütme tarzının” bariz bir örneği, verili bir hedefi elde etmek için araçların etkililiğini hesaplayıp en etkili olanı seçmenin bilimidir. Kullanılan araçlardan ayrı amaçlara uygulanamaz ve kendi başına hangi amaçların peşinde koşulması gerektiğini belirleyemez. Kendisine bir amaç verilmediğinde en etkili araçlarına sahip olduğu amaçları seçer; kendi rasyonalitesinin geçerli olduğu alanın genişletilmesi hedefini benimseyip, hayat ve hayatın doğal temelleri dahil tüm alanları bu alana tâbi kılar.

Ekonomik rasyonalitenin tüm diğer rasyonalite biçimleri üzerindeki bu hakimiyeti kapitalizmin özünü oluşturur. Kendi başına bırakıldığında bütün hayatı ve böylece kendini de ortadan kaldıracak olan bir dinamiktir bu. Eğer kapitalizmin bir anlamı varsa, bu anlam sadece kendisinin bertaraf edilmesinin koşullarını yaratması olabilir. Kapitalizmin bertaraf edilmesi, teşebbüslerin ekonomik anlamda rasyonel bir biçimde yönetilmesinin (yani sabit ve döner sermayenin her biriminden maksimum verim elde etmeyi amaçlayan yönetimin) bertaraf edilmesi olarak değil, teşebbüslerin yönetim ve yaratımı alanında maksimum verim ölçütlerinin başka ölçütlerle ilişkili olarak görecelileştirilmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu başka ölçütler kamusal kararlarda ve bireysel davranışlarda egemen hale geldikleri, ekonomik rasyonaliteye ekonomik-olmayan hedeflerin hizmetinde ikincil bir rol verildiği zaman toplum kapitalizmden çıkıp farklı bir uygarlık kurmuş olacaktır.

Bu dönüşümleri hangi toplumsal güçlerin gerçekleştirebileceği sorusunun cevabını klasik sınıf analizi veremez. Sınıfların karşı karşıya gelmesi yoluyla tayin edici önemde bir zaferin kazanılabileceği merkezî bir cephe yoktur. Başka bir ifadeyle, cephe her yerdedir; çünkü sermayenin iktidarı hayatın her alanına dağılmıştır. Fakat aynı zamanda “zihniyet değişimi”nin, “değerlerdeki mutasyonun” (Almanlar’ın Werteswandel dediği şey) işçi sınıfı ve hakim sınıfın yönetimdeki kısmı dahil toplumun bütün sınıf ve düzeylerini boylamasına kestiğinin farkında olunmalıdır. Geleneksel işçi sınıfında hâlâ endüstriyalist büyüme ve tüketim ideolojisi egemen olmasına rağmen, halihazırda bazı “Yeşil” sendikalar ve sendikacılar da vardır (özellikle İngiltere ve Hollanda’da). Böyle de olsa ücretlilerin çoğunluğu daha yüksek ücretleri değil, daha çok boş zaman istediklerini söylerken, üst kademe yöneticilerinin bazılarının da dahil olduğu çok büyük bir çoğunluk boş zamanlarında yaptıkları faaliyetlerin kendileri için işlerinden daha önemli olduğunu söylüyor. Çok büyük bir çoğunluk için çalışma hayatı –karmaşıklık düzeyi ne olursa olsun– hayatlarına anlam veremeyecek kadar uzmanlaşmaya dayalı beceriler ve son derece yoksul kültürel kaynaklar içeriyor. Son olarak, yönetici sınıf içinde sanayinin ve kalkınma modelinin ekolojik açıdan dönüştürülmesinden yana olan modernist bir unsur bulunuyor. Bunun nedeni de sadece gelecekte çok önemli bir yer edineceğini düşündükleri bir akıma şimdiden ayak uydurup rekabet yarışında öne geçmek istemeleri değil; Kuzey’in sanayileşme ve tüketim modelinin Güney’e ihraç edilmek şöyle dursun, Kuzey’de bile sürdürülemeyeceğini; böyle bir ekolojik dönüşüm olmazsa doğal çevrimlerdeki, uygarlıklar ve toplumlardaki yerinden çıkışın insanlığı barbarlığa götüreceğini fark etmeleri. Büyük felaketlerin yaklaştığını haber veren birkaç sınırlı facia günümüzde oluşmaya başlayan sosyo-kültürel mutasyonu hızlandırıp toplumları siyasal ekoloji yönünde hareketlenmeye itebilir.

[1] Edgar Morin, La Vie de la vie, Paris 1980, s. 94-95.

[2] Özellikle From Marx to Kant’ın ikinci basımının önsözü, Londra 1992; ayrıca bkz. The Marxian Legacy adlı yetkin çalışması, Londra 1988. Ben de Adieux au prolétariat, Paris 1981 (Elveda Proletarya, çev. Hülya Tufan, Afa Y. 1984) adlı kitabımın son bölümünde benzer bir siyaset tanımı yapmıştım.

[3] Tabii ki bu geçmiş dünyanın imhasına karşı çıkan tek protesto biçimi değil. Şovenizm, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, antisemitizm vs. de değişen bir dünyanın kavranamayan ve tehditkar karmaşıklığının reddedilmesinin örnekleridir. Bilinen düzenin ortadan kalkışı kötü amaçlı dışgüçlerin komplosu ve hakim sınıfların yozlaşmışlığı ile açıklanır. Başka bir deyişle, sezgisel olarak kavranamaz bir hale gelmiş bir gerçekliğe sezgisel olarak kavranabilen nedenler atfedilir.

[4] La prophétie antinucléaire (Paris 1980) adlı çalışmada Alain Touraine ve diğer yazarlar nükleer santrallerin tehlikesini vurgulayan hareketin temel motivasyonunun korku değil (tartışmanın, siyasal içeriğine zarar verecek bir biçimde kısır bir teknik dalaşma yönüne gitme tehlikesi de olmasına rağmen), uzmanların takındıkları her şeyi bilme havasına saldırma isteği olduğunu gösteriyorlar.

[5] The Limits to Medicine, Londra 1977, The Right to Useful Unemployment, Londra 1978 ve Shadow Work, Londra 1981.

[6] Karl Marx, Capital c. 3, Harmondsworth 1978, s. 959.

[7] Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism, Londra 1971, s. 60.

[8] Karl Marx, Grundrisse, Harmondsworth 1973, s. 692-5.

[9] Başka bir çalışmamda makinelerin ve içerdikleri bilimin “kollektif üretici işçi” (Gesamtarbeiter, bir dizi ayrı, dağınık, işlevsel olarak uzmanlaşmış kollektifi anlatan bir terim) tarafından da temellük edilemediğini, bunun da kollektifler arasında, nihai ürün üzerinde denetim kurmalarını sağlayacak bir itilaf oluşmasını neredeyse imkansız kıldığını göstermiştim. Bu tür bir kontrol, yukarıda sözü edilen kopuş ve mülksüzleşmeyi yeniden üreten (Kombinatlar’da ya da da eski GDR’de olduğu gibi) bir örgütlenme ve yönetimi gerektirirdi.

[10] Bkz. Denis Poulot, Le sublime, ou le travailleur comme il est en 1870 et ce qu’ il peut être, Paris 1980. Ayrıca bkz. Christian Topalov’un mükemmel incelemesi, “Invention du chômage et politiques sociales au debut du siecle”, Les Temps Modernes 496/497, Kasım-Aralık 1987.