Çöküş Batağında Neo-Atatürkçülük ve Rövanşist Mantık

Sırasıyla Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Uğur Mumcu gibi “laik” ideolojik siyasal kimlikleriyle sivrilmiş kişileri hedef alıp katleden cinayetlerin ardındaki mantık, siyasal terörle amacına varmak isteyenlerin o bildik mantığıydı. Bu mantık, bu tür siyasal cinayetleri iktidara giden yolu “temizlemek”, karşılarına engel olarak dikilen, dikilebilecek olanları caydırmak, sindirmek için bir araç olarak kullanır. Dolaylı olarak da o hedef kişilerin sözcü ya da öncü oldukları kesimlere gözdağı verilerek öne çıkmaya yeltenmemeleri “telkin edilmiş” olur. Bütün bu istedikleri sonuçları, etkileri sağlayıp iktidarı ele geçirme imkânını edindiklerini varsaydığımızda, kurbanlarının temsil ettiği kesimlerin siyasal iddialarından vazgeçerek ve hayli ağır kısıtlamalara boyun eğerek de olsa kendi yaşam tarzlarını sürdürme “hak”kı demesek bile imkânı, en azından kural olarak vardır.

Oysa, 1994’ün son günlerinde, Yasemin Cebenoyan ve Onat Kutlar’ın da öldüğü bir seri bombalama eylemini tertipleyenler için bu kadarcık bir hakkı tanımak bile sözkonusu değildir. Bunu sözcüleri olan yayın organlarında açık açık ilân etmektedirler. Bu ülkede kendilerinin temsil ettiği bir İslâmi iradeden başkasına hiçbir biçimde meşruiyet tanımadıklarını, dolayısıyla ancak ve sadece kendilerinin iktidara, hem de mutlak bir iktidara sahip olmaları gerektiğini esas alan ve buradan hareketle kendileri tarafından tanımlanmış bir İslâmi hayat biçiminden başkasını yaşatmamayı ilke edinen bir gruptur bunlar. Bu anlayışlarını öteden beri uygulamaya dökmüş, geçtiğimiz aylar içinde İslâmi olmayan bir hayat tarzının sürdüğü mekanlar oldukları gerekçesiyle birçok yeri kundaklamış, bu arada Fatih civarında bombaladıkları bir içkili lokantada iki sıradan vatandaşı öldürmüşlerdi. Bu marifetlerini övgülerle ilân ettikleri yayın organlarında ölen kişiler için “geberdiler” diyerek vicdani alçaklık seviyelerini de kanıtlamışlardı. Yasemin Cebenoyan ölmüş, Onat Kutlar can çekişiyorken, bu bombalama eylemlerini övgüyle duyuran İBDA-C’cilerin yayın organında ölenlerden aynı gözü dönmüş bir üslûpla sözedilmekteydi.

Dolayısıyla şimdi karşımızda o bildik siyasal terör mantığını daha bir üst düzeye sıçratan ve bu mantığı en uç noktasına götürmek konusunda hiçbir vicdani-ahlâki engel tanımayacak tıynette bir eğilim vardır. Şu anda çok ciddiye alınacak kadar gücünün olmayışı, çağrıştırdığı tehlikenin küçümsenmesini asla gerektirmez. Şimdilerde küçük gruplar halinde örgütlenmiş olan İBDA-C benzeri eğilimlerin “fikriyatı”nın anlatıldığı yayınlarda sergilenen –deyim yerindeyse– tam bir topyekûn terör mantığıdır. Bu mantığa göre, onlarınkinden daha farklı bir hayat tarzını sürdürüyor olmaktan başka bir “günah”ı olmayan bir insan dahi imha edilmeyi zaten haketmiştir. Yasemin Cebenoyan ve Onat Kutlar gibi özel olarak imha edilmeleri hedeflenmemiş olan kişilerin yerine başkaları ölmüş olsaydı İBDA-C’yi destekleyen yayınlarda onlar için de aynı arsızca kini yansıtan cümleler okuyacaktık. Çünkü İBDA-C gibilerinin mantığında onlarınkinden farklı bir hayat tarzını, bir aidiyet formunu seçmiş, benimsemiş veya doğal olarak devralmış olmanın bizatihi kendisi yok edilmeyi gerektiren bir “suç” oluşturmaktadır. Dolayısıyla özel olarak bu tür “suç”ları işlemiş olanların bulunduğu mekanlara her türlü saldırı mübahtır ve bunu yapmakla İBDA-C kendisini kutsal bir infaz görevini yerine getiriyor gibi görmektedir.

Böylece İslâmi çevrelerin son zamanlarda pek bir önem vererek tartıştıkları şu ünlü “tahrik nedeni” konusuna da harbi bir açıklık getirilmiş olmaktadır. Şimdiye kadar İslâmi yafta taşıyan her tür saldırıda en gaddarca olanlarında dahi ilk tepkisi o saldırganları mâzur gösterebilecek bir “tahrik nedeni” aramak ve ne yapıp edip bulmak olan kimi İslâmi çevreler bu yolda epey mesafe katedip bu “tahrik nedeni” listesini bir hayli genişlettiler ve işi neredeyse tahrik nedeni olmayacak şeyleri bulmakta zorlanacağımız bir noktaya kadar getirdiler. İşte İBDA-C bu “tahrik nedeni keşfedip mazeret bulma, hattâ onaylama” yönteminin görece dolambaçlı mantığını bir yana atıp gayet kestirme bir cevap getirmektedir konuya: Bizden olmayanın bizzat var ve yaşıyor olması –başka herhangi bir gerekçeye ihtiyaç duyulmaksızın– yok edilmeyi gerektiren bir tahrik nedenidir.

İBDA-C bu tezini bir “İslâmcı olma” yorumuna, kendi ifadesiyle “sistematik bir dünya görüşüne” yaslandırıyor, buradan türetiyor. O dünya görüşü ise elitist ve sosyal-Darwinist tezlerle İslâmi deney ve literatürün bu tezlere uyarlanabilir kısımlarının birleşimi ile oluşturulmuştur. Kendisini İslâmın seçkin kadrosu konumuna layık görebilecek veya herhangi bir durumda –örneğin bir “tahrik”le karşılaştığında– kendisini o konumda addedebilecek olanlara kayıt tanımayan bir saldırganlıkla davranabilme “hak”kını veren bir “dünya görüşü”dür bu. Bir özelliği de sözü edilen konumda olmanın bu seçkinler arası hiyerarşinin sıkı kuralları dışında –ve özellikle “ötekiler”e karşı– hiçbir ahlâki yükümlülük ve ölçü tanımıyor oluşudur. Bu nedenle de o konuma kendilerini yerleştirmiş olanlar “ötekiler”e karşı istediği kadar kirli, gaddar ve edepsiz araçlar ve yöntemler kullansalar, boylu boyunca bu tür davranışlar batağına gömülmüş olsalar da kendilerini asla kirlenmiş, bozulmuş saymamaktadırlar. Nitekim örneğin İBDA-C’yi destekleyen, sözcülüğünü yapan yayınlar küfür, sövgü ve hakaret ifadeleriyle tıka basa doludur, ama bu ağzı bozuk ve küstah İslâm savaşçılarının indinde “İslamın safiyetini, arınmışlığı”nı kendilerinden başka temsil eden de yoktur.

Bu görünümüyle İBDA-C’nin zihinlerdeki o geleneksel İslâmi hareket imajıyla örtüşmek şöyle dursun enikonu aykırı bir oluşum olduğu söylenmelidir. Bu haliyle onun ne İslâmi hareketin geleneksel kırsal tabanında, ne de ülkenin ekonomik-sosyal düzeninde oturmuş orta-üst tabakaları işgâl eden “İslâmi burjuvazi” kesiminde destek ve taraftar bulması zordur. İslâmi hareketin yükselişi olgusunun en göze çarpan yanlarından birini oluşturan iyi yetişmiş öğrenci gençlik ve meslek adamları, aydınlar nezdinde de fazla bir çekiciliği olmadığı da söylenmelidir.

Ama 1980’li yıllarda metropol kentlerin çevresini hızla kuşatan milyonlarca genç “çağımızın plebleri” için de aynı şeyler söylenebilir mi? Tipik gecekondu mimarisinin gayet iyi yansıttığı üzre, bu yeni pleblerin zihniyet ortamı da çevrede ne bulunuyorsa o kullanılarak inşâ edilmiş, her bir parçası daha önce başka bir yapıya ait olan parçalardan oluşmuştur. Nasıl gecekonduda örneğin daha önce bir yapının eşiğine ait olan malzeme şimdi tavan desteği olarak kullanılmış olabiliyorsa, geri planında “ideolojilerin çöküşü”nün yeraldığı bu yeni varoşların zihniyet ortamında da aynı şeyler geçerlidir. Gecekondu nasıl tüm o her parçası başka bir yapıyı, başka bir zamanı çağrıştıran görünümüne rağmen, inşasındaki tek amaç –“başımızı sokacak bir yer olsun”– açısından bakıldığında pekala işlevsel bir bütünlük gösteriyorsa, bu zihniyet ortamında oluşturulan “dünya görüşleri” de sahipleneceklerinin altına sokulma güdülerini karşılıyorsa, ögelerinin nereye ait olduğuna bakılmaksızın benimsenebilecektir.

İBDA-C’nin “dünya görüşü”nü, eylem ideolojisini sergilediği yayınlar bu anlatılanların dörtdörtlük bir kanıtıdır. Burada Kur’an ayetlerinden, 1980 öncesinin sol silahlı mücadele literatüründen övgüyle yapılmış uzun alıntılara, hikmet ve felsefeden sözeden metinlerden buram buram ırkçılık kokan analizlere kadar her türlü “fikrî gıda”, İslâmi işaretlerle, milliyetçi faşist simgelerin, silahlı sol örgütlerden alınma logolara aktarıldığı bir semboller alemi ile içiçedir.

Duvarını ya da çatısını oluşturan parçaları arasından dışarıda esen nihilizm yüklü rüzgarın –dokunduğu parçanın kokusunu da taşıyarak– sızdığı bu “dünya görüşü” yapılarının bir başka türlüsü de, az ileride, hemen hemen aynı parçaların bu kez işlev ve yer değiştirmiş olarak kullanıldığı, diyelim Dev-Sol adıyla kurulmuştur. Harcını, bu varoş halkını oluşturan kesimlerin TC tarihi boyunca kurulu düzenlere karşı biriktirdikleri kin ve öfkenin mayalandırdığı bu yapılar, sadece dar anlamıyla mevcut kurulu düzene karşı değil, aynı zamanda parçalarından en çok yararlandıkları ideolojilerin kendi kurulu düzenlerine de, yani oturmuşluklarını sağlayan mantık silsilelerine, kavramsal hiyerarşilerine de karşıdırlar. O nedenle örneğin İBDA-C’nin bir ayağı ve gövdesinin büyük kısmıyla bastığı İslâmi hareket alanının yerleşik yapılanmalarına karşı yönelttiği saldırılardaki öfke ve hakaret dozunun “laik TC devleti” ile özdeşleştirilen kurulu düzene karşı küfürlerindeki dozu aratmaması şaşırtıcı değildir. Yeri gelmişken belirtelim ki İBDA-C, –öbür ayağını bastığı– Türk milliyetçiliği ve faşizmi alanının tapusu üzerinde oturan MHP’ye de o denli olmasa dahi, suçlayıcıdır.

Birikim’de Türkiye toplumunun yaşadığı ve bundan öncekilerle kıyaslanamayacak denli ağır, derin ve çok yönlü olan bunalımdan sözedildiği her yerde, bu bunalımın, yukarıda bahsedilen metropol varoşları ile iktisadî çöküntüyle yüzyüze olan taşra kent ve kasabalarının nüfusundan oluşan –1980 sonrası yılların– “post-modern kitle”si üzerindeki etkisinin özel önemini vurgulamış idik. Bu kitlenin kurulu düzenin –devlet, siyasal partiler ve geleneksel ideolojik merkezler de dahil– bağlayıcı otoritesinden büyük ölçüde koptuğu, apolitik görünümünün aslında bu olguya tekabül ettiği, nitekim bunalımın –bu kurulu düzen kurum ve mekanizmaları içinde– çözümsüzleşmesi ile Türkiye toplumunun bir çözülme ve çöküş sürecine girmesine paralel olarak bu olgunun en fazla yansıdığı bu postmodern kitlenin ya kendi doğal örgütlenmelerini oluşturarak ya da şemsiyesi altına girdiği siyasal hareketleri kendi eğilimlerine göre davranmaya zorlayarak, aslında Türkiye’deki siyasal gidişat üzerinde dolaylı, ama son derece kritik bir rol oynadığı özellikle belirtilmiş idi.

Bu kitleyi kendi saflarına kanalize etmek için, onların katıldığı kitlevi her hareketi –ister Sivas’taki gibi akıl durdurucu bir vahşetle sonuçlanmış olsun– bir “tahrik nedeni”ne bağlayarak mâzur, hattâ haklı gösteren –başta RP– yerleşik siyasal partiler böyle davranmakla onları oy tabanı olarak kaybetmemenin hesabını yapıyorlar, ama “tahrik”in bu meşrulaştırılmasına katkıda bulundukça, o kitle tarafından sürüklenmelerinin yolunu daha bir genişletmiş olduklarını da görmüyorlar. Veya gördükleri halde, artık yalnızca bir sonraki günü atlatmaya kilitlenmiş halleriyle, zaten belirleyemedikleri, soru işaretleriyle dolu geleceklerini bu sürüklenişe teslim etmekten başka çare olmadığını kabullenerek duruyorlar.

Ortada ağır bir tahrik olsa da buna karşı gösterilen reaksiyon biçimlerini kabul edilemez sayan ahlâki-hukuki kıstasları artık kaale almayan kurulu düzenin idari-siyasî kurumları ve bunları işleten iktidar ve iktidara aday partiler düzeyi, sözde yönlendirdikleri kitlelerde zaten varolan tahrik ve tepki arasındaki orantısızlık olgusuna ek bir ivme daha kazandırmış oldular. Örneğin devlet, PKK’lılara –çoğu durumlarda mecburen de olsa– lojistik destek sağlıyorlar diye –“tahrik nedeni”– köyleri yakıyor, ormanlar PKK’lılara sığınma ve gizlenme imkânı veriyor diye –bu da bir “tahrik nedeni”– yakılabiliyor ise, RP eksenindeki İslâmi hareketin sözcüleri, Sivas’taki vahşetten sözettiklerinde “tahrik nedeni”ne yaptıkları vurguyla neredeyse ölenlerin değil de öldürenlerin mazlum olduğunu düşündürtecek bir hava verebiliyorlarsa, yönetenler ve yönlendirenler katındaki orantı kaygısını tümden boşlamış bu etki-tepki mantığı, yönetilenler katına bu kez tüm toplumsal ilişkiler mekanına yayılarak ve katlanarak yansıyor. Nitekim son zamanlarda Türkiye toplumu en basit nedenlerin akıl almaz şiddet ve gaddarlıktaki tepkilere gerekçe gösterildiği olaylara sık sık tanık olmaya başladı. Nişanlı bir kızın kendisiyle sevişmek isteyen nişanlısını öldürüp parçalayıp yaktığını; bir kişinin kendisine homoseksüel imasında bulunan kırk yıllık samimi iki arkadaşını enselerinden kurşunlayıp öldürmesi ve sonuç, bunlar kadar kanlı olmasa da “bu da olur mu” dedirten, etki-tepki orantısızlığının alıp başını gittiğini gösteren binlerce “gündelik olay”, Türkiye toplumunda, herhangi bir gerekçenin her tür tepkiyi mübah gösterebildiği bir düşünüş tarzının kurşuni havasına nasıl kapılmış olduğunun kanıtlamaktadır.

Bu düşünüş tarzının yaygınlığı dikkate alındığında, örneğin İBDA-C türü örgütlerin tertiplediği “tahrik nedenlerini imha” eylemlerinin kitleler nezdinde kategorik olarak lanetlenmesini, bu örgütlerin içinde yeraldıkları genel hareketin kitlesi içinde tecrite, dışlanmaya uğrayacaklarını beklemek aşırı iyimserlik olur. Ayrıca tam aksine çekiciliklerinin ve –sayısal güçleri sabit kalsa, hattâ azalsa da– ek bazı koşulların varolduğu süreçlerde, o kitleleri sürükleme imkânlarının artmasını gerektirebilecek bir başka faktör daha sözkonusudur.

Şöyle ki; dinî hareketin yükselişiyle ortaya çıkan ve siyasal düzeyde laiklik konusunda düğümlenen gerilimin o düzeyde gündeme getirdiği “Müslüman bir toplumda devlet laik olabilir mi, olmalı mı” sorusunun toplumsal ilişkiler düzeyine tercümesi de “Müslüman sıfatlı bir toplumda İslâmi hayat tarzının dışında bir hayat tarzı olabilir mi” sorusudur. RP eksenindeki İslâmi hareketin ideologları Müslüman toplumdaki öbür tek tanrılı din mensuplarının kendi cemaatları çerçevesinde kendi hayat tarzlarını, hattâ iş hukukunu yaşayabileceklerini, İslâm tarihinin bunu şüpheye yer bırakmayacak ölçüde güvenceye aldığını, kanıtladığını vurgulamakla birlikte, dini olmayanlar, Müslüman ailelerden geldikleri halde dinsizliği seçen ve din dışı bir hayat tarzı sürdürenler veya sözde Müslüman olup hayat tarzı itibariyle bu kategoriye girmeyenler bahsinde aynı kesinlikle konuşamıyor, ya da birbiriyle çelişen görüşlerin ileri sürüldüğü bir belirsizlik gösteriyorlar. Ayrıca farklı hayat tarzlarının müştereken kullandığı mekanları ve temas noktalarını alabildiğine çoğaltan çağdaş yaşamın hızı ve karmaşıklığı, daha önceleri bir üstünlük, önceliklik hiyerarşisine uyularak ve temas biçimlerini, konularını sınırlayarak çözümlenmiş “birlikte yaşama sorunu”nun bu çözüm modelini günümüze aktarmayı büyük ölçüde engelliyor. Öte yandan aktarılsa, uyarlansa bile o çözüm tarzında içrek yaşam tarzları hiyerarşisinin –TC tarihinin İslâmi tepkilerle yüklü özel sürecinden ötürü– İslâmi kesim tarafından çok güçlü bir “tarihsel rövanşı alma” duygusuyla inşâsına kalkışılacağını da dikkate almak gerekiyor.

Sözünü ettiğimiz postmodern kitlenin İslâmi harekete yönelmiş kesimleri için asıl önemli olan, bu hayat tarzları konusudur. Onun gözünde İslâmcı hareketin siyasal zaferi ve devleti İslâmcı hale getirmesi, asıl olarak laik devletin “Batıcı hayat tarzı”nı hayat tarzları hiyerarşisinin tepesine yerleştiren modelini tersine çevireceği için gereklidir. Rövanş ancak böylelikle alınmış olacaktır. Ve özellikle altı çizilmelidir ki, o rövanş duygusunun belki de daha az bölümü salt İslâmi tepkilerden, yani İslâmca yaşamanın kimi gereklerinin kısıtlanmış oluşundan kaynaklanıyorken; çok daha büyük bölümü örtük bir sınıfsal tepkinin birikimidir. Çünkü laik devletin ilkin süngü gücüyle toplumun tepesine oturttuğu “Batıcı hayat tarzı”, önceleri hemen yalnızca sınırlı tüketim imkânlarına sahip devlet görevlilerinin, asker-sivil bürokrat zümrenin çoğu kez şeklî, sembolik davranışlarla örülmüş bir hayat tarzı gibiyken, daha sonraları zenginleşen kesimlerin iştirakiyle artan albenisi, küstah savurganlığı, servet ve serbestlik, asalaklıkla özdeşlenir hale gelmesiyle birlikte sınıfsal tepkilerin filizlenmesine de yolaçtı. Bu durumun belirginleştiği 1960’lı yılların başlangıcında, o sıralarda “laik devlet”den ancak biraz daha itibar, daha az horlanma talep edebilecek kadar ezik olan ve bu amaçla iktidar partilerinin koltuğu altına sığınan dinî hareketler, biraz daha hoşgörü elde edebilmek için o yıllarda “devlet”in başına bela olmaya başlayan sosyalist harekete karşı “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nde örgütlenip eyleme giriştiklerinde, lüks barları, pavyonları, yalı alemleri ile bu “Batılı hayat tarzı”nı komünizmle özdeşleştiren bir söylemi kullanmaktaydılar. Bugün İBDA-C’lilerin Batıcı hayat tarzının mekanları, simgeleri olarak görüp bombaladıkları aynı pavyon ve barları o yıllarda basıp tahrip etmiş olanların bu mekanlarla özdeşleştirdikleri şey komünizmdi. Onları yönlendiren dinî çevreler, kitlelerdeki birikmiş tepkinin içeriğini ve bu tepkinin hangi mekanlara yoğunlaştığını pekala biliyor, ama dinin otoritesini, o mekanların komünizmle özdeş olduğu telkini yönünde kullanarak yaptığı çarpıtma ile, hem devlete yaranma fırsatı buluyor, hem de “komünistler”in işleyeceği o tepkinin –bir süre için de olsa– onlara karşı çalışmasını sağlamış oluyorlardı.

1957’de, taşradaki mekanlarından, yani oralardaki hayat tarzlarından kopup İstanbul varoşlarında ilk gecekonduları oluşturan yığınların kendi derme çatma hayatlarıyla karşılaştıkları metropol hayat tarzının farklılık ve hiyerarşisinde billurlaştırdıkları ilk sınıfsal tepkiler pekala “milliyetçilik” potasına yönlendirilebilmiş, o ünlü 6-7 Eylül olaylarında Müslüman olmayan azınlıklar, hayat tarzlarını simgeleyen eşyalarıyla birlikte saldırıya uğramış, sokaklar o öfkeyle yakılıp yıkılmış eşyalarla dolmuştu.

Bütün bunlar dikkate alındığında, RP’nin geniş İslâmi hareketi, kendi ekseninde toparlayıp, açık gözüken demokratik usûller içindeki yoldan iktidarı ele geçirmeyi ve bu arada şiddetten kaçınılmasını, sabredilmesini, böylece önünün kesilmesi için bahaneler yaratılmamasını salık veren tavrı ve stratejisi ile, İBDA-C türü gruplara atfedebileceğimiz tavır ve strateji arasında –en iyisi yine sınıfsal denilmesi gereken- bir farklılık olduğu göze çarpar. RP stratejisi –yukarıda da işaret edildiği gibi- kırsal ve metropollerdeki daha oturmuş sosyal konumlara sahip “İslâmcı” sınıf ve tabakalara dayanmakta, onlar tarafından desteklenmektedir. Fakat çoğalmalarına karşın amacı gerçekleştirecek sayısal ve siyasal gücü sağlayamayan bu kesim, daha düne kadar İslâmi hareket dışı eğilimlere kulak veren metropol varoşlarındaki kitlenin de “dine yönelmesi” ile umutlanmış, bu yönelim korunduğu ve biraz daha geliştiğinde iktidarı ele geçirmek pekala mümkün hale gelmiştir.

Ama İBDA-C’nin ve 1980 öncesinde milliyetçi faşist cenahta yeralmış olup da sonradan dine daha fazla ağırlık vererek oradan ayrılanların oluşturduğu örgütlerin –ki bunlar RP ekseni hareketin dışında tutulmuşlardır– özellikle güçlenebildikleri yerler de işte bu varoşlardır. RP, bu kendine özgü dünyada, sözkonusu örgüt ve eğilimlerle hem mesafesini koruyup, hem de açık çelişkiye–çatışmaya girmeden otoritesini sağlayabilir, gelişmeyi umabilir. RP’nin bu “mecburiyet”i ötekilerce de bilindiği için bu cenahta RP sürekli bir ideolojik saldırı karşısındadır ve mukabil bir saldırıda bulunmak bir yana, bunların kamuoyunda dinî hareketin bütününe karşı tepkiler yaratan emrivakileri karşısında güç durumda kalmasına rağmen, ya mecburen savunucu rolüne çıkmakta ya da susup tepkilerin dinmesini beklemektedir.

Ancak sözkonusu örgütlenmeler de –İslâmi hareket içinde bile– bu marjinal konumda kalmak niyetlisi değildirler. İslâmi hareketi yükselten dalganın büyük kısmıyla varoşlardan koptuğunu ve kendilerinin de bu alana RP eksenindeki eğilimlerden çok daha fazla intibak ettiklerini bilerek, güçlenme ve “İslâmi zafer” stratejilerini buna göre kurmuş gözükmektedirler. Anlaşılacağı üzre RP’nin stratejisi nasıl –iktidar elde edilinceye kadar– lâik-Müslüman gerilimini olabildiğince yükseltmeden, böyle bir kutuplaşma yaratmadan yürümek ise; tam aksine İBDA-C gibi örgütlerin stratejileri ise o gerilimi mümkün olduğunca yükseltmek, keskinleştirmek ve ülke ortamına egemen hale getirmek üzerine kuruludur. Hemen görülebileceği üzre RP’nin İslâmi iktidar-İslâm devleti şiarını yükseltmesine karşılık ötekilerin sloganı “İslâmi hayat, hayat tarzı” vurgulu olacaktır. RP, iktidar elde edilinceye kadar İslâmi hayat tarzını sürdürmenin mevcut kısıtlamalarına ve “Batıcı hayat tarzı”nın “tahrikleri”ne tahammül edilmesini, devlet ele geçirildiğinde hem bu kısıtlamaların, hem de o “tahrik”lerin biteceğini söylerken; ötekiler tersini söylemektedirler. Varoşların tüm dikkat ve tedirginlikleri ile “hayat koşulları”na yoğunlaşmış kitlesinin bunlardan hangisine eğilimli olabileceği açıktır. Ancak RP’nin yakın ve mümkün gözüken seçim zaferi, onların bu eğilimlerini dışavurmalarını, hele eylemli hale çevirmelerini büyük ölçüde önlemektedir. Ama eğer RP büyük bir hayal kırıklığı yaratır ya da “laik-Müslüman” gerilimi herhangi bir vesileyle keskinleşirse, bu kitlelerdeki tepki potansiyeli tam da İBDA-C gibilerin isteyebileceği bir mecraya dökülebilecektir.

Böyle bir keskinleşme, yalnızca varoşları değil, RP eksenindeki hareketin dayandığı kesimleri ve hattâ merkez-sağ partilere desteği yeğlemiş dinî çevreleri de aynı mecraya sürükleyebilir. 1970’lerin son yıllarında sol-sağ çatışmasını, yöre Sünnileri nezdinde bir Alevi-Sünni çatışması olarak gösterebilme fırsatlarını iyi kullanan milliyetçi-faşist odakların, Sünni topluluklar içinde kendilerinden daha fazla taraftara sahip –MSP/RP dahil– merkez sağ partilerin önüne geçerek yığınları en kanlı eylemlerin mecrasına sürükleyebildiğini -K. Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı– bilhassa hatırlamak gerekir. İBDA-C gibi örgütlerin bu tarihten kendileri için son derece temel dersler edindikleri besbellidir. “Şanlı Sivas Kıyamı”nın 1993 Ağustos’undan beri bu örgütlerin dillerinden düşmemesi boşuna değildir.

***

Birikim’de daha önce de sık sık belirtildiği üzre TC’nin laiklik ilkesi gerçekte, TC kurucularının belirlediği bir “çağdaş hayat tarzı” ile gerici diye nitelenen –yani dinin belirlediği– hayat tarz(lar)ı arasındaki mutlak hiyerarşiyi ifade eder. Başlangıçta gayet sınırlı bir zümreye ait olan bu “çağdaş yaşam tarzı”, devlet gücünün tam desteğiyle hiyerarşinin tepesindedir ve tüm kamusal alan bu hayat tarzının isterlerine göre düzenlenmiştir. Lügat anlamıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması diye tarif edilmiş “laiklik” ile ilişkili yasalar gerçekte o “çağdaş yaşam tarzı”nın engelsiz, kısıtsız sürmesini buna mukabil dinî yaşam tarzlarının neredeyse tamamen ev içine sıkışacak kadar kamusal alandan sürülmesini öngören içeriktedirler.

Bu bakımdan ele alındığında, TC’nin kuruluş dönemini belirleyen tek parti rejiminin, Kemalist diktanın, en sert, acımasız uygulamalarına başvurduğu iki konudan birinin –o döneme kadar yarı özerk bir statüye tâbi olan– Kürt topluluklarının bu statülerini kaldırarak onları merkezî devletin otoritesi altına ve şekillendireceği “tek millet”in bünyesine katmak; ötekinin ise yukarıda özetlenen hayat tarzlarına ilişkin hiyerarşiyi pekiştirmek olduğu görülür. Atatürkçülüğün ünlü ilerici-gerici ayrımında “gerici”ler kategorisine sokulmuş olanlar diktatörlüğün bu iki başat politikasının hedef aldığı zümre, yapı ve kurumlardır. Rejimin iki temel sloganından birincisi yani “TC’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olduğu” şeklinde olanı ilk politikayı, laiklik ise ikincisini ifade eder.

Sözkonusu “laiklik” ilkesinin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından çok daha fazla, bu hayat tarzları arası hiyerarşiyi ifade ettiğini anlamak için yakın tarihimizdeki ilk akla gelen “laikliğin ihlali” olaylarına şöyle bir bakmak yeter. Ezanın yeniden Arapça okunmasına izin verilmesi veya Kur’an kurslarının açılması, kadınların sokakta çarşaf giymelerine ses çıkarılmaması vb. “laikliğin elden gitmekte olduğu” feryatlarına yolaçan hangi olayın dinin devlet işlerine karışması ile doğrudan ilişkisi kurulabilir? Bunlar sadece dinî yaşam tarzının –devlet değil– kamusal alanda, müşterek mekanlarda da görünebilmesi anlamına gelir. Hiçbir meşrû dayanağı olamayacak biçimde kamusal alana, müşterek mekanlara egemen olma “hak”kı, devlet gücü sayesinde kendi tekeline verilmiş olan “çağdaş hayat tarzı” savunucularının, o görünme imkânından dahi son derece rahatsız olmasının, gerçekten çağdaş olmanın dibaçesinde bulunan özgürlük ve demokrasi gibi temel değerlerle hiçbir ilişkisi kurulamaz ama, sözünü ettiğimiz hiyerarşi ile ilişkisi izah gerektirmeyecek derecede açıktır.

RP eksenindeki dinî hareket, iktidara gelebilirse hiç şüphesiz bu hiyarşiyi yıkmaya koyulacaktır. Aslında bu işin RP’ye bırakılmaması, bir RP iktidarı ihtimali sözkonusu bile olmasa dahi, çağdaş veya demokratik olduğunu iddia eden tüm siyasal hareketlerin her biri tarafından, taşıdıkları o sıfatların ikircik kabul etmez gereği olarak, gerçekleştirilmesidir normal olan. Dinî hayat tarzı da tıpkı öteki hayat tarzları gibi kamusal alanda görünebilmeli, ortak mekanlarda, toplumsal ilişki olarak yaşanabilmesi önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Dolayısıyla bir RP iktidarı bunu sağladığında hiç de “laikliği” yok etmiş sayılamaz, sadece Atatürkçü laiklik sloganının aslî içeriği olan o sözü edilen despotça hiyerarşiyi kaldırmış olur.

Ama eğer RP veya başkaları, o hiyerarşiyi tersine kurmaya kalkışır, bu kez tüm kamusal alan, tüm müşterek mekanlar bir “İslâmi hayat tarzı”nın tam egemenliğine tahsis edilir, öyle düzenlenirse, İslâmi hareket, “rövanşı böyle almaya kalkarsa”; “şeriatçi dikta” altındayız demektir.

RP yönetimi iktidara gelirse böyle bir şeye kalkışmayacağının güvencelerini vermeye çalışıyor. Din dışı yaşam tarzlarını sürdürmek isteyenler için onun bu konudaki samimiyeti ikincildir. Eğer bir kuşkusu varsa, gerçekten çağdaş ve demokratik olanlar, hayat tarzlarının devlet veya iktidarlar tarafından tayin ve tesbit edilemeyeceğini, bu otoritenin o konuda bir hiyerarşi öngöremeyeceğini esas aldıkları ve bunun aksine bir tutumla karşılaştıklarında sonuna kadar direnmenin en meşrû hakları olduğunu bilirler. Farklı hayat tarzlarının kamusal alanı, ortak mekanları eşit, özgür ve birbirlerine fiziki engel oluşturmayacak olgunlukta paylaşmaları gerektiği ilkesini hayata geçirebilmesinin gerçek güvencesinin, ancak ve sadece toplumun kendisinde bulunabileceğini bilir, bu bilinci nedeniyle de o ilke herhangi bir biçimde tehdit edildiğinde, ancak ve sadece toplumun meşrû müdafaa hakkı ve yetkinliğine yaslanarak mücadele eder.

Genel dinî hareket içinde, “laiklik” ilkesinin kurduğu hiyerarşiyi, bu kez tam tersine kurmak kararında olduğunu açık açık bildirenler İBDA-C gibi örgütlenmelerdir. Bunların verdikleri ve desteklediği “silahlı mücadele” ve “şiddet hareketleri”nin İslâmi hayat tarzını “aşağıdan yukarıya” hâkim kılmak, “Batıcı hayat tarzları”nı gerek toplumun ortak mekanlarından, gerekse kendi toplumsal ilişki mekanlarından –imha yoluyla– sürüp evlerine bile sığınamayacak hale getirmek amacına mâtuf olarak yürütüldüğüne işaret etmiştik.

Onların bu hamleleri yoğunluk kazandığında en keskin tepkinin “gerçek Atatürkçüler”den gelmesi doğaldır. Stratejisini “laik-Müslüman” gerilimini olabildiğince arttırmak, ortama tamamiyle egemen kılmak üzerine kurmuş olan İBDA-C gibi grupların beklediği ve istediği de öbür cenahta tıpkı kendileri gibi imha söylemini kullanan bir kutbun belirmesidir.

İstedikleri nihayet oldu. “Laiklik” ilkesinin tıpkı 1920’li, ’30’lu yıllardaki gibi şiddetle uygulanmasını, o devirdeki devrimci diktatörlüğün yeniden kurulması gerektiğini ilân eden “birileri” ortaya çıktı. Kamuoyu bunları “laiklik” ilkesinin aslî sahibi olan Atatürkçü çevrelerden biri olarak değil, genel sosyalist hareket alanında yeralan bir çevre, bir tür “sosyalist-işçi partisi” olarak tanıyordu. Ama görünüşe aldanmamak gerekirdi. Atatürkçü mirasın en temel unsurlarından biri tarihindeki en ağır tehlikeye mâruz kaldığında, yani en gerçek Atatürkçünün kim olduğunu ortaya koyacak bu mihenk taşı değerindeki olayda en Atatürkçü tavrı alıp, en Atatürkçü sloganı yükselttiğinde gerçek ayan beyan ortaya çıkmıştı. “Nereden nereye” diye soruyordu Atatürkçü İşçi Partisi’nin yayın organı Aydınlık kapağında. Ve Kubilay’ı şehit eden “yobazlar”ın kurşuna dizildikten sonraki cesetlerini gösteren fotoğrafla “nereden” işe başlanıldığına işaret edip, şimdi nereye gitmekte olduğumuzu bildiren bir fotoğrafı, Sivas olayı sanıklarının mahkemedeki taşkınlıklarını gösteren resmin altına koyuyor ve nereden gelmişsek oraya dönmemiz gerektiğini haykırıyordu. Kendisi kadar kararlı olmayan, “olur mu” diye tereddüt eden Atatürkçülerle Atatürk’ün bu konudaki beyanlarını “boğarız”, “parçalarız”, “kafalar kesilecektir”, “... imha” arabaşlıklarıyla vurgulanmış halde yayımlayarak hatırlatıyordu.

Şimdiye kadar görünüşe aldanabilmiş kamuoyu İP’nin sırf şu laiklik konusunda en Atatürkçü olduğunu sanmamalıdır. O hiç de yarım yamalak Atatürkçü değildir. Nitekim epeyden beridir aynı İP, Atatürkçülüğün “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” sloganıyla karşıladığı “Kürt Sorunu”na ilişkin çözüm çağrılarında yine Atatürk’e yaslanarak, onun ağzından konuşmaya başlamıştı. Dolayısıyla TC devletinin bu iki temel politikası ve dayanağı bahsinde İP’nin Atatürkçülüğü tam tekmildir.

İP’nin bu tam tekmil Atatürkçülüğüne sadece şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Her ne kadar İP, siyasal sicilini 1970’lerde, o devrin en Atatürkçü kesimleri bir askerî darbeyle yeniden Atatürkçü bir dikta kurmaya hazırlandıklarında, onların koltuk altına girmenin teorisini yaparak başlamışsa da daha sonra keskin bir ÇKP epigonu olarak sivrilmiştir. Doğrudur, ama dikkat edilirse bu İP çizgisi daima bir “güçlü”nün koltuk altına girerek sürüp gelmiştir. Bu özelliği aslidir ve değişmez. Sesi her zaman koltuğu altında olduğu, yaslandığı “güçlü”den daha tiz, onunkinden daha saldırgan olagelmiştir. Şüphesiz “güçlü”sü onu terkettiğinde ya da o yeni “güçlü”sünü bulduğunda, bu ikincisine yaslanarak ilkine en şiddetli sövgüleri layık görmek huyunu da unutmamak gerekir. Şimdi ise İP dönüp dolaşıp ilk güçlüsüyle olduğu yere, ilk yuvasına dönmüştür.

İP’nin bu dönüşünü asla yadırgamadığımızı, yuvasına kavuşmasını, oradan konuşmasını son derece normal karşıladığımızı belirtelim. Herkesi kendi kimliğiyle kabul etmek özgürlüğe inanan onu amaç sayan sosyalizmin bir ilkesidir ve o nedenle de Atatürkçü İP’yi bir sosyalist olarak kendi ölçütlerimize göre yargılamamız, neyi nasıl yapması gerektiği konusunda akıl vermemiz düşünülemez.

İP’de öyle yapmalı ve aslî dayanağı “devlet” olan, kendilerini devletle özdeşleştiren asker-sivil bürokrat zümrenin ideolojisi olan Atatürkçülük adına konuştuğunu bilerek, “devlet”le ancak hesaplaşma biçiminde ilişkisi olacak kesimlerin ideolojisi olan sosyalizme tavsiyelerde bulunmak “devrimci diktatörlük” çağrısına omuz vermelerini istemek gibi haddini bilmezliklerden sakınmalıdır.

Sosyalistler herhalde kendi evrensel tarihlerinin ve özel olarak Türkiye toplumunun şu son yüzyıldır yaşadığı sancılı tarihten çıkardıkları derslerle, her ikisi de diktatörlüklerden dem vuran iki kutbun bu toplumu bir kez daha çarpılmış bir bilince, sadece vahşetin saltanatının süreceği mecralara yöneltmek istediklerini görecek kadar –en azından– sağduyu sahibidirler.