Zafer mi, İhanet mi?

Televizyonlardaki görüntüler manidardı. Bir yanda onunla bütünleşen kefiyesi ile yaslanmış ve dudakları titreyen efsanevi Ebu Amar, yani Yaser Arafat, diğer yanda politikaları ile ismi Ortadoğu’da istikrarsızlık ve uzlaşmazlıkla özdeşleşen, Amerika’nın tehditleri karsısında masaya oturmak zorunda kalan Netanyahu ve kanser kliniğinde ölümü beklerken belki de bu son fotoğrafta yer alması uygun görülen Ürdün Kralı Hüseyin, Monica skandalından vakit bulabildiği oranda Ortadoğu ile ilgilenen Bill Clinton.

Yüzlerindeki gülümseme gibi imzaladıkları anlaşma da zorakiydi. Zaten anlaşmanın zoraki imzalandığı ve ilk günlerde ihlâl edileceği de belliydi. Kolay gibi görünse de özellikle Arafat için zor günler başlıyordu. Netanyahu ise sadece kendi seçmeni karşısında köşeye sıkışmıştı.

1993 yılında büyük umutlarla imzalanan ve bölge için dönüm noktası sayılan Oslo Antlaşması’ndan beş yıl sonra bu kez Oslo Antlaşması’nı hayata geçirmek için imzalar atıldı. Wye River Antlaşması çerçevesi beş yıl önce Oslo’da ortaya konan, ama işlemeyen; İsrail tarafından işletilmeyen bir anlaşmaydı, kâğıt üzerinde kalmıştı. Özellikle Izak Rabin’in öldürülmesi barış umutlarını ileri bir tarihe ertelemişti. Ardından Netanyahu’nun radikal Museviler’e dayanarak kıl payı iktidara gelmesi bölge için en büyük talihsizlikti.

Arafat ise hem içeride kendi halkına karşı hem de dışarıda Amerika ve Arap ülkelerine karşı zor günler geçirmişti. Çünkü Oslo Antlaşması’nın Netanyahu’nun uzlaşmaz, düşmanca tavrı sonucu işlememesi Arafat’a sadece tek yol bırakmıştı: Amerika’nın himayesinde Wye Antlaşması’nı imzalamak.

Antlaşma ilk anda “büyük bir adım” gibi görünse de uygulama aşamasında bazı noktaların tıkanacağı belliydi, antlaşma dikkatlice okunduğunda zorluklar net olarak görülüyordu. İsrail Oslo’da taahhüt ettiği oranda yani işgâl altındaki topraklardan % 13’ünü Filistin yönetimine bırakacaktı. İsrail’in en çok zorluk çıkardığı, ayak sürüdüğü, ancak en sorunsuz uygulanacak madde de bu zaten. Ama Gazze Şeridi ile Batı Şeria’nın birbirlerine, hangi yollardan bağlanacağı hâlâ bir soru işareti. Çünkü Batı Şeria hâlâ üç bölgeye ayrılmış durumda. Bu bölgelerin birincisi giriş çıkışlar dışında yani yönetim ve güvenlik açısından Filistinliler’e ait. İkinci bölgede ise İsrail ve Filistin güvenlik güçleri birlikte hareket ediyor, ancak güvenlik inşaat, giriş çıkış izni İsrail’in kontrolü altında. Üçüncü bölge ise tamamıyla İsrailliler’in kontrolü altında. İşte İsrail % 13’ünden çekilmesi beklenen bölge de bu.

Ancak her şeye rağmen bu gerçekleşmiş değil. Bunu gerçekleştirmenin ötesinde İsrail sürekli işi yokuşa sürüyor. Ve Batı Şeria ile Gazze şeridi arasında kalan bölgede bulunan yerleşim yerlerini boşaltmak, yeni yerleşimlere izin vermemek. Çünkü İsrail bu yerleşim bölgeleri aracılığı ile Filistinliler’in bağlantılarını kesmek istiyor. Bu da İsrail’in işine geliyor. Çünkü İsrail, Filistin kentlerinin ve kasabalarının birbiriyle bağlantısının sağlanmadığı oranda kendini “güvenlikte” hissediyor. İsrail ayrıca paranoya halini alan güvenlik talebi dışında, ileride kurulacak olası bir Filistin devletinin haritada bir bütün olarak yer almasını önlemeyi de amaçlıyor..

Antlaşmanın kalan kısmı Filistin Yönetiminin İsrail’in güvenliğini nasıl sağlayacağına yönelik maddelerle dolu. Yani Filistin Yönetimi bağımsız devleti ve bölgedeki barışı İsrail’in isteklerine ve bu isteklerin yerine getirilmesine bağladığını gösteriyor. Çünkü antlaşmada Filistinliler’in güvenlikleriyle ile ilgili bir madde yok. İsrail ve Batı dünyasının gözünde her Filistinli veya her Arap, potansiyel birer “terörist” olarak algılandığı için, tuhafı bu algılama biçimi Filistinliler tarafından da kabul gördüğü için, gayet normal karşılanıyor. Üstelik, yıllardır Filistinli “terörist” avlayan ve neredeyse her Filistinli için baş düşman sayılan Amerika ve CIA’in, suçluların yakalanması “terör” örgütlerinin yok edilmesi için aktif rol oynaması benimsenmiş durumda. İsrail ve Amerikalılar”ın ve hattâ Filistinliler’in “terörist”ten kastettiği Hamas, İslâmi Cihat gibi radikal İslâmcı gruplar. Bir zamanların “teröristleri” yani El Fetih’in efsanevi gerillaları, şimdilerde Filistin polisi, gizli servisi elemanı ve askerleri olarak CIA ile İsrailliler’in güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Bunun karşılığında insan hakları ihlâllerinde son yıllarda ilk sıraları kimseye bırakmıyor Filistin Yönetimi. Özellikle son iki yılda hapisanelere girip işkence görmeyen yok gibi. Ayrıca gözaltında öldürülenlerin sayısı da sürekli artıyor. Amerika ve İsrail’in “güvenlik” diyerek sıkıştırdığı Filistin yönetimi aslında kendi halkına karşı güç duruma düşüyor. Hamas’ın Gazze ve El Halil’de artan taraftar sayısı ve etkinliğini düşünecek olursak, bunda İsrail ve Amerikan baskısının büyük rol oynadığını görürüz. Bir diğer neden ise yine güvenlik gerekçesiyle vaadedilen yardımların zamanında Filistin Yönetimine ulaştırılmaması. Bölgedeki yolsuzluk ve yoksulluk, halkı Hamas’a yöneltiyor. Ayrıca sosyo ekonomik koşulların kötüye gitmesi halkın barış sürecine olan inancını daha da azaltıyor. Bu durum, doğal olarak halkı Filistin yönetimine karşı tavır almaya ve daha radikal gruplara yöneltiyor.

Filistinliler’in en çok üzerinde durdukları ve bir onur meselesi haline getirdikleri “İsrail hapisanelerinde bulunan tutukluların serbest bırakılması” ise İsrail tarafından sulandırılmış durumda. Wye Antlaşması’na göre İsrail’in hapisanelerde bulunan 3000 Filistinli tutuklunun serbest bırakılması gerekiyor. Bu kişilerin serbest bırakılması bir anlamda Arafat’ın prestiji ve inandırıcılığı açısından önemli. İsrail ise sadece hırsızlık gibi suçlardan dolayı hapisanelerde yatan Filistinliler’i bırakmış durumda. Yani siyasî tutukluları bırakmaya yanaşmıyor. Ayrıca İsrail ile Filistin arasındaki sorun Amerika’nın tüm zorlamasına rağmen hâlâ pamuk ipliğine bağlı. Kudüs veya Tel Aviv’de patlayacak bir bomba tüm süreci çok ileri bir tarihe erteleyebilir. Çünkü antlaşma sonrası Kudüs’te patlayan bir bomba İsrail’in “erteleme” misillemesi ile karşılaşmıştı. Bunun tekrar etmeyeceğinin bir garantisi de yok. Çünkü Netanyahu yönetimi nasıl Hamas’ın denetim altına alınmasını istiyorsa, Hamas’ın bombalarının kendi işine geldiğini de biliyor. Yani karşısındakini teröristlikle suçlayan Netanyahu, aslında “terörizm”in bitmesini istemiyor gibi davranıyor.

Daha önce planlandığı gibi -çünkü Oslo Antlaşması’na göre bu süre Mayıs ayında doluyor- Mayıs ayında Bir Filistin Devleti’nin ilân edilip edilmeyeceği bilinmiyor. Arafat artık sahnedeki son yıllarında Filistin Devleti’nin kuruluşunu ve ilk devlet başkanı olarak kendisini görmek istiyor. Bu Arafat’ın hakkı. Ancak sağlık sorunları nedeniyle Filistin Devleti’nin ilânı konusunda acele eden Arafat, İsrail ve Amerika’nın birçok talebini de kabul etmek zorunda kalıyor, hattâ bazılarını deyimi ile “halkına ihanet ediyor”. “Halkına ihanet etmesi” çok iddialı bir tanımlama. Ancak “iki yıl sonra yaşayıp yaşamayacağını” bilemeyen ve Parkinson hastalığı ile mücadele eden Yaser Arafat yaşasa bile politika sahnesinden çekilmek zorunda kalacağını biliyor. Üstelik kendinden sonra yaşanacak iç çatışmalar ve iktidar mücadelesinin farkında. Bu böyle bir durumun “düşmanın” işine geleceğini biliyor.

İsrail’in tüm muhalafetine rağmen Bill Clinton’ın Filistin topraklarını ziyaret etmesinin bile bir karşılığı var. Bill Clinton ziyaretini ertelemedi ama, bunun karşılığını da aldı. Önce Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin Şartı’nda yer alan “İsrail’in yıkılmasını” öngören maddeleri iptal ettiğini açıkladı. Bu aslında bir dönüm noktasıydı. Filistin mücadelesinin temel taşlarını oluşturan ve her Filistinli için büyük bir anlamı olan bu maddeler kaldırıldı. İsrail’in ikna edilmesi halinde barış adına atılan en önemli adımlardan biriydi. Ama İsrail yönetimi bununla tatmin olmadı. Ve Bu kez Filistin Ulusal Konseyi, Clinton’ın da hazır bulunduğu oturumda ezici çoğunlukla aynı maddeleri iptal ettiğini bir kez daha kabul etti. Ve Filistin tarafı taahütlerini yerine getirdiğini yineledi. Tüm bu tavırlarla Arafat kendi yönetimini “var olan koşullarda barış”a ikna ettiğini ortaya koydu. Ve birkaç nokta dışında bu şekliyle İsrail’le barış yapabileceklerini gösterdi. Yani Arafat barış sürecinde kendi adına, sınırına geldi. Bundan daha fazla vereceği taviz de yok. Çünkü işgâl altındaki topraklarda yaşayan binlerce Filistinlinin daha fazla verecek bir şeyi yok. Yıllardır büyük bir açık hava hapisanesinde yaşayan Filistin halkı da Filistin mücadelesi ile özdeşleşen liderlerine tanıdıkları sınırın sonuna gelmiş durumdalar. Çünkü barışın bedelinin kölelik olmadığını biliyorlar. Zaten yıllardır insanlık dışı koşullarda ve hattâ kendi topraklarındaki mülteci kamplarında yaşayan ve bu kamplarda büyüyen çocuklar şu anda yaşadıkları koşullardan daha kötüsünün olmayacağını biliyorlar.

Ancak Arafat yönetiminin de şunu bilmesi gerekiyor, her türlü tavizin verilip, hattâ kendi kuruluş manifestolarında yer alan İsrail karşıtı maddelerin bile kaldırıldığı bir ortamda, İsrail yasalarında Filistinliler’e karşı hiçbir değişikliğin olmaması ve Arafat yönetiminin sadece İsrail’in taleplerini yerine getiriyormuş görüntüsü vermeleri, bir süre sonra Arafat’ın zaten azalan inandırıcılığına da darbe vuracaktır.

Filistin Devleti Mayıs ayında ya da ileriki bir tarihte ilân edilecek, ama asıl önemli olan artık İsrail’in tavrı. İsrail’in bunca yıldır Filistin halkına reva gördüğü baskı, aşağılama, yok etme politikasından sonra, Edward Said’in sözlerine katılmamak elde değil: “İsrailliler efendiler, Filistinliler de (ifadeyi bağışlayın) sefil zenciler olmayı sürdürecek. Filistin liderliği görüşmelerde utanç verici ölçüde gevşek bir performans gösterdiği için kınanmalı. Bundan sonra İsrail’in sömürgeciliğine karşı her türlü direnişi gerçekleştirenler, Arafat ve adamları tarafından barıştan nefret edenler olarak nitelenecek”.

METE ÇUBUKÇU