İslâmcıların Batıcılaşma Süreci

“Avrupa Topluluğu’na girmemiz durumunda, eski halimize dönmemiz için yeni bir Malazgirt Zaferi, ikinci bir İstanbul’un fethi, yeni bir Çanakkale Savaşı ve hattâ ikinci bir Kurtuluş Savaşı gerekecek.”[1]

Bu cümleler Süleyman Arif Emre’nin 1989’da Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına yolladığı açık mektuptan alınma. Milli Selamet Partisi’nin kurucu genel başkanı olup bakanlıklar yapan Emre, Refah Partisi’nden ve son seçimlerde de Fazilet Partisi’nden milletvekili seçildi. Necmettin Erbakan’a çok yakın bir isim olan Emre, Milli Gazete’de de yazıyor.

Abdurrahman Dilipak da, Emre ile aynı yıl alarm çanları çalıyordu: “Türkiye AT’ye girerse Avrupa Parlamentosu’nun her kararına uymak zorunda kalacak. Unutmamak lazım ki, parlamenterler muhtemelen daha ilk günden itibaren Doğu Karadeniz’de Ermenistan kurmaya çalışacaklardır. İstanbul’u yeniden Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapmak isteyeceklerdir…Türkiye AT üyesi olursa muhtemelen İsrail de üye olma fırsatı yakalayacaktır… Bu yolun sonunda Türkiye ile İsrail’in birleşmesi de söz konusu olacaktır.”[2]

Çok değil bundan on yıl önce Türkiye İslâmcılarının ana gündem maddesi AT idi. İslâmcılık basit bir şekilde Batı, dolayısıyla Yahudi-Hıristiyan medeniyeti karşıtlığı olarak algılanıp yaşandığı için çoğunluk AT’ye karşıydı. Örneğin “Türkiye’nin AT üyeliğine Vatikan karar verecektir”[3] deniyor, Brüksel’deki AT binasıyla ilgili yarışmayı kazanan projenin haç şeklinde olduğu ileri sürülüyordu.[4]

İslâmcıların büyük kısmı, “Avrupalı zengin hıristiyan ülkelerin kulübünde yoksul, Müslüman ve Asyalı Türkiye’ye yer var mı?”[5] diye sorarken belki de bir tek Nurcular çekinmeden “Evet, neden olmasın!” diyorlardı. Örneğin Yeni Asya grubunun çıkarttığı Köprü dergisinde, üyeliğe sadece Türkiye’ye getireceği maddi avantajlar nedeniyle destek verilmiyordu: “Türkiye sadece çıkarların kesiştiği bir kavşak olmamalıdır, AT’nin bağrında müslüman bir ülke olarak varolmalıdır. Müslüman kimliğiyle AT içinde kendine yer bulabilecek bir Türkiye bu sayede Müslüman dünyayla Avrupa arasında global bir diyaloğu da başlatabilir.”[6]

Kuşkusuz AT’ye yönelik en kapsamlı ve etkili eleştiri 1969’daki “Bağımsızlar Hareketi” ile başlayıp Milli Nizam Partisi-Milli Selamet Partisi-Refah Partisi ile devam eden Milli Görüş Hareketi’nden geliyordu. Bu hareket ve özellikle de onun tartışılmaz lideri Necmettin Erbakan, öteden beri AT’yi bir “Hıristiyan Kulübü” olarak niteleyip onun karşısına “İslâm Birliği”ni ve “İslâm Ortak Pazarı”nı çıkartmaktaydı. Hattâ her toplantının ardından sağ el baş parmaklarını havaya kaldırttığı taraftarlarına bu uğurda yemin bile ettiriyordu.

MUTLAK MAĞLUBİYET

Aradan on yıl geçti. Artık İslâmcılar AT’yi, şimdiki adıyla Avrupa Birliği’ni (AB) tartışmayı; daha önemlisi AB’ye karşı çıkmayı bir kenara bıraktılar. Öyle ki, Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, eline geçen her fırsatta Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine kesinlikle taraftar olduklarını söylüyor ve bıkıp usanmadan bu uğurda lobi faaliyeti yürütüyor.

Çokları, on yıl içinde nelerin değiştiğini tartışmak varken, “takiye yapıyorlar” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor; tıpkı yıllardır, kafalarındaki İslâmcı imajına uymayan bir söz ya da davranışla karşılaştıklarında yaptıkları gibi.[7]

FP’lilerin (aynı zamanda İslâmcıların büyük kısmının) “rol icabı” değil “samimi” olarak AB’ye üyeliği savunduklarını düşünüyorum. Ancak İslâmcılar bu noktaya can-ı gönülden değil mecburen geldiler. Yakın bir zamana kadar sürekli yükselişte oldukları yanılsaması içindeydiler. Kibirliydiler. Diyalog yerine “öteki”lerin kendilerine kulak kesilmesini istiyorlardı. İnsanları ikiye ayırıyorlardı: “Bizden olanlar ve bizden olmaya aday olanlar.” “Hak ve özgürlükler” bahsini “öncelik kulun Allah’a karşı görevlerindedir” deyip kesiveriyorlardı. Demokrasi, “beşeri ideoloji”ydi, “modern cahiliye”nin bir ürünüydü.

Kısacası İslâmcılar birçok bakımdan 1980 öncesinin solcularını andırıyordu. Ve nasıl solun miladı 12 Eylül olduysa İslâmcılar da 28 Şubat’la birlikte gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldılar. Nasıl sol, tartışmasız bir şekilde, her alanda yenildiğinin birkaç yıl sonra farkına vardıysa İslâmcılar da yeni yeni yenildiklerini farkediyorlar. 12 Eylül sonrası solun taşımaya başladığı demokrasi, insan hakları ve sivil toplum bayrağını şimdi İslâmcılar kapmaya çalışıyor. Çünkü İslâmcılar daha da yaygınlaşıp büyümek ve her türden iktidarı almak yerine ellerindekini korumanın derdine düştüler ve bunun bile ne kadar zor olduğunu, tek başlarına beceremeyeceklerini gördüler.

İşte bugün FP’liler ve İslâmcıların büyük bir bölümünün, Türkiye’nin AB üyeliğini savunması kendilerine müttefik aramalarının bir sonucudur. İslâm dünyasının geri kalan kısmından herhangi bir yardım gelmeyeceğini/gelemeyeceğini çok iyi bilen Türkiye İslâmcıları varoluşlarının teminatını ister istemez Batı’da arıyorlar.

Ancak Recai Kutan’ın son ABD gezisini izleyen birtakım gözlemcilerin de belirttiği gibi İslâmcılar “Batıcılığın” henüz daha başlarındalar; birtakım genel ilkeleri savunuyor, ama bunların içini ayrıntılı bir şekilde dolduramıyorlar. Örneğin yakın zamana kadar her vesileyle “demokrasi bizim için araçtır” diyen Recep Tayyip Erdoğan artık tek bir cümle içinde hem “küresel değerler”, hem de “globalizm” sözcüklerini kullanıyor.

Yani İslâmcıların “Batıcılaşma serüveni”nin daha yeni başladığı söylenebilir. Bu serüvenin nasıl sonuçlanacağını öngörmek zor olmakla birlikte ortalıkta klasik anlamda İslâmcılıktan eser kalmayacağını kestirmek için kahin olmak gerekmiyor.

[1]S. Arif Emre, Devletimizin Bağımsızlığı ve Avrupa Topluluğu, 1989, İstanbul.

[2] Abdurrahman Dilipak, Türkiye Nereye Gidiyor, İstanbul, Risale, 1989, sayfa 73-74.

[3] Prof. Hikmet Tanyu, İslâm Mecmuası, sayı 55, 1988, sayfa. 31.

[4] İslâm Mecmuası, sayı 47, 1987, sayfa 23-35.

[5] Öğüt, sayı 13, 1986, sayfa 33.

[6] M. Çiftkaya, K. Çoban, “Avrupa’da bir İslâm ülkesi”, Köprü, sayı 110, 1987, sayfa 24-28.

[7] Bu takiye yaftasının kimi durumda İslâmcıların da işine geldiği oluyor. Örneğin son RP kongresinde, başbakan sıfatıyla katılan Necmettin Erbakan alışılageldik üslubunun dışında, hayli yumuşak bir konuşma yapmıştı. Örneğin ne “emperyalizm”, ne de “siyonizm” kelimelerini ağzına almıştı. Erbakan’ı buruk bir şekilde izleyen bazı delegeler, “Ne oluyor?” diye sorduğumuzda hemen “Hoca takiye yapıyor” cevabını yapıştırmıştı.